Sevgili Abdurrahman Gök'e açık mektup

Umut cüretkardır! Faşizmin en kesif halinde sana “faşizm yenilecek” dedirten de; cümleni “hiç merak etmeyin” güveniyle perçinlemene neden olan da aynı cüret değil miydi!

Google Haberlere Abone ol

Zerrin Kurtoğlu

Mezopotamya Ajansı (MA) Editörü Abdurrahman Gök,  Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gazeteciler, sanatçılar, hukukçu ve siyasetçiler hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 25 Nisan’da gözaltına alınarak, 27 Nisan’da tutuklandı. Uydurma delillerle ve kendisini hiç tanımayan müfteri bir açık tanığın ağzından yapılan asılsız suçlamalarla 7 aydır cezaevinde tutuluyor.

5 Aralık 2023’te ikinci kez hakim karşısına çıkacak olan Gök, aslında hakikat haberciliği nedeniyle yargılanıyor. Algı ve kavram operasyonlarıyla gerçeklikle kurgunun sistemli olarak birbirine karıştırıldığı, olgusal hakikatlerin yanlışlar bile değil yalanlar arasında kaybedildiği karanlık dönemlerden geçiyoruz. Böyle dönemlerde hakikat haberciliği, yurttaşların gerçek ve sahte olanı ayırt edici bir şekilde görme, düşünme ve muhakeme etme becerisinin güçlenmesi için elzemdir. Dolayısıyla Abdurrahman Gök ve hakikat haberciliği yaptıkları için tutuklanan diğer gazetecilerin yargılanması, yurttaşların haber alma hakkının yargılanmasıdır.

Bu açık mektup,  sevgili dostum Abdurrahman Gök’ün şahsında hakikat haberciliğindeki ısrarları ve etik tutumları ile özgürlükleri pahasına başka türlü bir dünya umudunun kapılarını zorlayan cümle tutuklu hakikat habercileri için yazılmıştır.

***

Sevgili Abdurrahman,  Birakê minê hêjâ,

Nicedir sana bir açık mektup yazmak istiyordum ama nelerden bahsedeceğim konusunda kararsızdım. Özgürlüğü gasp edilmiş bir insana ne yazılır; nasıl yazılır üzerine çok düşündüm. Şimdi bu satırları yazarken, senin tutuklanırken “faşizm yenilecek, hiç merak etmeyin!” dediğini hatırladım da senin sesindeki, sözündeki umudun diliyle yazmak en iyisi sanırım. Zira senin de bildiğin gibi, zalimlerin kendisinden en çok korktuğu kavram umuttur!

Uzun bir süredir şunu fark ettim ki otoriteryan/diktatoryal  iktidarlar en çok insanların umut etmekten  vazgeçmesi konusunda başarılılar. Umutsuzluğu insanın ruhuna, zihnine öyle acılı ve öyle derin bir şekilde nakşediyorlar ki insanların sadece tahayyül gücü değil bedenleri de sakatlanıyor. Hayal edemez ve eyleyemez hale geliyorlar. Öyle ki zulmün iktidarında yaşayan insanlar için umut, bir zamanlar seyrettikleri ya da önceki nesilden duydukları sonu trajik olan bir filmin, o trajik sona götüren nedeni gibi görünmeye başlıyor. “Umut ettik ve uğrunda mücadele ettik de ne oldu?”  Bu retorik soru, yaşanan sorunların ya da yenilginin nedenini umuda tahvil etmek anlamına gelmiyor mu? Olanı biteni olup bittiği şekliyle kabullenme kapısı, kendi bireysel yaşamları için korunaklı bir yer bulmak isteyen insanlara cennetin kapısı gibi görünmüyor mu? O cennet ki orada sırtınız sıvazlanır, karnınız doyar, huzur ve güvenle atalet içinde yaşar gidersiniz.

İyi ama insan cennete bile eyvallah etmediği için kul olmaktan çıkıp insan olmamış mıydı? İnsanın dünyevi varlığının yolunu açan “neden olmasın”cı merak değil miydi?  Ve aynı merak “başka türlü nasıl olabilir”lerle umudu da peşi sıra sürükleyip, insana beşeri dünyada kalıcı bir istinatgâh sağlamamış mıydı? O beşeri dünyanın nişanesi özgürlük değil miydi?

Ernst Bloch’un Umut İlkesi’ni okuyorum bu aralar A.Rahman’cım… Okudukça insanlık tarihinin en karanlık dönemlerine gömülmüş, modern araçsal aklın zaferiyle birlikte üstüne zift dökülmüş hayallerin, masalların, mitlerin, popüler kültürün ve her türden sanatın; bilimin, dinin, felsefenin içinden bize göz kırpan o yaratıcı ilkeyi, umudu yeniden yeniden keşfediyor; umutsuzluğa kesmiş insan varoluşunun ne kadar küçültücü olduğunu bir kez daha anlıyorum. Bu nedenle mektubum kendi formunu aşıp biraz deneme tarzına dönebilir. Çünkü kafamdaki düşünceleri seninle paylaşmak istiyorum.

Diyordum ki umutsuzluk küçültücüdür. Çünkü öncelikle insanın eyleme en teşne, en yaratıcı varoluşunun, hani şu cennetten kovulmamıza neden olan irademizin gaspına neden olur. Umutsuzluk yalnızca önüne konulanı ya da kendisine ‘altın sükût tepsisinde’ sunulanı istemeye ayarlı otomatlara dönüştürerek küçültür insanı… İnsan eyleyen olmaktan çıkar, pasif bir seyreden olma mesabesine düşerek küçülür umutsuzsa… İnsanla birlikte dünya da küçülür; henüz gerçekleşmemiş bütün “imkânsız” eylemlerin ikametgâhı olmaktan çıkar, bir temaşahaneye dönüşür… Oysa Bloch’un başına eklediği o şahane sıfatla  “umudun tahrik ettiği irade” öyle midir?  Böyle bir irade hem insanı hem beşeri dünyayı büyütür! Bu yüzden insan, dini, sanatı, bilimi, felsefeyi yaratarak imkânsızı mümkün kılan düşlerle bezemiştir kendini de dünyasını da…

Sonra umutsuzluk, beşeri varoluşun kendisinde açığa çıktığı, hem dile getirdiklerinden hem de dile getirmediklerinden sorumlu konuşan hayvan olmaklığının gaspıdır insanın. Aristoteles’in dediği gibi, doğa hiçbir şeyi boşuna yapmamıştır. Bütün hayvanlar içinde bir tek insan, konuşarak değerler yaratır ve başkalarına aktarır. Bu yüzden betimlemekten çok muhakeme etmektir konuşmak… Temaşahanede sadece temaşa edersiniz ve gördükleriniz gözlerinize öyle bir zorunlulukla yerleştirilir ki orada tek bir nesnenin, tek bir kişinin bile yerini; tek bir sahnenin bile dekorunu değiştiremezsiniz! Yapabileceğiniz tek şey, şimdi ve burada olanı tekrar tekrar aynı sözcüklerle betimlemek, betimledikçe katılaştırarak ona dokunulmazlık kazandırmak ve nihayet temaşa edileni değişmez, zorunlu bir varoluş statüsüne yerleştirmek olur! Platon’dan bu yana insanın yeni bir söz söyleme ve eyleme kapasitesini felç etmenin en gözde yoludur bu! Böylece biraz daha küçülür insan! Seyreden olmaktan eyleyen olmaya yönelten bilinç, konuşmanın; kendiyle ve diğerleriyle ihtimalleri, imkanları, keşke’leri, eğer’leri konuşmanın ürünüdür oysa…

Ve hafıza… Umuttan yoksun bir hafıza, gelecekten yoksun bir şimdiye gömer insanı!  Hali hazırda temaşa edilenin ezberlenmesine dönüşerek küçülür; ortak duyu, müşterek kamusal alan ve kolektif tahayyülle ilişkisini, yani tarihselliğini yitirerek şimdiki zamana mıhlanıp kalır!

Bu küçülmelerden hayal gücü de payına düşeni alır elbet… Tahayyül küçülmesi, insanın gece-gündüz, iktidarca görmesi istenen milli ve yerli düşler görmesine neden olur. Tahayyüldeki küçülme, insanın kendilerine yerleştiği, kendilerinde yurtlandığı geleneksel,  kültürel, coğrafi, toplumsal, ulusal vb. sınırlarını, yani kendileriyle tahdit edildiği varoluş koşullarını aşarak evrensel değerlerle, evrensel ilkelerle; hep beşeri bir imkan olarak kendi olumsal varlığında saklı olan ama hiç gerçekleşmemiş yepyeni gerçekliklerle buluşması önündeki en büyük engeldir.

Ve daha da beteri aklın küçülmesidir… Akıl, umut olmaksızın öylesine küçülür, öylesine büzüşür ki insanın isteme, konuşma, taklit etme, heves etme, merak etme, hayal etme, eyleme, düşünme ve yaratma da dahil cümle meziyetleri, varlık güvencelerini yitirir. Çünkü akıl küçüldüğünde, insanı insan olmayan hayvanlardan ayıran çizgi de bulanıklaşarak yok olur. Bloch’un dediği gibi “akıl umut olmadan serpilemez, umut akıl olmadan konuşamaz”. İnsanın cümle meziyetleri aklın serpilmesiyle varlık bulur; umutsa aklın imkânsızı ikna, imkânsızla konuşma yetisidir.

Ne yazık ki tüm bu küçülmelerin sonunda insandan geriye kalan şey, yalnızca bir kabuktur! İşte irade gücünü, eylem kapasitesini, muhakeme yeteneğini, sözünü yitiren insan suretindeki o kabuktur ki bilumum baskıcı iktidarlar onun içine kendi bekaları için ihtiyaç duydukları ırkçılığı, ayrımcılığı, nefreti, düşmanlığı, cümle kötücül duyguları doldurup, gerçeklikten tecrit edilmiş temaşahanenin iradesiz, sessiz müdavimlerini yaratırlar. Çünkü o insan kabuğunun içinde, bunlara direnecek hiçbir meziyet, yetenek, güç kalmamıştır artık!  Dahası, etraflarındaki gerçeklikle ilişki kurdukları insani kapasite ve meziyetleriyle birlikte gerçeklikle ilişkileri de tahrip edilmiş olan bu müdavimler H. Arendt’in deyişiyle “hem deneyim hem düşünce kapasitelerini yitirmiş olduklarından totaliter rejimlerin ideal özneleri”, işbirlikçileri ya da suç ortakları olarak sahne alıp, kendilerine biçilen rolleri oynamaya başlarlar. Çünkü umutsuzluk insanı, kötüye ram eder.

Evet farkındayım A.Rahmancım, insanın kendini ve beşeri dünyayı büyütmesinin bir ucu yaratmadır diğer ucu ise yok etme. Ama kendisini küçültmesinin her iki ucu da yok etmeye açılır… Ben bugün yalnızca insanı söz kurmaya, eyleme, inisiyatif almaya, yeniden başlamaya kışkırtan, insanı insana ve dünyaya açan, dünyayı hepimizin yuvası kılan en güzel beşeri yaratıların ilkesinden,  umut ilkesinden bahsetmek istiyorum. Umut, insanın kendisine, bilebileceğine, değiştirebileceğine, yapabileceğine, başarabileceğine dair güveninin anahtarı olmuştur tarih boyunca… Her iktidar, umudun peşine salar güvenlik güçlerini bu yüzden… Hele de kendi varlık güvencesini yurttaşlarının yaşam hakkının önüne geçiren baskıcı iktidarlar, nerede bir hareketlilik, nerede bir sorgulama, nerede bir coşku görseler; nerede kendilerinin zorunluluk olarak dayattıklarının olumsal yapısını ifşa eden, kendilerini güvende hissettikleri zihniyet dünyasını cereyanda bırakan açık bir pencere görseler oraya saldırırlar. Kendilerini güvende tutmak için... Tarih buna tanıklık edecektir.

Doğa gibi iktidar da hiçbir şeyi boşuna yapmıyor A. Rahmancım. Hakikat haberciliği yapan gazetecileri, meşruiyet sorgulaması yapan hukukçuları, daha iyi ve nitelikli bir eğitim isteyen öğrencileri, adalet ve barış isteyen yurttaşları, hasıl-ı kelam kendisine sistem tarafından dayatılanı değiştirme umuduyla söz söyleyen ve eyleyen herkesi gözaltında tutması bu yüzden…

Çünkü sen de biliyorsun ya sevgili Rahman, umut cüretkardır! Faşizmin en kesif halinde sana “faşizm yenilecek” dedirten de; cümleni “hiç merak etmeyin” güveniyle perçinlemene neden olan da aynı cüret değil miydi! İşte o içi boşalmış kabuklara ağıt yakmanın bile umutla ilgisi olduğunu düşünmeme neden olan da; beni bu mektubu kamuya açık olarak yazmaya kışkırtan da aynı cüretkar umut! En güzeli de bu mektubu 5 Aralık’ta  bizzat senin de okuyacağına dair umut!  

*Prof. Dr