Porto'da düdüklü balayı
Bir saat içinde Plaça Ribeira’dayız. Douro Nehri’nin kıyısı, Luiz I Köprüsü’nün dibinde yer alan bu meydan şehrin kalbi. Porto’nun klasik panoramik görüntüsünü yakalamak istiyorsan, hemen karşı kıyıya geçip burasının fotoğrafını çekmen yeterli.
-Düdüklü tencere mi o?
-Evet.
-Balayına düdüklü tencere mi götüreceğiz?
-Evet.
Yirmi yıl önce gençtik. Bırak balayı yapmayı evlenecek paramız yoktu. Söz dinledik mi? Hayır. Ailelerimiz sağ olsun, masrafları karşıladılar. Öğlen Atakule’de evlendik, akşam aile arasında eğlendik, sabah ailelerin devre mülküne doğru yola çıktık. Yemek yapmaya bayılırım, tatilde değil. Tatil gezmek içindir, yine de her akşam abur cuburla geçiştirilemez. Hem balayı hem ev yemeği diyorsan çözüm düdüklü tenceredir.
Kaş, Kalkan, Patara, Xantos ve bol tost; akşamları da düdüklü tencerede pişirilmiş zeytinyağlı çeşitleri olmak üzere müthiş bir balayı geçirdik. Birbirimize, ileride bir gün, daha farklı bir balayı sözü geçirme sözü verdik. Ardından ilk çocuk, sonra ikincisi, o masraf, bu harcama derken yıllar geldi geçti. Beş, on, on beş; balayı yalan oldu, ta ki yirminci yıl dönümü gelinceye dek.
Çaktırmadan, ağzından laf almaya çalışıyorum. Portekiz ve Malta, hep görmek istediği iki ülke. Ada tatili favorim olsa da, Malta nedense klostrofobik geldi. Porto gidiş, Lizbon dönüş, biletleri aldım, kalınacak yerleri ayarladım. Eşimden, içeriğini belirtmeden, eylül sonu ekim başı takviminde o haftayı boş bırakmasını rica ettim. Yirmi yıl sonra; ideal ve romantik koca olma yolunda geç ve hızlı adımlarla ilerliyorum. Bütün yakın arkadaşlarım durumdan haberdar, hepsi sırtımı sıvazlıyor: “Bravo, şahane bir şey yapıyorsun.” Bende hava bin beş yüz.
O gün! Esenboğa Havalimanı sanki daha farklı. İkimizin de dudaklarının kenarına asılı minicik bir tebessüm. Çocuksu saf bir sevinç. Yer hostesine nereye gideceğimizi ağzından kaçırmaması için verilen telkin. Sürprizin büyüsü. İstanbul’a inip, uçuş kontuarına varıncaya dek ağzımdan tek kelime kaçırmamanın dayanılmaz hafifliği.
Star Trek. Uzay gemimiz ışık hızını aşmak üzere, sarsılıyoruz, gökkuşağından bir kaos, dev bir ışık huzmesinin içinden başka bir boyuta geçiyoruz. Tok bir sessizlik ve zifiri sonsuz uzay. Her şey geride; kahkahalar, kavgalar her şey, sadece ufuk çizgisi. Porto semalarındayız. Sadece ve sadece ileriye, okyanusun ötesine bakmak istiyorum.
Şimdi lütfen her neredeysen rahat bir yer bul kendine; koltuğuna yayıl, sandalyende kaykıl ya da yere uzan. Keyfin nasıl isterse. Kendimizi tesadüf tanrıçasının kollarına bırakacağız. Porto görece küçük bir şehir, buna karşın yapacak çok şey var. Ama biz, bir şey yapmak için çaba harcamayacağız. Yolun tüm doğallığıyla rehberlik etmesine izin vereceğiz. Tamam mı, kabul mü?
Uçağımız öğlene doğru Porto Francisco Sa Carneiro Havalimanı’na indiği anda, Köle Isaura yanı başımızda. Hayatlarımıza zembille inen ilk Brezilya dizisinin şarkılarından kulaklarımızda kalan yumuşak “j” ve “ş” sesi karışımı, her yanımızı saran mavi fayansların derzlerine işlemiş.
Çocuklar biraz olsun kulak dolgunluğuna sahip oldukları dilleri taklit etmeye bayılır ya; örneğin “r” harfini kusarcasına vurgulayarak, her kelimenin sonuna “ö” harfini ekleyerek Fransızca şarkılar söylemek ya da “İh möhte ayna köfte”li Almanca şakalar. San Remo İtalyancası, İspanyolca, Arapça, Rusça hatta İsveççe bile taklide müsait diller, Portekizce değil. Yabancı dillere yatkın olmama rağmen, yolculuk boyunca tek bir sokak adını bile doğru söyleyememek; sosyalleşeceğim diye duyduğum her kelimeyi, bilmediğim bir dil olan İspanyolca gibi telaffuz etmeye çalışmak.
Portekiz farklı, Avrupa’ya ne kadar benzerse benzesin, başka bir mevhum. Türkiye gibi aslında. Kıtanın iki ucundaki bu iki ülke, birisi Amerika diğeri Asya’ya uzanmanın, farklı kıtalara bakmanın eksantrikliğinde buluşuyor.
Bir saat içinde Plaça Ribeira’dayız. Douro Nehri’nin kıyısı, Luiz I Köprüsü’nün dibinde yer alan bu meydan şehrin kalbi. Porto’nun klasik panoramik görüntüsünü yakalamak istiyorsan, hemen karşı kıyıya geçip burasının fotoğrafını çekmen yeterli. Eşyalarımızı bir yatağın zar zor sığdığı odamıza bırakıp yürümeye başlıyoruz. Portekiz’de turizmin revaçta olmaya başladığı ilk yıllarda fiyatlar diğer Avrupa ülkelerine göre daha iyiymiş, artık özel bir ucuzluğu yok, en azından döviz artışlarından nasibini almış bizler için.
Şehrin simgesi Don Luiz I köprüsünün Gustave Eiffel tarafından yapıldığı, yaygın ve yanlış bir bilgi. Adını Luiz’in eşi Dona Maria Pia’dan alan çok yakındaki başka bir köprü Eiffel tarafından tasarlanmış. Mimariye özel bir ilgin yok ve zamanının kısıtlıysa ziyaret etmene gerek yok, uzaktan daha hoş görünüyor.
Hedefimiz, demirden bir dantel olan Luiz I Köprüsü’nü geçip, karşı kıyıda yer alan, meşhur Porto şaraplarının saklandığı mahzenlerden birini ziyaret edip tadım yapmak. Belli ki tesadüf tanrıçasının bizim için başka planları var. Köprünün sonunda birikmiş insanların, uğultuları göğe doğru yükseliyor. Birisi köprü trabzanlarının üstüne çıkmış. Yoksa atlayacak mı? Yaklaşıyoruz, ortada polis falan yok. Bir değil üç delikanlı, yan yana dizildikleri için tek kişi sanmışız. Biri esmer, diğerleri kumral, öbürü siyahi: işte Portekiz. Üzerlerinde mayoları el çırpıyorlar, kalabalık alkışla yanıt veriyor. Bir gösteri. Kalabalığın içine karışıyoruz. Acelemiz yok, ılık eylülün öğleden sonrasında. Ekibin dördüncü genç üyesi elindeki kasket ile para topluyor. Delikanlılardan biri atlayacak gibi yapıyor, heyecan dorukta, sonra vazgeçiyor, alkışlar, değişik dillerdeki tezahüratlar “Hadi, hadi, hadi…” anlamına geliyor her halde. Kasketteki Avrolar şıngırdayacak kadar çoğalıncaya dek alkış faslı devam ediyor. Hooop… Biri suya atlıyor. Alkışlar, alkışlar, alkışlar… Kalabalık yavaş yavaş dağılıyor… Porto halkı rengarenk, turistler de öyle.
Yüzlerce şarap üreticisinden hangisini seçeceğiz? Elbette adını telaffuz edemeyeceğimiz bir tanesini. Douro kıyısında sakin adımlarla ilerliyoruz. Rıhtımdaki granit blokların üzerine uzanmış, yazgüz güneşinin altında uyuklayan kertenkele misali yaşlı turist. Karşı kıyıyı tualine aktaran ressam. Renkli yerel giysileri tek katlı cam binanın içinden seçilen kadınlar. Dalıyoruz içeriye. Meğerse burası turizm ofisiymiş, o gün de turizm günü. Kumaş çanta hediye ediyorlar, broşürler ve iki tane teleferik bileti. Günün gidişatına, kendiliğinden eklenen bir yol daha.
Adriano Ramos Pinto; şarap evinin müze rehberinin anlattığına göre epey zampara ve gözü pek bir girişimci. Duvarlardaki fayanslara yansıyan şarap tanrısı Dionysos’un eğlenceleri durumu gözler önüne seriyor. Adriano, 1880 yılında Ramos Pinto’yu kurarak başladığı şarap üretimini hızla arttırıyor. Kısa sürede Brezilya’ya yapılan porto şarabı ihracatının yüzde ellisini eline geçiriyor. Aynı zamanda süper bir pazarlamacı ve bilinen ilk promosyon malzemelerinin fikir babası. Müzede o dönemde ürettikleri birçok promosyon malzemesini görmek mümkün. Mazbut bir abisi var, perde arkasında kalmayı tercih eden, hesapları tutan kişi. Hep öyle olmaz mı, müessese dediğin ekip işi gerektirir.
Rehberimiz anlatıyor: “Porto zenginliğini şarabına borçlu. Porto şarabı, bildiğiniz anlamda bir şarap değil. Şarap oluşurken fermantasyon sırasında şeker alkole dönüşüyor, biz bu işleme tam ortasında müdahale ediyoruz. Karışıma, yüzde 88 alkol oranında saf brendiyi katınca fermantasyon duruyor. Böylece genelde tatlılarla birlikte sunduğumuz yine pek tatlı bir içki elde ediyoruz. Aslında şans eseri bulunan bir yöntem bu. Uzak diyarlara gemilerle taşınan şarabın, yolda sallana sallana fermantasyonuna devam edip bozulmasını engellemek için geliştirilmiş. Porto şarabı Douro nehrinin iki kıyısındaki bağlarımızın kıraç toprağında yetişen çeşit çeşit yerel üzümden yapılıyor. Yerinde üretilen şarap, eskiden yelkenli nehir kayıklarıyla, şimdi tırlarla Porto’ya taşınıyor ve sadece şehrin güneyinde yer alan mahzenlerde saklanıyor. Burası yani Vila Nova de Gaia’nın çok özel bir iklimi var.”
Müze turundan sonra mahzenleri gezip, ücretli şarap tadımına geçiyoruz; oradan da hediye teleferik biletlerimizle tırmanışa. Teleferikten inip biraz yürüyünce Mosteiro da Serra do Pilar denilen eski bir manastırın kapısına ulaşıyorsun. Bütün Porto ayaklarının altında sanıyor, yanılıyorsun. Durma gir içeri. Nefesin azıcık kesilse de, manastıra dahil olan kilise yani Igreja da Serra do Pilar’ın kubbesine tırmanmak ayrı bir keyif. Görevli seni eski taş koridorlardan geçiriyor, kocaman anahtarlar büyük büyük kapıları açıyor, bir sürü merdiveni tırmanıp bir anda gün yüzüne çıkıyorsun. İşte asıl manzara. Bir yanda Douro boyunca uzanan şarap mahzenleri ve yelkenli kayıkları, diğer yanda mavi fayanslı Porto evlerini, martılarla birlikte kuş bakışı izliyorsun. Çıkışta gezilen kilisede Meryem Ana ile karşı karşıya gelince aklına iki kişi geliyor, Frida Kahlo ve “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna.” dizelerinin sahibi Orhan Veli. Neden mi, tüm Porto’da iki kaşı birbirine bitişmemiş tek Meryem Ana heykeli ya da tablosu görmek pek mümkün değil de ondan. Ne kadar doğal, her ülke evrensel dini figürleri bile kendi kültürüne göre şekillendiriyor. İsa’sını kendisine benzeteni çok görmüştüm ama Meryem Ana bir ilk oldu.
Güneş yavaş yavaş dinlenmeye çekilirken kendimize ara sokaklarda yerel bir lokanta bulduk. Ebru okyanus sardalyası diyebileceğimiz küçük bir balık yerken, ben tencere yemeğini tercih ettim. Neymiş o diye sorarsan, adını bilmiyorum, hatırlamam ya da telaffuz etmem imkânsız. Böyle çeşit çeşit etler, sosis görünümlü şeyler, yanında da pilavımsı. Türkiye dışında pirinç ile yapılan her şey pilavımsı zaten, lapa olmasın yeter. Özet: Portekiz yemekleri çok lezzetli ancak biraz tuzlu.
Ertesi gün erkenden kalkıp yakındaki bir kafede kahvaltımızı ayak üstü yapıp sokaklara dalıyoruz. Biraz İstanbul’a benziyor, hala bozulmamış. Çamaşırların balkonlara asıldığı, iç içe, kısa kısa, kesik kesik bir sürü yokuş. Tırmanarak Paço Episcopal do Porto, yani Piskoposluk Sarayı’na varıyoruz. Bilmem neden saray gezmekten vazgeçemiyorum. Bildiğin saray, anlat desen anlatırım da, dikkatimi toplayamıyorum ki yetmiş yaşındaki “Üç Leica’lı Japon Teyze”ye bakmaktan. Bir değil, iki değil, üç tane Leica marka fotoğraf makinesi var ve her biri özel tasarım. Hatta bir tanesi, umarım sahtedir, timsah derisi kaplı.
Elimdeki ayfona bakınca, sabah afyonum da patlamış oluyor. Hem ben ne yapayım o kadar makineyi, bir sürü ağırlık. Tak sepeti koluna herkes kendi yoluna. İnsan yürüdükçe yüklerini atıyor Porto’da. Binaların yüzünü kaplayan mavi fayanslar, şehirden biraz uzakta kaldığı için içerlemiş olan okyanusu her an hatırda tutturuyor. Burada biraz duracağız, tarihi tren garı: Porto São Bento. Öyle büyük bir bina beklemeyin. Porto küçük bir şehir dedim ya, tren garı da öyle. Acaba dünyanın en etkileyici fayansları burada mı? Dört duvar, yerden tavana kadar maviye boyanmış tarih. Saatlerce otur izle, uyarayım, bir süre sonra boynun ağrımaya başlıyor.
Her ünlü şehrin, muhakkak tarihi bir kafesi var, burasınınki Cafe Majestic. Deniz ürünleri çorbası, ekmekle yersen doyurucu. Üzerine çam fıstıklı tartını öneririm. Çıkışta birkaç dükkân ileride, İtalyan dondurması gelatoyu görünce dayanamayıp onu da mideye indiriyorum. Artık akşama kadar tokuz. Yani ben tokum, Ebru dondurmayı çok sevse de makul bir insanın yapması gerektiği gibi iradesini koruyor.
Yürüye yürüye semt pazarına varıyoruz: Mercearia do Bolhão. Renk cümbüşü, taptaze sebzeler. Çeşit çeşit tropik meyvelerin kaynağı ise, yüzyıllardır Portekiz’in bir parçası olup Atlantik Okyanusu’nda yer alan Madeira ve Azor adaları. Peki ya o kocaman Taşköprü sarımsakları, acaba Ponte Luiz I Köprüsü’nden mi geliyor, ne dersin? Pazardaki peynir, şarküteri ve deniz ürünlerinin çeşitliliği dudak uçuklatıyor. Aklıma bizim düdüklü tencere geliyor, acaba yanımızda getirse miydik? Kaldığımız yere küçük olsa da bir mutfak bankosu koymuşlar, şimdi bu malzemelerle neler neler pişirilirdi. Ah o jumbo karidesler…
Sokaklar, meydanlar, heykeller. Yürü, sadece yürü, bu bile yeter. Ama ne yapayım içim kaynıyor. Karşımda Torre dos Clérigos, Clerigos Kilisesi’nin çan kulesi, tırmanmayalım mı? Çoktan basamakları arşınlamaya başladık. Bu kez şehrin manzarasını başka bir açıdan görüyorsun. Doyumsuz bir güzellik. İnişte hiç tanımadığım bir turist ile kucak kucağayız, ne hikmetse saat başı, çanların dibindeyiz. Unutmaya yüz tuttuğum bir hareket, kadın baş parmağıyla damağını yukarı itiyor. Demek ki evrenselmiş. Dünyada hâlâ en az iki kişi yapıyor, biri annem diğeri biraz önce kucağıma zıplayan, şimdi karşımda duran hiç tanımadım orta yaşlı kadın. Birbirimize gülümsüyor, el sıkışıyoruz. Ömrümüz boyunca bir daha asla karşılaşmayacağımızı bilmenin el vedası. Hayat ne acayip. İnsanla insan olmak ne güzel.
Kilisenin tam karşısında ömrümde gördüğüm en orijinal parklardan biri. Üzeri zeytin bahçesi ile örtülü görünmez bir kapalı çarşı. Altında alışveriş yapılan, tümülüsvari bu mekân, etraftaki tarihi dokuyla mutlak bir uyum içerisinde. Genç, yaşlı, çocuk, yüzyıllık zeytin ağaçlarının altında ılıman havanın tadını çıkarıyor. Parkın hemen ardında bir mücevher: Livraria Lello, tarihi Lello Kitapçısı. Ahşabın Gotik hali. İçeriye girmek için sokağın ilerisindeki başka bir dükkândan bilet satın alıyor, bir miktar da sırada bekliyorsun. Satın aldığın kitaptan bu biletin parasını düşüyorlar. Çoğu kitap Portekizce, hiçbir önemi yok, dünyanın diğer ucundan kendini gerçek Harry Potter diyarında hissetmek isteyen binlerce insan buraya akın etmesine engel değil. Şu anda bize doğru yürüyen iki Erasmus öğrencisi dışında, Türkiye’den gelen çok fazla turiste rastlamadık. Cep telefonlarını değiş tokuş edip fotoğraflanarak, gerçek bir turiste dönüşmenin keyfini deneyimleyerek, yürüyüşe devam ediyoruz.
Sıra bizi okyanusa kavuşturacak olan tarihi tramvayı bulup, Porto’nun neden okyanus kıyısında kurulmadığını keşfetmekte. Günün yorgunluğu, eve dönüp, ayakkabılarını çıkarıp bacaklarını uzattığın anda çıkar ya, biz henüz o noktada değiliz. Yapabileceğimiz tek şey tramvayda oturacak bir yer bulup kalçalarımızı olabildiğince yayıp biraz olsun rahatlamak. Douro’ya paralel yolda, okyanusa doğru tıngır mıngır ilerliyoruz. Bir anda ortalığı sis kapladı, güneş önce aya dönüştü sonra da kayboldu. Şimdi gerçekten de Hogwarts’tayız. Yoğun sisten ayaklarını zorlukla seçtiğimiz devasa bir köprünün altından geçiyoruz. Tramvay gıcırdayarak duruyor. Vatmanın yüzündeki “Hadi inin gari ifadesi” ile anında kendimize gelip, İngiltere’de olmadığımızı hatırlıyoruz. Okyanus kıyısında olsa da Portekiz bir Akdenizli.
İki yanındaki palmiyelerin zaman zaman sisten zar zor seçildiği yolda ilerliyoruz. Gün boyunca yeme içmenin üzerine, bir de nemin serinliği eklenince beklenen an geliyor. Etrafta nerede tuvalet bulacağımızı sorabileceğimiz tek bir insan yok. İleride tuvalet olmak için aşırı güzel ve aşırı yalnız bir bina var. Lambası sis içinden göz kırpıyor. Olamaz, Art Nouveau tarzında yapılmış bu eserin orada işi ne? Yaklaşıyorum. Bu tuvalete insan çişini yapmaya kıyamaz. Saray bahçesindeki minik bir müştemilat adeta. Ama ne yapalım hayatın gerçekleri ağır basıyor, yolumuza hafiflemiş bir şekilde devam etmeyi tercih ediyoruz.
Sis yoğunlaşırken, deniz kokusu genzimize doluyor. Önümüzde, epey ileride ışığı zar zor seçilen deniz fenerine uzanan bir dalgakıran. Okyanusla ilk karşılaşma daha büyüleyici olabilir miydi, metrelerce yükselen devasa dalgalar, kayaları döverken kulaklarının pasını siliyor. Dalgakıranın ortasına geldiğimizde, film artık Karayip Korsanları, biz de yükünü kaldırmış denizciler. Böyle bir havada balık tutan bir grup erkek; dalgakırana dizilmiş şaşkınlıkla bize bakıyor “Sizin bu havada ne işiniz var burada?” der gibi. Yanıtımız: “Merhaba dünyalı, biz Türkiye’den geldik.” Dalgakıranın sonuna kadar adım adım ilerliyor, büyükçe damlalarını yüzümüze çarpan okyanusla hemhal oluyoruz. Dertler, tasalar suyla yıkanıp, yitip gidiyor.
Son tramvaya yetiştiğimizde bizi yeni bir sürpriz bekliyor. Polonya’dan gelen engelli turist kafilesi. Porto’nun ağır ritmine uygun bir şekilde aheste aheste tramvaya biniyorlar. Vatman aracı hareket ettirdiği anda kıpır kıpır ruhlar avaz avaz şarkı söylemeye başlıyor. Anlamadığımız bir dilde, yine dünyanın öbür ucunda, yine hiç tanımadığımız insanlarla günün en keyifli anlarını paylaşıyoruz.
Şehre vardığımızda akşam yemeği vakti gelmiş. Duvarlarına rengarenk hasır şapkalar asılı beyaz tahta çerçeveli sıcacık nehir kıyısı restoranı bizi içeri davet ediyor. Enfes bir şarap eşliğinde, fırında pişirilmiş harikulade bir ahtapot yiyoruz. Gece o kadar güzel ki, tatlının ne olduğunu bile hatırlamıyorum. “Gündüz yediğin çam fıstıklı tart ve dondurmanın üzerine akşam da mı tatlı yiyorsun?” diyen ses senden geliyor olabilir mi? Öyle ise, yanıt hakkımı kullanıyorum: “Yirmi yıl sabrettim!”
Yemek sonrası, dolu mideyle yatılmaz. Minik odamıza Douro kıyısından yürüye yürüye dönmeye karar veriyoruz. Yanımızdan geçen teknenin düdüğü çalıyor. Kendimi bir anda yirmi yıl öncesinde Kalkan’daki mutfakta buluyorum. Tencere ötüyor, önce altını kısıp sekiz dakika sonra da kapatıp, soğumaya bırakacağım. Akşama yemekte taze fasulye var, yanında pilav ve cacık; üzerinde nane ve sızma zeytin yağı. Nereden nereye diye geçiriyorum içimden. Acaba hangi balayı daha güzel? Yanında sevdiğin olduktan sonra, her yer Porto, her yer düdüklü balayı.
§
Hayat Evi yazılarımı takip ediyorsan merak etme, bu hafta inşaata biraz ara verdik. Önümüzdeki haftadan itibaren yol yazılarımla, ev yazılarım kol kola ilerleyecek ve ikisi birlikte Gazete Duvar’ın “Seyahat” bölümünde yayınlanacak.
Gerek yol gerek Hayat Evi’ne ilişkin diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfamı www.memurcocugu.com ziyaret edebilir, Instagram, Facebook ve Twitter’dan @memurcocugu1972 hesaplarımı takip edebilirsin.