Ses ve görüntü kaydı yasağına ilişkin
Giderek daha net görüyoruz ki; artık hiçbir alandaki sorun birbirinden bağımsız değil. Mücadelemiz; siyasi iktidarın temel hak ve özgürlüklerimizi umursamayan, kendi bekasını sağlama hedefiyle ilgili.
Türkiye’de her gün bir hukuk darbesi yaşanıyor ve bizler bu durumun hukuka ne kadar aykırı olduğunu açıklamaya çalışırken, darbeyi indirenler hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyorlar. Öyle ki, artık insanlar, hukuka aykırılığı açıklayanlara kızmaya başladı. “Hukuk mu kaldı, ne hukuku!” deyip dinlememeye başladılar. Diğer yandan hukuksuzluk doğrudan size dokunduğunda, fiili olarak önüne geçemeseniz bile en azından hukuki olarak başvurunuzu yapmak durumunda kalıyorsunuz ve hatta yapmalısınız. Kaldı ki, kimi zaman haklarınızı dile getirerek hukuksuz uygulamaya fiilen de direnebiliyorsunuz ve başarılı olabiliyorsunuz. Bu sebepten -artık çok sık karşılaştığımız- iktidarın hukuki darbelerinin, hangi açıdan hukuka aykırı olduğunu bilmekte her halükârda fayda var.
Geçtiğimiz hafta genelgeyle iki yasak üst üste getirildi. Biri, kapanma sürecinde içki satışının yasaklanması, diğeri eylemlerde polislerin ses ve görüntü kaydının alınmasının yasaklanması.
Bu yazıda, ikincisine dair bir şeyler söylemek istiyorum.
Kural olarak, kamusal alanlarda ses ve görüntü kaydı almak yasak değildir. Malumunuz pratikte, örneğin sokakta bir kedinin fotoğrafını çekerken kareye oradan geçen arkadaki masada çay içen biri girebiliyor. Bu özel hayatın gizliliğini ihlal midir? Aslında hayır. Fakat diyelim ki, fotoğraf karesine giren kişi kendini billboard'larda gördü ve özel hayatım ihlal edildi diyerek dava açtı. O zaman farklı bir karar çıkabilir. Diğer bir deyişle, bu husus hukukta tartışmalı. Fakat, kamusal bir alanda gerçekleşen bir eylemde, kişiler genellikle görüntülerinin ve ses kayıtlarının alınabileceğini bilerek oraya giderler. Zira, basının da bulunduğu ortamlardır buralar. Bu noktada, 'Özel hayatımın gizliliği ihlal edildi' diye itiraz etmek hayatın olağan akışına da aykırıdır. Hatta, bırakın kamu hukukunu, özel hukuk çerçevesinde olan boşanma davalarında dahi, eşler arasındaki uyuşmazlığın ispatı için alınan ses kayıtlarının bile hukuka uygun delil olarak kullanılabileceğine ilişkin kararlar var artık.
Gelelim polislere; polisler kamu görevi ifa ederler. Bu görevi ifa ettikleri anlar ve yerler özel hayat kapsamına girmez. Ne diyoruz; devletin özel hayatı yoktur. Adı üzerinde; kamu görevi. Dolayısıyla, polislerin görevlerini yaparken ses ve görüntü kaydı alınması özel hayatlarının gizliliğinin ihlali de olamaz. Bu bakımdan, yayınlanan genelgede, getirmeye çalıştıkları yasağa dayanak yapılabilecek en kötü, en mantıksız gerekçeyi seçtikleri rahatlıkla söylenebilir.
Bununla birlikte, polis devleti denebilecek derecede polislerin yetkilerinin genişletildiği, hatta her türlü kötüye kullanımın giderek arttığı, hemen her eylemin polis şiddetiyle kriminalize edildiği, faili polis olan cinayetlerde polislerin en az cezayla bir nevi işin içinden sıyrıldığı, görevini yerine getirmeyen polislerin -özellikle kadına yönelik şiddet vakalarında- herhangi bir yaptırıma tabi tutulmadığı bir ülkede ses ve görüntü kaydı yasağı getirmek, polis şiddetini ayyuka çıkarmak demektir. Açıkça polis şiddetini destekliyoruz demektir.
Polisin orantısız kuvvet uygulaması suçtur. Yurttaşa bile birini suçüstü yakalama yetkisi verilmiştir. Ayrıca, Türk Ceza Kanunu’nun 278. maddesi, yurttaşa “Suçu Bildirme” görevi yükler. Orantısız kuvvet uygulayan polisin işlediği suçun delilidir, alınan ses ve görüntü kayıtları ve hiçbir şekilde hukuka aykırı değildir. Bu sebeplerle, bu yasağa ilişkin genelge bir nevi delil karartmadır. Genelgeler, yasalara aykırı olamazlar. Hukuka aykırı ve yanlış gerekçelendirilmiş kurallar geçersizdir. Diğer bir deyişle, yurttaş eylemlerde ses ve görüntü kaydı alabilir.
Failler, şiddet yöntemi bakımından birbirinden kopya çeker. Örneğin, Emine Bulut cinayeti sonrası failler çoğunlukla boğaz kesme suretiyle cinayet işlediler. Veya Pınar Gültekin cinayeti sonrası çok fazla yakma suretiyle cinayet işlendi. George Floyd’un bir polis tarafından katledilmesi sonrasında Türkiye’de de bu görüntülere çok sık rastlamaya başladık. İnsanlar haklı olarak korkuyorlar. Bu genelgeler, daha çok insanların korkularını kaşıyor. Neyi saklamaya çalışıyorsunuz? Suç işleyen polisi korumak mı derdiniz? Esas olan, polisin vatandaşı korumasıdır. Şu durumda vatandaş kendini nasıl polise teslim etsin, nasıl güvensin? En temel sorumlulukları dahi işlemez hale getirdi siyasi iktidarın korkak politikaları. Emniyet, kadın cinayetleri azaldı haberini “İftira atanlar hakkında yasal işlem yapacağız” şeklinde tweet atacak kadar mesleki sorumluluğundan uzaklaştı. Zaten eylemlerde sık sık polis şiddetine maruz kalan kadınlar, nasıl güvenebilir ki artık polislere?
Hukuk, devletle yurttaş arasında bir denge kurma aracıdır. Yurttaşın devlet karşısında ezilmemesini sağlamaya çalışır. Siz, devletin gücünü kullanan kamu görevlilerini ne kadar denetimden uzak tutarsanız, verilen yetkiler o kadar istismar edilir. Bu böyledir. Ne yaptınız şimdi? Zaten yönetenlere vermiş olduğu siyasi yetkinin karşılığını alamayan, gün be gün daha çok ezilen yurttaşa biraz daha mı korku takviyesi yaptınız. Tebrikler.
Giderek daha net görüyoruz ki; artık hiçbir alandaki sorun birbirinden bağımsız değil. Kadın mücadelesi, işçi mücadelesi, ekonomik mücadele, sağlık (yaşam hakkı) mücadelesi, barınma, eğitim, kısaca tüm temel hak ve özgürlüklerimize ilişkin mücadelemiz; siyasi iktidarın temel hak ve özgürlüklerimizi umursamayan, baskı ve korkutma yöntemiyle “her şeye rağmen” kendi bekasını sağlama hedefiyle ilgili. Dolayısıyla, tüm bu tepe taklak gidişin bir tek çözümü var: Siyasi iktidarın oturdukları koltuklardan tasfiyesi. Bu da ancak seçimle ve oylarımızla olacak. Ama muhakkak olacak.