Ani nerede hani?
Karşımızda önemli bir kısmı ayakta duran muhteşem şehir surları. Ana sur kapısından içeri girer girmez göz alabildiğine boşluk. Zamanında yüz bin kişinin yaşadığı şehirden geriye tek bir ev bile ulaşamamış, üç beş kilise ve tek bir cami gökyüzüne doğru uzanmış yakarıyor!
Acaba tam olarak neredeyiz? Google Maps'te hava karardı. Sınırda, kıyıdan kıyıdan gidiyoruz. Diğer yan Ermenistan. Komşunun evlerinin ışıkları bir yanıp bir sönüyor, aynı iki ülkenin ilişkileri gibi. Aslında o kadar birbirine yakın, o kadar benzer, bir o kadar da yabancı. Yüzyıllarca bir arada yaşayan iki toplumun ilişkilerinin ilkokuldaki adı bizde Taşnaksütyun onlarda Ermeni...
Yıllar önce İstanbul Kocamustafapaşa yakınlarında bir yerlerden geçiyoruz, uzaktan bir kilisenin çatısı görünüyor. Nefret, şoförümüzün dudaklarının arasından kısık sesiyle ıslık çalıyor: "Pis Ermeni d.lleri." Biz duyalım diye mi, yoksa farkına bile vardırmadan mı sızıyor ırkçılık. Böyle durumlarda aklıma hemen Balkanlar gelir, özellikle de adları zorla değiştirilen Bulgaristan'daki yurttaşlarımız. Müdahale etmek isterim, olaya daha geniş bir perspektiften bakmak, baktırmak. Bazen enerjim ve zamanım yeter, bazen susarım. Gece karanlık, Ermenistan'ın dibinden ilerliyoruz. Bulgaristan çok uzak, benzer zihniyet çok yakın.
Yollar, ay ışığında kıvrıla kıvrıla Kars'ı buluyor. Gündüz salınmış ineklerin, akşam olunca evlerine kendiliklerinden dönmesi gibi. Nedense bir anda Cahit Külebi'nin dizeleri geliyor aklıma; söz konusu olan uzun yıllar Rus işgalinde kalmış olan Kars şehri olduğu için mi acaba? "Bu toprak bizim yurdumuzdur...Edirne'den Ardahan'a kadar." Pek çok uygarlığa yurt olmuş bu topraklarda hisler yurtseverlik, milliyetçilik ve ırkçılık arasında salınıp gidiyor.
Kars da birçok şehir gibi gece daha güzel. Ya da apartmanların gölgesinden azade gece, yeni Kars'ın çirkinliği biraz olsun saklayabiliyor. Eski şehir daha da parlıyor. Karanlıkta gözümüz görmeden sadece kulaklarımızın duyduğu su şırıltıları arasında varıyoruz Katerina Sarayı'na. Şehrin sonunda, Kars Kalesi'nin eteğinde, Kars suyunun yanı başında yükselen iki katlı eski bir Rus yapısını otele dönüştürmüşler. Altın varakla bir sorunun yok ise tarih kokulu, tertemiz, yepyeni bir otel. Biz çok memnun kaldık. Mevsim dışı olduğu için görece uygun olan fiyatlar, kışın yükseliyormuş.
Sabah erkenden köy kahvaltımızı yapıp yola koyuluyoruz. Şehrin ortasından bir ok gibi fırlayıp, sadece ve sadece Ani'ye varan, birden bire sona eren çıkmaz sokak. Karşımızda önemli bir kısmı ayakta duran muhteşem şehir surları. Ana sur kapısından içeri girer girmez göz alabildiğine boşluk. Zamanında yüz bin kişinin yaşadığı şehirden geriye tek bir ev bile ulaşamamış, üç beş kilise ve tek bir cami gökyüzüne doğru uzanmış yakarıyor! Yapayalnız insansız. Yıkıntıları gezdiren yol bir çember, sağdan da başlasan soldan da yine aynı yere varıyorsun. Soldan başlıyoruz. Bagratuni Ermenilerinden Bizanslılara, Selçuklulardan Gürcülere, Kürtlere ve Osmanlılara kadar birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış Ani. İpek Yolu üzerinde yer aldığı için de hep zenginmiş.
Ani'nin tam ortasında yer alan en büyük yapı Ani Katedrali olarak anılıyor. 1001 yılında, Ani’nin nüfus ve zenginlik bakımından dorukta olduğu dönemde, Ermeni kralı 1. Gagik döneminde tamamlanmış. Katedralin mimarı Trdat, Ayasofya’nın kubbesini tamir eden kişi olarak tanınıyor. Kafanı yukarı kaldırdığında kubbenin olması gereken yerde gökyüzü. Seni, beni, hepimizi kucaklıyor.
Dümdüz şehir sanki yarımada, üç yönde bir anda uçurumla sonlanıyor. Arpaçay Nehri, yüzyıllar boyunca yeryüzünü aşındıra aşındıra derinlere inip menderes yaptığı yerde Ani'yi kollarının arasında kucaklayıvermiş. Yine de kendisinden daha güçlü olan depremler ve savaşlardan koruyamamış. Uçurumun kıyısında tüm ihtişamıyla Surp Kirkor Kilisesi dimdik ayakta. Freskleri Gürcü ressamların yaptığı tahmin ediliyor. Oturup izliyorsun, ruhun dinleniyor.
En tepede yer alan kaleye doğru ilerlerken; aşağıda bir yerlerde, kulemsi bir kubbe belirir gibi oluyor. Sanki kıvrak bir keçi, anında ortadan kaybolup kayaların arasında tekrar beliriyor. Acaba oraya nasıl varılır? Eylül'ün son demleri, bir gün önce Doğubeyazıt'ta terk ettiğimiz kara bulutlardan eser yok. Pırıl pırıl gökyüzünü dik keserek uçuşan sineklerin kaynağı şimdi anlaşılıyor. Uçurumda buldukları küçük düzlüğe yayılmış inek sürüsü ve tezek kokusu. Aşağılarda tek başına gizlenmiş, adını bilmediğim ufak bir şapel. Turistler buralara kadar inmiyor. Tam karşısı elini uzatacak mesafede Ermenistan. Arada Arpaçay, etrafta tek bir insan yok. Hemen ileride ortadan kopmuş olan köprü iki yakayı birbirine bağlıyormuş bir zamanlar. Aklıma İvo Andriç'in klasik romanı Drina Köprüsü geliyor. Zamanda gerilere gidip, Ani'ye tekrar dönüyorum. Kim bilir İpek Yolu'nun üzerindeki bu köprüden kimler geldi geçti, etrafında ne hayatlar yaşandı?
Gönüllü olarak çıktığım ana yoldan, keçi yollarını takip ederek, başka bir uçurumun kenarındaki Ebu'l Manuçehr Camii'ne ulaşmaya çalışıyorum. Tezek kokusu yerini zaman zaman binbir çeşit ottan gelen mis kokulara bırakıyor. Baharın son havası, açıklıkta sımsıcak, gölgede serin. Ortada arılar olsa ilkbahar sanacaksın. Muhteşem bir minare, açık ve koyu taşların tezatıyla bezenmiş enfes bir yapı. O dönemin Türkiye sınırları içerisindeki ilk cami olarak anılıyor. Planör olup kocaman pencerelerinden Arpaçay'a uçmak istiyorsun. Etrafta kimse yok, yine sessizlik...
Kaleye doğru ilerlerken tek tük insanla karşılaşıyorum. En tepeye vardığımda Türkiye ve Ermenistan'ın tam ortasından yukarılara doğru yükselmişim. Orada, her şey daha berrak ve tarafsız. Sınırlar siliniyor. "Keşke!" diyorum, "Aramızdaki şu köprü tamir edilse. Ama, ama, amalar bitse..."
Buraya kışın tekrar gelmeli. Her gezi ne de olsa bir sonrakinin hedefini belirliyor. Elime bir taş alıp sanki bütün enerjimi içine dolduracak gibi sıkıyor, bir dilek tutuyorum. Dilekler söylenmez derler, barışa adananlar hariç...
Bu yazıya ilişkin bütün fotoğrafları görmek için blog sayfam Memur Çocuğu'nu ziyaret edebilirsiniz.