Sevilay Çelenk: DEM Parti’yle yan yana gelmek gibi akıl dışı bir suç ilan ettiler

DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Sevilay Çelenk, Türkiye'de savaş ve barış kavramlarını kullanmanın zorluğundan bahsederek medyanın iyileştirici gücünü kullanabileceğini ifade etti.

Sevilay Çelenk
Google Haberlere Abone ol

ANKARA – Siyasetin yeni yüzlerinden Diyarbakır Milletvekili Sevilay Çelenk, kamuoyunun daha çok akademik kimliği ile tanıdığı bir isim. Medyada, sinema ve televizyon dünyasında emek veren pek çok kişinin 'Sevilay Hoca'sı olan Çelenk, bugün DEM Parti'de siyaset yapıyor.

Milletvekili olmadan önce barış üzerine söz kuran, çalışan, Barış Bildirisi'ni imzalayan İletişim Bilimci Prof. Dr. Çelenk'le barışın inşası önündeki engelleri, barışın inşasında medyanın rolünü ve Kürt sorununun medyada temsilini konuştuk.

Son yıllarda daha görünür olmaya başlayan muhafazakarlar ve sekülerler arasındaki 'gerilim'i de sorduğumuz Çelenk'le gündemdeki diziler Kızıl Goncalar ve Kızılcık Şerbeti'ni de değerlendirme imkanı bulduk.

‘BARIŞA DÖNÜK ARZU SAVAŞA DÖNÜK ARZUDAN DAHA ZAYIF’

Barış Bildirisini imzalamanızın üzerinden 7 yıl geçti. 7 yılda Türkiye barışa yaklaşamadığı gibi pek çok acı yaşandı. Türkiye'de barışın inşa edilmesinin önündeki engeller neler?

Barışın önündeki en büyük engel barış isteğinin geniş bir toplumsal zemine kavuşmaması ve sahiplenilmemesi. Diğer bir deyişle, barış talebinin toplumsallaşamaması. Aslında tarihsel olarak bu tüm dünyada da böyle olmuştur; savaş karşıtı hareketler genellikle kolay ortaya çıkmıyor ve kolay güçlenemiyor. Örneğin geçtiğimiz yüzyılda dünyanın farklı coğrafyalarında savaş karşıtlığının, anti militarizmin ve barış hareketlerinin güç kazandığı dönemler elbette oldu, bu dönemlerin muazzam kazanımları da söz konusuydu. Fakat bir yandan da bu güçlenme hep ağır tehdit altındaydı ve sıklıkla da kırılgan süreçler olarak yaşanıyordu. Ne yazık ki barışa yönelik arzu genellikle savaşa yönelik arzudan daha zayıf bir arzu...

Türkiye’ye gelince, toplumun farklı kesimleri arasında geniş bir toplumsal barış ihtiyacının olduğu giderek daha fazla dile getirilmekle birlikte, yine de burada “barış” dediğimiz zaman esas olarak Kürt sorunu etrafındaki bir barış talebini dile getiriyoruz. Türkiye’de siyasal alanın hakim aktörleri, Kürt sorununu kendi iktidarlarını pekiştirmek ve sürdürmek uğruna feci biçimde istismar ettiği, bir “beka siyaseti” kisvesi altında Kürtlerin eşit yurttaşlık temelindeki hak taleplerini çarpıttığı ölçüde barış talebini de baskılıyor. Çünkü Türkiye’de siyasi iktidarı ve gücü elinde tutanlar çıkarlarını barışta görmüyor. Barışın önündeki en önemli engel bu. Örneğin çözüm sürecinin akamete uğramasında, bu sürecin AKP’den çok HDP’ye yaramasının ve HDP’nin oylarını artırmasının, bununla kalmayarak özellikle İç Anadolu’da milliyetçi-muhafazakar tabanın AKP’den uzaklaşmasının rol oynadığını dile getirenler çok olmuştu. Kısacası başlangıçta, “çözüm süreci” gibi güç bir işe soyunmak AKP’ye siyaset alanında güç kazandırırken bir vadede bu sürecin tehdit ettiği çıkarlar görünür olmaya başlamıştı. Elbette sürecin bitmesini sadece AKP’nin çıkarlarına yönelik bir tehdide de indirgeyemeyiz. Barış süreci müesses nizama radikal bir meydan okumaydı aynı zamanda. Müesses nizam kendini sürdürmeyi önceledi diyebiliriz…

‘TÜRKİYE'DE SAVAŞ DA DİYEMİYORSUN BARIŞ DA...’

Türkiye’de toplumsal ve güçlü bir barış talebinin oluşmamasında siyasetin, siyasetçilerin kullandığı dil etkili mi?

Dil kuşkusuz çok önemli, bu yüzden de aslında büyük bir kavga da dil alanında cereyan ediyor. Siyasetin mevcut biçimi çok milliyetçi, çok militarist bir dil tarafından inşa ediliyor. Hiçbir zaman barış lehine konuşan bir dil olmuyor. Sadece şunu düşünmek bile zihin açıcı olabilir; Türkiye'de savaş da diyemiyorsun, barış da diyemiyorsun. Oysa ki bu ikisi birbirinin karşısında olan, olması gereken kavramlar. Bu sebeple de bunlardan birini daha rahat kullanabiliyor olmamız beklenirdi. Fakat öyle değil, bunlar bir sayfanın iki yüzü gibi, birinden söz ettiğinde diğerini de çağırmış oluyorsun. İşte bu yüzden de barış isteyen de terörle iltisaklı görülüyor, on binlerce insanımızın kaybıyla sonuçlanan ve onlarca yıldır süren bir çatışma halini “savaş” olarak tanımlayan da aynı biçimde suçlanıyor. Müthiş ezber bir dil karşımıza çıkıyor. “Savaş devletler arasında olur” deniyor mesela. Oysa “savaş” bu tanıma sıkıştırılamaz. Savaş, devletler arasında, devletlerle devlet dışı aktörler arasında, devletle belirli gruplar arasında ya da toplumun farklı kesimleri arasında yaşanabilir.

Kısacası dil üzerindeki bu tahakküm büyük bir sorun. Bir kısmını hiçbir zaman özgürce konuşamadığımız bir sorun hakkında söz söylemeye zorlanıyoruz. Belirli bir dile zorlanıyoruz. Çok zorlu bir mücadele söz konusu. Etraflıca konuşup sorunu ortaya koymakta bu kadar güçlük varsa, o sorun etrafında yol almak da güç, hatta imkansız bir şey oluyor. Maalesef söz dağarcıkları egemenlik ilişkileri çerçevesinde farklı dönemlerde farklı tercihlerle oluşuyor. Bunun üstesinden gelmek ve bu kıstırılmışlık içinde mücadele etmek her şeyi misliyle zorlaştırıyor. Ve bu siyasetle çok ilişkili bir şey...

‘BİR DE ETİKET YAPIŞTIRIYORLAR ‘TERÖR SEVİCİ’ DİYE; KİM, NİYE SEVSİN TERÖRÜ?’

Son birkaç seçimdir partinizin kriminalize edildiği bir kampanyalar dizisi gözlemliyoruz. Bu kriminalizasyon süreçlerinin siyaseten nasıl bir amacı var ve bu süreçler toplumsal barış talebinin oluşmasında engel mi? 

Evet, seçim süreçleri boyunca bu kriminalleştirme çok görünür bir hâl aldı. Fakat bir yandan da bu hiç yeni bir şey de değil. Kürt siyasi hareketi parlamenter siyaset alanında bir iddia ve bir varlık ortaya koyduğu 1990’lardan bu yana bu kriminalize etmenin de hedefi oldu. Yani DEM Parti’yi önceleyen bütün partiler benzer süreçleri yaşadı. Parlamenter sistem, parlamenter siyaset alanı Kürtlerin buradaki varlığına kolay razı olmadı. Ama sadece siyasi partiler ya da Kürt siyasetçiler de değil, Kürt sorunuyla ilişkili olarak söz alan, barış adına konuşan herkes, siyaset alanından dışlandı. Bu dışlama özellikle 7 Haziran 2015 sonrasında çok vahim bir karakter kazandı. Bu nedenle kriminalize etmeyi sadece bugüne dönük olarak yorumlarsak eksik bırakmış oluruz. Gelinen aşamada koca bir toplumu “terörist” olarak işaretleyen bir süreç söz konusu. Aslında siyaset alanının dışına itilmeye çalışılan, bu anlamda da şiddete zorlanan ve “terörize edilmiş” bir toplum söz konusudur. Cezaevleri eğitimli, eğitimsiz, işçi, işsiz, kadın, erkek, genç yaşlı Kürt yurttaşlarla dolu. Öğretmen, doktor, hemşire, iş insanı, sosyolog, gazeteci, medya çalışanı her kesimden yurttaş... Bunun üzerine düşünmek zorundayız.

Bunları konuşamıyoruz. Ağzını açana acayip etiketler yapıştırılıyor. Örneğin “terör sevici” gibi. İnsanın tüylerini ürperten bir tanım. Böyle saçma bir şey olabilir mi? Kim, niye sevsin terörü? Bu soruyu hiç sormamak da maalesef bu dil zorbalığının içinde yer almak anlamına geliyor.

Kürt toplumuna yıllar yılı reva görülen bu baskı, inkar, asimilasyon ve kriminalize etme bugün giderek bütün siyasal ve toplumsal muhalefete yaygınlaştırılıyor. Muhalefet her yolla, her türlü etiketlemeyle kriminalize ediliyor. Bir bakıyorsunuz Canan Kaftancoğlu hedefte, bir bakıyorsunuz Kemal Kılıçdaroğlu, Ekrem İmamoğlu ya da işte en son Özgür Özel.

DEM Parti’yle yan yana gelmek gibi akıldışı bir suç ilan ettiler. Böylesine ilkel bir dil, milyonlarca yurttaşın oyunu almış, meşru bir siyasi partiye karşı pervasızca kullanılıyor. Muhalefetin diğer bileşenleri, birçok temsilcisi CHP, İYİP, TİP, EMEP demeden kolaylıkla ‘terör sevici’ olarak damgalanıyor. Bir noktadan sonra zaten Kürtlere yakın uzak olmaktan bağımsız bir biçimde muhalefet etmenin kendisi terör faaliyetiyle eşdeğer görülüyor.

‘BİR NOKTADAN SONRA İNANDIRICILIKLARININ KALMADIĞINI DÜŞÜNÜYORSUNUZ, O NOKTADA EL ARTIRILIYOR’

Toplumda bu algının karşılığı var mı?

Bir şeyi ifrata vardırdığınızda tefritle sonuçlanır. Bahsettiğim damgalama, dışlama ve kriminalize etme durumu Türkiye'de uzun zamandır yoğun biçimde sürüyor. Bir noktadan sonra artık bunun çok işlemiyor olacağını, inandırıcılıklarının kalmadığını düşünüyorsunuz.  Öyle de oluyor nitekim. Fakat işte o noktaya her geldiğimizde el artırmalar karşımıza çıkıyor... Müthiş bir riyakarlık aslında. Muhataplarını da yılgınlığa sürüklüyor.

Elbette inandırıcılıkları aşındı. Ama bu aşınmanın toplumda daha ısrarlı bir barış ya da demokrasi talebine dönüşmesi de kendiliğinden olmuyor.

‘AKP İKTİDARININ EN BAŞARILI HAMLESİ ANA AKIM MEDYAYI KONTROLÜ ALTINA ALMASI OLDU’

İktidarın bu inandırıcılığı sağlamasında medyanın rolü ne?

AKP iktidarının en “başarılı” hamlesi daha iktidara gelir gelmez ana akım medyayı, yaygın medyayı tümüyle kontrolüne alması oldu. Bu, en erken tamamlanan işlerden biriydi. Türkiye’de bugün ‘ana akım medya’ diyebileceğimiz türden bir medyanın olmayışı, yaygın medyanın “iktidar medyasına” dönüşmüş olması AKP’nin kendi söylemini ve siyasetini toplumsallaştırmak bakımından çok avantajlı olmasını sağladı.

‘MEDYA BARIŞ ANLATILARINI ÇOĞALTABİLİR’

Barışın inşası, toplumsal bir barış talebi oluşması için medya ne yapmalı?

Bütün toplumlarda tarih boyunca, duvar yazılarından başlayarak savaşırken de barışırken de anlatılar kurulmuştur. Savaşan toplumlar da barışanlar da bunu mütemadiyen sözlü kültürde yazıda veya resimde hikâye etmeye, yeniden ve yeniden anlatmaya, kuşaktan kuşağa aktarmaya ihtiyaç duymuştur. Anlatmak bir ihtiyaçtır. Toplumlar travmalarını bir enkaz gibi sırtlarında taşımamak, anlaşılmak ve yükü hafifletmek için anlatırlar. Günümüzde -her ne kadar erişim imkanları bakımından bir eşitlik tam anlamıyla söz konusu olamasa da- anlatı mecraları çok çeşitlenmiştir. Bu mecralar birbirinin karşısında konumlandırılmış, düşmanlaştırılmış ya da birbirinden kopmuş toplum kesimlerini yakınlaştırabilir. Birbirlerinin hikayeleriyle “temas” imkanı sağlayabilir. Birbirlerini anlamaya ve bir diğerinin sırtındaki yükü tanımaya katkı sunabilir. Barışın inşasında bu anlamda bu mecralarda hayata geçirilmeyi bekleyen müthiş bir potansiyel söz konusu.

Bu bağlamda, medya ve barış dediğimizde aklımıza hep haberler geliyor. Ama televizyon dizisi gibi, sinema filmleri gibi anlatılar var. Üstelik bu anlatı imkanları uzun zamandır barış adına söz almak amacıyla kullanılıyor da.  Örneğin Yeşim Ustaoğlu Kürt sorununa ve Kürdün travmasına oldukça incelikli bir biçimde yer açan Güneşe Yolculuk’u 1999 yılında yaptı. 25 yıl olmuş. Kürt sorunu söz konusu olduğunda sinemada artık ciddi bir külliyat var. Şimdi tek tek saymaya ihtiyaç yok. Fakat televizyon dizileri bu anlamda fazla katkı sunamadı. Çok uzun yıllar zaten Kürt Sorunu da Kürt kimliği gibi yok sayıldı. Televizyon dizilerinde bir ima bile söz konusu olmadı. Kürtler dizilerde adları anılmadan folklorik bir öge gibi kullanıldı.

'KÜRT SORUNUNUN YOK SAYILMASI TELEVİZYON DİZİLERİNDE SÜRDÜ'

Kürt sorunu televizyonlarda, dizilerde temsil imkanı buldu mu?

TRT’de ve diğer majör televizyon kanallarında yayınlanan dizilerde böyle bir temsil imkanı aslında hemen hiç yaratılamadı. 2000’li yılların başında, Kürt coğrafyasında geçiyormuş gibi görünen örneğin Asmalı Konak, Berivan, Zerda, Sıla gibi diziler vardı ama hiçbirinde Kürt sorununa bir referans yoktu. Orası bir set, bir mekan olarak kullanılıyor, Kürtler bir folklorik öge olarak yer alıyordu. Bu dizilerin bazıları Kürt coğrafyasında çekilmiyordu bile.

Kürt sorununa televizyon dizilerinde daha açık biçimde değinildiği diziler, yine 2003’te yayına başlayan Kurtlar Vadisi, daha sonra 2008, 2009 yıllarında yayınlanan Şefkat Tepe, Sakarya Fırat gibi diziler, meseleyi tümüyle terör sorunu olarak işleyen güvenlikçi bir anlayışla ele aldılar. Diziler yüzlerce bölümde, son derece karikatürize edilmiş ve şeytanlaştırılmış figürler, mutlak iyiler ve mutlak kötüler arasındaki bir çatışma hali olarak anlattılar Kürt sorununu. Ne anadil üzerindeki baskı ne inkâr ne asimilasyon süreçleri ne köy boşaltmalar ve köy yakmalar bu dizilerde hakikate yaklaşma çabası içinde ele alınmadı. Yok sayılma bu anlatılarda da sürdü. Televizyon dizileri barış anlatıları olabilme potansiyelini hayata geçiremedi.

Kürt sorununun hakiki bir ilgiyle kavramaya dönük bir yerden kurulan bir anlatı pek az gördük. Benim aklıma bir tek Diyarbakır 5 No’lu Cezaevini anlatan Bu Kalp Seni Unutur mu? dizisi geliyor, ki onun da 16’ncı bölümde final yapamadan yayınına son verilmişti.

AKP iktidarının 21 yılında medyada barış kültürünü inşa etmeye dönük bir eğilim hiçbir zaman güçlenmedi. Oysa medya toplum kesimlerinin birbirlerinin itirazlarını, isyanlarını ve ne istediklerini anlamalarını haberden diziye her türden içerikle sağlama yeteneğine sahiptir.

‘DEZENFORMASYON YASASI NEFES ALABİLDİĞİMİZ SON MECRALARI DA BİZLER İÇİN ERİŞİLMEZ KILMANIN ARACI’

Medyanın içinde bulunduğu durumu yakından etkileyen Dezenformasyon Yasası'na da değinmek isteriz. Geçtiğimiz yıl yürürlüğe giren bu yasa ile ilk soruşturmalar, gözaltılar başladı. Bu yasa ile murad edilen ne?

Ana akım medya elimizden gidince, sosyal medyaya ciddi bir göç başladı. Türkiye’de yurttaşların yüzde 80’i sosyal medya kullanıcısı. Dijital mecralar ve sosyal medya, insanlara, AKP iktidarlarının yarattığı kıstırılmışlık karşısında ifade özgürlüğünü ve haber alma haklarını kullanabilecekleri bir mecra sundu. Yurttaşlar gündemle ve olaylarla ilişkili olarak kendi perspektiflerini tartışabiliyor, yazabiliyordu. Sansür Yasası olarak da anılan Dezenformasyon Yasası buraları da çok ciddi biçimde hedefe koymanın ifadesiydi. Yasanın 29. maddesi yalan haber yayma suçuna 1 yıldan 3 yıla hapis cezası getiriyordu ki neyin yalan neyin doğru olduğuna kimin karar verdiği bağlamında bile çok sorunlu bir düzenleme söz konusu. Suçun oluşması, yayılan haberin ülke güvenliği ya da kamu güvenliğini tehdit etmesi, halkı panik ve endişeye sevk etme kastının olması ve kamu barışını alenen bozması şartlarına bağlı. Kısacası son derece muğlak ifadelerle keyfince suç tanımlamaya izin veren bir düzenleme. Artık tarafsızlığından hiçbir şekilde söz edemeyeceğimiz bir yargı düzeniyle karşı karşıya olduğumuzu da düşününce, Dezenformasyon Yasası da nefes alabildiğimiz son mecraları bizler için erişilmez kılmanın araçlarından biri oldu.

‘KİMLİKLERE SIKIŞTIRILIYORUZ’

Bütün bunları üst üste konuşunca ürkütücü bir tablo ortaya çıkmıyor mu?

Ürkütücü tabi ki, bundan da öte gündelik olarak son derece boğucu. Sahiden hiçbir alan bırakmıyor... Sonuç olarak olan şey şu; kimliklerimiz, ırkçı ve dışlayıcı zihin dünyalarının denetiminde sürekli bir inkarın konusu olduğu ölçüde, o kimliklere sıkıştırılıyoruz. Geçenlerde Mehmed Uzun’un bir söyleşisini okudum. Biliyorsunuz, modern Kürt dilinin ve edebiyatının mimarlarından olan Mehmed Uzun, uzun yıllar İsveç’te yaşamıştı. O söyleşisinde şöyle bir şey söylüyordu: “Çok İsveçli hissettiğimde sıkılıyorum. Çok Türkiyeli hissettiğimde sıkılıyorum. Yoğun ve sadece Kürt hissettiğimde de sıkılıyorum.” Mehmed Uzun’un burada esasen, bunların hiçbirine sıkıştırılmamak, birine ya da diğerine zorlanmamak, bu kimliklerin hepsiyle birlikte ve bunların ötesinde özgür bir dünya yurttaşı olmaktan söz ettiğini düşünüyorum. Gerçekten de böyle değil mi? Keşke bütün mücadele gücümüzü, bir kimlik mücadelesi etrafında değil de dilimiz ve kimliğimizi haysiyetimizle yaşadığımız bir dünyada, başka alanlarda açığa çıkarma şansımız olsaydı.

‘AKP SEKÜLER-MUHAFAZAKAR KUTUPLAŞMASINDAN YARAR GÖRDÜKÇE AYRIM ÇOK DAHA KESKİNLEŞTİ’

Son yıllarda muhafazakar ve seküler kimlikler üzerinde de bir sıkışmışlık hali ve bu kimlikler üzerinden de açığa çıkan bir çatışma olduğu söylenebilir mi?

Aslında bu hep vardı. Cumhuriyet tarihinde “merkezden dışlananlar” tartışması hiçbir zaman eksik olmadı ve bu, sıklıkla kamu bürokrasisinden ve iktidar alanlarından laik bir elit lehine, muhafazakar Anadolu halkının (milletin) dışlanması olarak gündeme geliyordu. AKP 21 yıllık iktidar süresince rövanşist iktidar uygulamaları ve  hukuk dışı müdahalelerle bu durumu tersine çevirme uğrunda epeyce mesafe kat etti. Buna da iki kesim arasında bugüne dek görülmemiş ölçülerdeki derin bir kutuplaşma eşlik etti. Ama AKP’nin tıpkı Kürt sorunu etrafındaki kutuplaşmadan yarar görmesi gibi bu kutuplaşmadan tabanını konsolide ederek yüksek yarar elde etmesi sonucu bu ayrım, bu kutuplaşma çok daha keskinleşti.

'KIZILCIK ŞERBETİ’NE BENZER BİNLERCE HİKAYE VAR'

Bu ayrımı konu edinen iki dizi var; Kızılcık Şerbeti ve Kızıl Goncalar. Bu iki dizinin bu kadar çok ilgi ve aynı zamanda tepki çekmesinin sebepleri neler?

Kızılcık Şerbeti’nde daha ziyade aileler ve evlilikler etrafında örülü ilişkiler ve bu çerçevede yaşanan karşılaşmalar üzerinden süren muhafazakarlık ve sekülerlik çatışması var. Aslında bu karşılaşmalara televizyon hikayelerinde, dizilerde yer açmak kendi içinde iyi bir şey. Farklı kesimler, birbirlerine karşı düşmanlaştırılmış ya da kutuplaştırılmış kesimler ancak birbirlerinin duygu dünyasını anlayabildikleri ölçüde bu çatışmayı aşma şansı doğabilir. Bu elbette bir günden diğerine, bir dizi izleyerek olmaz ama bu diziler de bu tür bir birlikte yaşama kültürünün inşasına katkıda bulunabilir. Elbette oturup izlesek bu yakınlaşmanın hilafına işleyen sayısız alt metin, bu niyetten çok uzak anlamlar çıkarabiliriz. Ama bu meselenin konuşuluyor olması hiç konuşulmamasından iyidir. Çünkü gerçek dünyada da böyle çatışmalı, sekülerlik muhafazakarlık bağlamında sert ilişkiler yaşayan binlerce aile var.

Muhafazakar kesimin de seküler kesimin de travmaları var; 28 Şubat var. Seküler kesimin yaşam tarzı kaygıları var. Bunlar da gerçek kaygılar. Bu ailelerin yolları bu travmalar ve bu kaygılarla birlikte kesişiyor. Bu kesişmenin ve bundan doğan çelişkilerin anlatı dünyasında da yer bulmasının hiçbir zararı yok. Kürt meselesinde de böyle. Bu süreçler konuşulmadığı zaman travmanı ve onun enkazını sırtında tek başına taşıyan oluyorsun. Hayat hep o ağırlıkla devam ediyor. Halbuki, hikayelerimizi konuşmak ve paylaşmak birbirinin yükünü de alan bir şeydir. Muhafazakar ve seküler tartışmasında da neden böyle olmasın? Birbirinin dünyasını anlamak neden biraz da bu yolla olmasın?

Kızıl Goncalar aile hikayesinin ötesine geçiyor, baskıcı ve gündelik hayatın her alanını düzenleyen kuralların hakim olduğu tarikat yapılanmalarını, tesettürlü kadınları, okula gidemeyen çocukları ve gençleri anlatıyor. Aile içi şiddetin, kadına karşı şiddetin bu tarikat yapılanmaları içindeki görünümlerini aktarıyor. Tarikat üyelerinin bağnazlığının karşısına, seküler bağnazlığı çıkarıyor, daha doğrusu bu “bağnazlık” olduğu akla bile gelmeyen şeyi açık ediyor. 

Kızıl Goncalar’da bu bağnazlığı, üstün zekalı bir karakter olarak kurgulanan Zeynep adlı örtülü genç kız, seküler Fizik Profesörü Süavi karakterine mealen aktarırsak bir mantık önermesiyle şöyle açıklıyor:

28 Şubat göndermeli bu sahnede: "Mantık önermesi... p=q... p=Efendi Hazretleri, q=Suavi. p=Kapalı kızlar okulda okuyamaz, q=sadece açık kızlar okulda okuyabilir. Olan hep kızlara oluyor. Ne farkınız var? Aynısınız..." Aslında dizinin bu “aynılık” ihtimaline hiç prim vermeyen sıradan izleyiciye bir an için bunu düşündürtmesi bile çok kıymetli bence.

‘KIZIL GONCALAR’DAKİ TARİKATLAR MI TOPLUMUN DEĞERİ?’

Neden bu kadar tepki gördü?

Sanıyorum İsmail Ağa Cemaati en büyük tepkiyi gösterdi. RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin de bugüne dek en çok tepki alan dizi olduğunu söyledi. Gerçi bu bilgi, bana pek inandırıcı gelmiyor. Öyle olsa bile bu durum, yayın durdurmayı gündeme getirmek zorunda değil. Bugüne kadar bu tarikat yapılanmaları böyle keskin bir resim olarak önümüze hiç koyulmamışsa, koyulduğunda elbette ki bazı itirazlar olacak. Ama sadece itiraz ediliyor ya da toplumun değerlerini aşağılıyor gibi bir gerekçe ve kanaat üzerinden böyle ciddi bir yaptırıma gidilemez. Toplumun hangi değerini aşağılıyor? Nasıl aşağılıyor? Birçok karanlık boyutu da olduğu aşikar olan o dizideki belirli bir tarikat örgütlenmesi mi toplumun değeri? Bunlar cevaplanmaya muhtaç sorular.

Dizinin tepki görüyor olması değil mesele, giderek vahimleşen tarikat örgütlenmeleriyle  iç içe geçmiş devlet aygıtının ve bu iç içe geçmenin handikaplarının görünür hale gelmesi rahatsız ediyor.

'CEMAATLERLE GEÇMİŞİ OLAN İKTİDAR DİZİDE DE OLSA BU HAFIZANIN TAZELENMESİNİ GÖRMEK İSTEMİYOR'

Bugün, Fethullah Gülen cemaat örgütlenmesiyle upuzun tarihi bir geçmişi olan siyasi parti iktidarda. “Kandırıldık” deyip geçtiler. O yapıyla bağlarının ve ilişkilerinin hesabını hiç vermedikleri gibi büyük bir yüzsüzlükle suçlarını kendilerinden başka herkese yansıttılar. Devamında da ders almadan başka cemaatlerle aynı türden pazarlıklar ve ilişkiler içine girdiler. Elbette bu iktidar, dizi de olsa, temsil dünyası da olsa, hikaye dünyası da olsa bu bağlantıların biraz derinlerine inen bir anlatıyı görmek istemiyor. Bu dizi devam ederse daha ayrıntılı konuşma şansımızın olacağını umuyorum.