Sevgililer Günü küflü konseptler terörü
Aile yapımızda banyo, küvet yok yani. Banyo çocukların kafasına sabunla vuran kötü üvey annelerin, kapı aralığından dikizlenen genç kadın bedenlerinin ero-melodramatik mekânı. Banyoya beraber giren çift falan, ne münasebet. Aile yapımızda neşe yok, köpük yok, kadeh yok, rızayla cinsel ilişki yok, kadınla erkek arasında gayet doğal, olağan, gündelik şeylere yer yok. Ama tecavüz, aile içi şiddet, koldan tutup sürükleme, bunların hepsinin dramatik karşılığı var, kolay kolay cezası da kesilmiyor.
Sene olmuş 2021, bir televizyon dizisi, Fox TV’de yayınlanan “Sen Çal Kapımı”, kadın ve erkek karakterler beraber küvete giriyor diye RTÜK’ten para cezası alıyor. Olsa olsa erotizme giriş mahiyetinde bir sahne, öyle abartılacak bir durum, hayal gücüne bırakılmamış çıplaklık vs. de yok. Gerekçe “halkı kin ve düşmanlığa teşvik”. Pardon, o attığı bir tweet nedeniyle gecenin bir yarısı bir kadın yazarı iki çocuğunun yanından alıp ifade vermeye götürmek için kullanılan. İyi, dürüst insan, gazeteci sevgili Ayşen Şahin’in başına geldi birkaç gün önce. Yoğun bir dayanışmanın da katkısıyla birkaç saat içinde serbest bırakıldı da boğazımızdaki bin düğümden biri gevşemiş oldu. Hemen akabinde aylardır takip ettiğimiz oyuncu Elit İşcan’ın haklı davası, haksız bir karara bağlandı. İşcan’a cinsel saldırıda bulunmaktan ve hakaretten yargılanan Efecan Şenolsun, beraat etti. Camiadan pek çok oyuncuyu temsil etmesiyle bilinen avukatı Nail Gönenli’nin mide burkan savunması, Şenolsun’un takım elbiseyle ağlayan halleri asırlardır süren erkek işbirliğinin bir kez daha tıkır tıkır işlemesine ön ayak oldu.
Nail Gönenli’nin savunması şu tür ifadeler içeriyordu: “Af buyurun sevişme sahnelerinde oynuyor, oynadıkları filmlere bakın, geçenlerde banyo sahnesi vardı, avukatlıkta örneğin bir bayan meslektaşım kucağıma oturmaz ama bu sektörde bunlar çok normal.” Yani diyor ki, bu oyuncular zaten biraz affedersiniz rahat kadınlardır, toplumca ayıp sayılan şeyler bunlarda normaldir, çocukcağız da ne yapsın işte alkollüyken bir hata yapmış, ama kızın da o saatte orada ne işi varmış. (İşin trajikomiği, bahsi geçen küvet sahnesinde oynayan Hande Erçel’in “bazlama surat” temalı davasının da avukatı kendisi.) Amaca giden yolun mubahlığında ruhu satma konulu bir derecelendirme olsa epey yüksek not alacak cinsten bir savunma. Oyuncusundan avukatına, yazarından üniversite öğrencisine her kadın, her an taciz, cinsel şiddet tehdidi altında. Faillerse kravat iyi hali ve kolektif muhafazakârlığa seslenmeyi iyi beceren savunmanın bel altı çalışma becerisiyle, ortam da her türlü müsaitken, suçu aklamayı başarıyorlar. Ama Elit kaybetmiş değil. Aylardır süren mücadelesinde bir an geri adım atmaması, cesareti, onuruyla birçok kadına emsal oldu, ses oldu, olmaya da devam edecek. Yanındayız, daima.
Banyo sahnesinde oynayan oyuncudan RTÜK’ten ceza yiyen banyo sahnesine dönersek, gerekçe elbette “Türk aile yapısında yeri olmayan şeyler”. Aile yapımızda banyo yok yani. Varsa da küvet yok. Banyo çocukların kafasına sabunla vuran kötü üvey annelerin, kapı aralığından dikizlenen genç kadın bedenlerinin ero-melodramatik mekânı. Banyoya beraber giren çift falan, ne münasebet. Aile yapımızda neşe yok, köpük yok, kahkaha yok, kadeh yok, rızayla cinsel ilişki yok, kadınla erkek arasında gayet doğal, olağan, gündelik şeylere yer yok. Ama tecavüz, aile içi şiddet, koldan tutup sürükleme, bunların hepsinin dramatik karşılığı var, kolay kolay cezası da kesilmiyor. Aile yapısı değil korku alt türü mübarek. “American Horror Story” uyarlasam adına doğrudan “Türk Aile Yapısı” derim, hiç sırıtmaz.
Bunlar ve daha ağır olaylarla aşırı sempatik bir ortamda 14 Şubat’a doğru ilerlerken, Artı TV’de Beyhan Demir’in hazırladığı “Mor Gündem”de Seçil Epik’le güzel bir aşk sohbeti yaptık. Amacımız görece hafif, tatlı yanlarıyla da aşkı anlatmaktı ama işte ülke müsait değil. “Başka bir aşk mümkün mü?”yü konuştuk. Kadını dört duvar arasına kapatmanın bahanesi olmayan, güç istismarına dayanmayan, birazdan tacize evrilme potansiyeli taşımayan, büyük büyük erkek yazar, yönetmenlerin acı soslu küflü aşk konseptlerine sırt yaslamayan bir aşk anlatısı mümkün mü? Kadını sonsuz nesneleştirmeyen, LGBTI+ bireylerin aşkını ısrarla hasıraltı etmeyen, erkek olmayana nefes aldıran, eşitlikten doğan, yeşeren, çoğaltan aşk. Elbette mümkündür ve bütün çelmelere rağmen, olacak. Aşktan da, hayattan da, haklarımızdan da vazgeçmeyeceğiz.
Bu Sevgililer Günü meselesinin bir tatsızlığı da, eşit ilişki ihtimali karşısında elini gücünü nereye koyacağını bilemeyen erkekliğin “e o zaman niye çiçek alıyoruz?” tribi. Sen çiçek almazsan devrim olacak kesin, evet. Kadın kadar en atıl halinde bile sürekli, sonsuz bir ilişki çabası içindeki bir varlığa bir demet çiçek almayı da retorik konusu edecek er şahıs çiçek almasın, eksik olsun.
Böyle bir tatsız ikiliğe sıkışmış durumda maalesef günümüz kadını: Bir yanda çiçeklere boğulan “lovebombing” evresini takiben saksı gibi eve kapatılma tehlikesi, öte yanda parmağını oynatmayı lütuf sayan “küstüm oynamıyorum” tarzı ıssız erkeklik. Arasını bulacaklar valla, roket bilimi değil. Bulan da var, mümkün demek ki.
Sevgililer Günü de tüm özel günler gibi neoliberal kapitalizmin has uşağıdır falan evet de e ne yapalım, isteyen makul ölçülerde kutlar gider işte. Boğum boğum hayatımızda bir nefes imkânıdır.
Bu işin esas tatsızlığı kadınların üstünde zaten. İlişkiler çok bilinmeyenli denklem halini almamış gibi 14 Şubat gelip çatınca dramanın ve endüstrinin bütün imkânlarıyla kadınlar üstünde bir yalnız olmama baskısı kuruluyor. 14 Şubat’ta “yalnız” kadınlar ele güne ayıp olmasın diye kendilerine çiçek gönderecek, yalandan story’ler tasarlayacak hale getiriliyor. Ne gereği var, hakikaten tatlı canı bu kadar sisteme endekslememek lazım. Aşk iyiyse, eşitse, hayata bir mutluluk katıyorsa başın üstünde yeri var. Yoldan koparılan çiçekle de, minik bir şirinlikle de karında Valentinecikler uçurmak mümkün o zaman. Değilse de varsın olmasın, o Sevgililer Günü yalnız geçsin, ne olacak. İnsan kendine dost olmayı becerebildiği gibi sevgili olmayı da becerebilmeli kimi zaman.
Bu temalı yazıyı yazarken Gazete Oksijen’in Selahattin Duman imzalı, son kullanma tarihi aşırı geçmiş testosteron spreyli yazısı gündemlere bomba gibi düştü. “14 Şubat çekmiş kılıcı geliyor” başlığı, “Sevgililer Günü geliyor, kadın kısmı yıllık katliama hazırlanıyor. Benim tahminime göre her yıl Şubat ayında 30-40 bin erkek telef oluyor” dahiyane esprisiyle. Bunun şaka olduğunun farkındayız, ama çok kötü bir şaka. Güldürmüyor. Kadın katliamının yaşandığı bir ülkede bu başlık en hafifinden, ayıp. Yazının devamı da klişelerle, aşağılamalarla dolu ağır cinsiyetçi mahalle kahvesi üslubunda maalesef. Sene olmuş 2021 hâlâ koç katımından giriyor, erkek beyninin bilmem neresindeki üreme pıtırcığının sperm saçma güdüsünden çıkıyor, arada birkaç dedikodu köşesini de yine aynı üslupla dönüyor.
Oksijen değil karbondioksit dendi ki çok doğru. Bu dönemde böyle bir yazının yazılabilmiş olması hadi neyse yazanı bağlar, yenilik, nefes iddiası taşıyan bir gazetede bütün denetimleri aşıp okur önüne marifetmiş, haftanın esprisiymiş gibi eşit derecede fena bir görselle servis edilebilmesine ne demeli?
Eski yazarların yeni mecralarda yazması değil mesele, zaman kapsülünde uyutulmuş gibi insanı şaşırtan bir demode cinsiyetçilikle kaldıkları yerden devam edebilmeleri. Özlediğimiz sadece gazete kokusu değil ki. Anlayıştan kötü kokular yükseliyorsa yazımı ekranımdan okumayı yeğlerim. Oksijen’in yayın hayatına başlama haberi hepimizi az buçuk heyecanlandırmıştı ki bünyesindeki Elçin Yahşi, Zeynep Miraç gibi deneyimli, iyi kadın gazetecilerin varlığı, içerdiği genel kadın emeği nedeniyle olsun, insan hâlâ tümden kötü bir şey söylemekten kaçınmaya çalışıyor. Ama yani bu devirde, bu anlayışla nereye gidilir?
TGS (Türkiye Gazeteciler Sendikası Kadın ve LGBTİ+ Komisyonu) bugün bu konuda güzel bir basın açıklaması yayınlayarak sadece Duman’ı değil gazetenin tüm yayın kadrosunu özür dilemeye, dilini ve politikalarını gözden geçirerek sorumlulukla hareket etmeye davet etti. Bu yeni mecranın bu haklı eleştirileri ciddiye alarak kendine bir oksi düzen vermesini, bu mecra kıtlığında içerdiği bazı iyi gazeteciler lehine olsun, diliyoruz.
Aşktan da hayattan da vazgeçmeyeceğiz. İster varsa sevdiğimizle, isterse hayallerimiz, umutlarımız, hayat boyu geçinme zorunluluğumuzun olduğu başlıca kişi olan kendimizle, çiçek gibi bir 14 Şubat dilerim.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI