YAZARLAR

Sermaye, egemen siyaset ve HDP’ye ‘darbe’

18 yıllık iktidarın her açıdan kriz koşullarıyla karşı karşıya olduğu ve bir ‘restorasyon’ ihtiyacının sermaye sözcüleri tarafından da dile getirildiği koşullar birdenbire ortaya çıkmadı. İktidar koalisyonu da bu atmosferi soluyor ve kendisine bir ‘tünel’ arıyor. HDP’ye yönelik operasyon, devletin geleneksel milliyetçiliğinin ve bunun tüm egemen siyaset üzerindeki gücünün seferber edildiği bir tünel kazısı: Daha derine, daha karanlığa doğru…

Bu yazı esasen, HDP’li siyasetçilere yönelik büyük çaplı operasyon ve onun etrafındaki siyasi çerçeveyle ilgili. Ancak konuyla doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen bir hatırlatmayla, TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski’nin, bu operasyondan bir gün önce yaptığı konuşmadan geniş bir alıntı dizisiyle başlamak gerekiyor.

Perşembe günü, TÜSİAD’ın düzenlediği bir internet seminerinde konuşan Kaslowski, burjuvazinin bir süredir kaçındığı ‘uyarı’ ve ‘tavsiye’leri, Türkiye egemen siyasetindeki güncel konu ve kavram kontekstine de şaşırtıcı düzeyde bağlı kalarak yaptı. Öncelikle iktidarın finans ve para politikalarına yönelik yaygın eleştirileri tekrarladı, adeta bunların derli toplu bir özetini yaptı:

“Kur artışı yıllık bazda yüzde 30'un üzerine çıkarken, uluslararası rezervlerimizde hızlı bir düşüş kaydedildi. Bu olumsuz etkiler son dönemde kura yapılan örtülü müdahaleler ile daha da güçlendi. Artık döviz rezervlerimizin büyük çoğunluğunun bankalardan ödünç alınan swaplardan oluşuyor olması piyasalarda ciddi bir güvensizlik yaratıyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye hem kamuda hem de özel sektörde önemli ölçüde dış borcunu çevirme ihtiyacında. Bu nedenle ülkemize sermaye girişlerini tekrar başlatacak adımların en kısa zamanda atılması gerekiyor. (…) Salgın nedeniyle uygulamaya konulmuş olan ve serbest piyasa ilkeleriyle çelişen genel uygulama olarak temettü dağıtımı kısıtlamaları, ek gümrük vergileri gibi geçici düzenlemelerden vazgeçilmeli. Bilimle uyumlu, piyasa ile barışık politikalara geçiş yapmalıyız.”

Döviz rezervlerinin eriyerek neredeyse ‘takas’ anlaşmalarından ibaret hale gelmesi… Kura yapılan örtülü müdahaleler… Piyasalarda ciddi güvensizlik… Dış borç çevirme ihtiyacı… Serbest piyasa ilkeleriyle çelişen uygulamalar… Görüldüğü gibi burada, sistem içi muhalefetin ve liberal ekonomistlerin iktidara yönelttiği tüm eleştiriler, kavramsal çerçeve de korunarak tekrarlanmış. İstanbul sermayesi, Kaslowski şahsında, ‘liberal muhalefet’in jargonunu benimsediğini, bu eleştirilerin aslında kendi eleştirileri olduğunu teyit ediyor.

Kaslowski’yi dinlemeye devam edelim:

“(…) piyasada adil rekabetin sağlanması, düzenleme ve denetlemenin bağımsızca ve serbest piyasa ilkeleri doğrultusunda uygulanması gerekmektedir. Kamunun son zamanlarda özel sektörün hâlihazırda aktif olduğu alanlarda ağırlığını artırması ve bu piyasalarda aynı zamanda kural koyucu olması adil rekabet ortamını bozmaktadır. Bir oyunda nasıl ki hem hakem hem de oyuncu olmak doğru değilse, kamunun da özel sektörün tabi olduğu kurallardan muaf bir şekilde aynı piyasada yer alması hakkaniyetli değildir. (…) Stratejik bazı sektörlerde devletin özel sektörle işbirliği içerisinde yatırım ve teknolojik gelişimde ön ayak olması son derece faydalı olabilir. Ancak bunun sınırlarının net bir şekilde belirlenmesi, şeffaflık ve adil rekabet ortamının bozulmaması esastır.”

Konuşmanın bu bölümü de son derece ‘iç gıcıklayıcı’ elbette! Kaslowski, son olarak sigorta sektörüne de giren “Varlık Fonu” aracılığıyla ‘devlet’in, serbest piyasa ilkeleri ve adil rekabeti ihlal etmesinden yakınıyor öncelikle. Sonra bir adım daha atıyor ve “devletin stratejik bazı sektörlerde özel sektörle işbirliğinin sınırlarının net şekilde belirlenmesini” istiyor. İnsanın aklına askeri sanayi başta olmak üzere, enerji, inşaat gibi sektörler ve bu sektörlerdeki ‘ihale düzeni’ geliyor tabii. Kaslowski konuşmasında kamu ihale yasasından rahatsızlıklarını da aynı açıklıkla dile getiriyor nitekim. Sermaye sınıfının en güçlü kliği, yine ‘merkez’ muhalefetin söylem çerçevesinde, ‘gidişata’ itiraz ediyor. Ama sonra muhalefetten de iki çift sözünü esirgemiyor:

“Son zamanlarda maalesef mülkiyet haklarını ihlal edecek türde bazı açıklamaların farklı siyasi partilerce dile getirildiğine şahit oluyoruz. (…) Herhangi bir özel şirketin mülkiyet haklarını çiğneyecek bir şekilde kamulaştırılması asla söz konusu olmamalıdır. Haksızlıklarla mücadele edilmek isteniyorsa izlenecek yol hukuk kuralları içerisinde olmalıdır.”

Şüphesiz, CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke’nin, kamu ihaleleriyle semiren, özellikle inşaatta yoğunlaşmış bazı bilindik şirketleri kast ederek yaptığı ‘kamulaştırma’ teklifine açık bir tepki bu. Ancak Kaslowski, ‘haksızlıklarla hukuk kuralları içinde mücadele’ diyerek, orada ‘sıkıntılı’ bir durum olduğunu da kabul ediyor. “Kamulaştırma” sözüne sınıfsal bir refleksle itiraz ediyor. Öyle olmaz, diyor. Ve sonra yeniden ‘güncel’ iktidar eleştirisine geçiyor. Pandeminin tedarik zincirlerinde değişikliğe yol açacağını ve bunun Türkiye için büyük fırsat yaratacağını söyleyegelen Erdoğan’a bizzat yanıt veriyor adeta:

“Tedarik zincirleri yeniden şekillenirken artık sadece en ucuz fiyata değil, en güvenilir ülkeye bakılıyor. Güvenilir ülke nasıl olunur? En başta hukukun üstünlüğü ile. Yargının bağımsız ve tarafsız olduğu güvenilir bir hukuk sistemine sahip olmakla. Uluslararası hukuka uymakla. (…) Temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olduğu bir ülke olmakla. Dünyadaki değişimi doğru okumalıyız. Eğer ticaret savaşlarına, engellemelere, çatışmalara odaklanıp bunların temelde hangi nedenlere dayandığını anlamazsak, dünyadaki değişimi de anlayamayız. Yanlış okumalar bizi sadece yalnızlaştıracaktır. Akıntıya karşı kürek çekmemize gerek yok. Piyasayla kavga etmek değil onu iyi yönetebilmek başarı getirir.”

Kaslowski böylelikle, iç ve dış siyaset açısından da yaygın eleştiri kampından konuşarak ‘mesajlarını’ veriyor: Bağımsız ve tarafsız yargı… Uluslararası hukuk… Değişimi anlamayıp çatışmalara odaklanarak yalnızlaşmak…

Büyük sermaye, ‘pazarlık’ ediyor olsa bile hafife alınamayacak denli kapsamlı bir dönem eleştirisini açıkça dile getirmiş ve üstelik bunu, bir süredir ‘ittifaklar siyaseti’ ile farklı politik odakları bir arada temsil etme iddiasında olan bir çatıyla ‘uyum’ içinde yapmış bulunuyor. Bu aksiyomun, son zamanlarda iktidar koalisyonuna desteğin çarpıcı şekilde düştüğünü gösteren pek çok farklı araştırmayla zamandaş olması da göz önünde bulundurulmalı. Sermaye sınıfı, kendi iktisadi ve siyasi taleplerini en güvenilir şekilde taşıyacak ve koruyacak politik seçenekleri üretme konusunda mahirdir. 2002 sonrası dönüşümü ve AKP-Erdoğan siyasetini ortaya çıkaran koşullardaki etkinliği bunun yakın geçmişteki en belirgin örneklerinden biri. Toplumdaki değişimi, siyasal iktidara yönelik rızanın gerilemesini, kendi iktisadi çıkarları için bir risk olarak gören sermayenin, bu konuda alternatif yollar üretmesi, mevcut alternatifleri ‘dizayn’ etmesi doğal bir sınıfsal tepki. Bu açıdan ülkenin siyasi gidişatı konusunda da bir sismograf gibi davranmalarına, yaşanan dalgalanmaları bir pazarlık ya da hazırlık konusu olarak görmelerine alışığız.

Sistem içi muhalefeti de “bizim bir şey yapmamıza gerek yok bunlar zaten gidici” deme yanılgısına düşüren bu atmosfer, 18 yıllık iktidarın her açıdan kriz koşullarıyla karşı karşıya olduğu ve bir ‘restorasyon’ ihtiyacının sermaye sözcüleri tarafından da dile getirildiği koşullar birdenbire ortaya çıkmadı. İktidar koalisyonu da, sıkıştığı çıkmazda bu atmosferi soluyor ve kendisine bir ‘tünel’ arıyor. Dolayısıyla TÜSİAD Başkanı'nın konuşmasıyla HDP operasyonu arasında aracısız bir ilişki yok gibi görünse de; Türkiye siyasetinin alternatif arayışlara açık geldiği koşullarda iktidar bu ikisini birleştiren bir strateji yaratıyor. İslamcı-milliyetçi koalisyon, devlet olanaklarını kullanmanın da avantajıyla, kendisine yönelik şüphelerin –hiç değilse bir süreliğine– ikinci planda kalacağı koşulları arıyor. ‘Muhalefetin zayıf karnı’ olarak gördükleri HDP’ye yönelik saldırganlıkları, devletin Kürt siyasetine yönelik geleneksel tutumunun yanında, bu tutumu da araçsallaştıran bir ‘hayatta kalma’ hırçınlığına dönüşüyor. HDP’nin ve HDP şahsında temsil edilen, başta Kürt sorunun barışçıl ve demokratik çözümü olmak üzere pek çok toplumsal talebin cebren devre dışı bırakıldığı koşullarda, daha önce dayattığı ‘toplumsal destek’ aritmetiğinin yeniden gerçekleşebileceğini ümit ediyor. Bu açıdan dozu giderek artacak baskın, gözaltı, tutuklama furyalarıyla karşılaşacağımızı tahmin edebiliriz.

HDP'yi terörize ederek siyasal denklemin dışına çıkarma çabası, tam da tersten, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için gerekli zemini ortaya koyan bir perspektiften karşılanmadıkça, HDP'nin bu konuda önemli bir aktör olduğu gerçeği kabullenilmedikçe, amacını gerçekleştirme potansiyeline sahip olacak. Ya da kendisinden sonraya yine bir çözümsüzlük ve çatışma alanı bırakacak. HDP’ye yönelik darbe, devletin geleneksel milliyetçiliğinin ve bunun tüm egemen siyaset üzerindeki gücünün seferber edildiği bir tünel kazısı: Daha derine, daha karanlığa doğru… Buna karşı tutunmak için, ‘muhalefet’in mütereddit mırıldanmalarından, sermayenin bugünkü tabloda kendi sorumluluğunu üstlenmeyen ve eski piyasacı ‘demokrasi’ terennümlerinden daha güçlü bir çapaya ihtiyacımız var. Türkiye’nin içinde bulunduğu kaostan, tüm emekçilerin, Kürt halkının, kadınların, göçmenlerin denklemde olmadığı gerçek bir çıkış yolu yok. Bize çıkış diye gösterilenlerle ancak ‘yeni’ bir yanlış yola girebiliriz.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.