Bisikletle İstanbul'dan Ankara'ya: İki teker üzerinden modern hayat eleştirisi
Sanki biri bu dünyaya ait ve beni yere doğru çeken, diğeri de Tanrı'nın yanından gelen ve beni göğe götürmeye uğraşan iki “benliğim” var… Yerdeki “Hayır boşuna uğraşma yapamazsın, haddini bil ki mutlu olabilesin” derken, gökteki sürekli “Hayır yapabilirsin, kalk ve uğraş, başarmanın ilk kuralı cesaret etmektir” deyip duruyor. Ve ben yerdekini her dinlediğimde konforlu ama mutsuz bir hayat sürüyorken, yukarıdakini her dinlediğimde canım çıkıyor ama sonuçta kendimi Tanrı'nın yanına varmış gibi hissediyorum.
Kartal Kendirci [email protected]
Günlerdir haftalık hava tahminleriyle yaşadığım cebelleşmenin ardından, sonunda dört günlük bir aralık buldum. Her iki rotada da hem yağış, hem de soğuk vardı. Şimdi kuzey rotası yağışlı, güney rotası ise soğuk veriyor. Kısa bir kararsızlıktan sonra güney rotasını, yani soğuğu seçiyorum. Öyle büyük bir sebebi yok aslında bu seçimin. Zaten mevsim kış ve sürüş aralığı bulmak zor, bir de yeni lastiklerimi ıslak zeminde test ederken bu geziyi riske etmek istemiyorum, hepsi bu.
Her ne kadar kulağa eğlenceli gelse de, oldukça karmaşık bir iş “uzun mesafe bisiklet” binişi yapmak. Hayli detaylı bir hazırlanma dönemi gerektiriyor. Özellikle de vaktiniz kısıtlıysa ve mevsimden dolayı kısalan sürüş saatleri yüzünden bu vakti sonuna kadar değerlendirmeniz gerekiyorsa.
Neredeyse gecenin en uzun olduğu zamanlardayız. Gün sekizden sonra ağarıp, beşten hemen sonra kararıyor. Üstelik ağardıktan sonra ve batmadan önce bir iki saat hava yeterince ısınmıyor. Kısacası kaliteli sürüş saatleri günlük dört beş saat ile sınırlı. Bu da aslında yaz aylarının neredeyse yarısı kadar bir sürüş imkanı veriyor.
“İyi de deli mi öptü ki, kara kışta bu yolculuğa çıkıyorsun” dediğinizi duyar gibi oluyorum, ama inanın bunun da makul sebepleri var… Başta da söylediğim gibi aslında her şey büyük ve detaylı bir planın parçası. Bu kış kıyamette bisikletle İstanbul’dan Ankara’ya gitmeye kalkışıyorum çünkü mart ayında beş bin kilometrelik Trans-Avustralya bisiklet geçişini yapacağım ve o güne kadar performansımı giderek arttırmak için sürekli turlar yapmam gerekiyor ve antrenmanlar için havaların düzelmesini beklemek gibi bir şansım yok.
Çocukluktan beri hayalimdi Avustralya’nın kızıl çöllerini geçmek ama aslında o tur da daha büyük bir planın, dünyanın çevresini bisikletle dolaşmanın bir parçası, hatta ilk ayağı olacak. Bu sefer de; “İyi ama neden ta dünyanın öbür ucundan başlıyorsun?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Onun cevabı da şöyle: Orta yaşımı geçtiğim ve fiziksel kuvvetim giderek azaldığı için en zorlu etabı en başta yapıp, kolay olanları sona bırakmak gibi stratejik bir karar vermem gerekti.
Demiştim ya ancak bulaştığınızda anlıyorsunuz bu “uzun mesafe bisiklet” sporunun aslında nasıl karmaşık bir iş olduğunu. Ama bu aşk gibi bir şey olduğundan, çoktan iş işten geçmiş oluyor…
Her neyse… Zaten yazıyı okudukça bunun nasıl bir tutku olduğunu, neden böylesine zorlu bir şeyle böylesine şevkle uğraştığımı anlamaya başlayacağınıza eminim. Umarım size de bulaşır. Ama umarım bulaştırdığım için ileride bana lanet okumazsınız!
KARAYEL İLE ETLE TIRNAK GİBİ
Evet.. Tekrar turumuza dönelim. Aslında İstanbul deniz seviyesindeyken, yüksekliği 850 metre olan Ankara’dan başlamak daha mantıklı olurdu. Sonuçta yokuş aşağı gitmek gibisi yok. Ama maalesef hava durumu buna izin vermiyor. İstanbul’dan başlarsam ve her şey yolunda giderse, arkamdan beni takip edecek olan yağmurla ıslanmadan Ankara’ya varmam için bir şansım var ama o da kesin değil. O yüzden çabucak kararımı verip, toplanıp, yola çıkmam gerekiyor.
Ve bu sporun gerektirdiği en önemli meziyetlerden birini kullanıp, müspet-menfi anında kararımı veriyorum; bir sonraki sabah şafakla birlikte yola çıkacağım…
Hazırlanmak için sadece bir günüm var. Vaktimi çok iyi değerlendirmem gerekiyor. İlk iş bu sporun en önemli isimlerinden Gürsel abiye (Akay) uğrayıp planımdan bahsediyor, akıl istiyorum. Kendisi ayak başparmağından saçlarına kadar tecrübe olduğu için; yollar, kıyafet, lastik seçimi, yedeklenecek malzeme vesaire aklıma takılan ne varsa soruyorum.
Oradan çıkıp bisikletimi, yani “Karayel”i bakıma götürüyorum. Biraz ondan da bahsetmem lazım. Kendisi artık benim vücudumun bir uzantısı gibi. Uzun yollar boyunca birbirimize yarenlik etmekten etle tırnak gibi olduk. Bazen o beni taşıyor, bazen de ben onu… Geceleri uyurken yanımda olmazsa rahat edemediğimden, her konaklama tesisinde ilk şartım Karayel’i odama koyabilmek oluyor. Kabul görmezse başka bir yere gidiyorum. Belki acayip gelecek ama yolculuk sırasında ondan uzaklaştığım anlarda kendimi çıplak gibi hissediyorum…
Bike&Outdoor’da Karayel’in bakımını yapan küçük dev adam Abbas da, bu işe gönül vermiş herkes gibi ayrı bir dünya. Bakım yapılırken ben de eksik malzemeleri tamamlıyorum. Aklımda, yanıma alacağım şeylerin listesi fır dönüyor… En zoru ise bu listeyi mümkün olduğunca kısaltmak. Çünkü uzun yol boyunca fazladan taşıyacağım 50 gr. bile çok büyük yük haline geliyor. Bu yüzden mümkün olduğunca seçici davranıp, gerçekten işe yaramayacak hiçbir şeyi yük etmemek lazım. Aslında bu durum biraz da yolculuğun cazibesini arttıran şey. O birkaç gün boyunca mecburen o kadar mütevazı bir hayat sürmeye başlıyorsunuz ki… Ne giyeceğinizi düşünmek zorunda kalmadığınızda bunun aslında ne büyük bir özgürlük olduğunu, her gün “acaba bu gün ne giysem ?” diye kederlenmenin zamanla ne büyük bir yük haline geldiğini fark ediveriyorsunuz.
Sırada yolculuk için aldığım yeni lastiklerin takılması var. Bu esnada gitmeye bayıldığım mağazalardan Decathlon’un bisiklet bölümünde Mert ile tanışıyorum. Daha ilk görüşte güçlü bakışlarından, akıcı hareketlerinden ve kendinden emin konuşmasından, sıkı bir bisikletçi ile tanıştığıma eminim. Laf lafı açıyor, oradan buradan derken bir de bakıyoruz ki iki lastik de hazır. Tekrar görüşmek üzere Mert ile sözleşip, mağazadan ayrılıyorum.
DERİN NEFES ALIP PEDALA BASIYORUM
Kısa hazırlık günü çabucak geçiyor ve akşamla birlikte telaş yerini tatlı bir gerginlik ve heyecana bırakıyor. Bir yanda nelerle karşılaşacağını bilememenin verdiği gerginlik, diğer tarafta ise kısa bir süreliğine de olsa gündelik hayatın tekdüzeliğinden kurtulacak olmanın yarattığı heyecan ve canlılık hissi. Ve tabii ki en iyi uyumanız gereken gecede bir türlü uyku tutmuyor. Yarım yamalak bir uykunun ardından, vaktin gelmiş olmasına şükrederek uyanıyorum. Akşamdan hazırladığım malzemeleri tek tek kontrol edip çantalara doldurduktan sonra, artık harekete geçiyor olmanın verdiği sevinçle kapıyı açıp yola koyuluyorum.
Etraf hâlâ zifiri karanlık. Birkaç taksi ve uykulu insan dışında ortalıkta hiç hareket yok. Hava soğuk ama üşütmek yerine daha çok canlandırıyor. İstem dışı gülümserken, derin bir nefes alıp ilk pedala basıyorum. Pendik’e kadar olan 20 km’lik yol çabucak geçiveriyor.
Bekleme odasına girmemle birlikte, feribot bekleyen uykulu yüzler aniden bana dönüyor. Sıradan olmayan bir şeyler görüyor olmanın verdiği merak ve ilgiyle süzüyorlar beni. Derken feribot yanaşıyor ve biniyoruz. Karayel’i güvertede bırakıp, kantine çıkıyorum. Gün boyunca belki de rahat rahat bir şeyler yiyip içmek için tek şansım bu olacağı için iyi değerlendirmem gerek. Çay ve simitleri hızlıca mideye indirip, rehaveti de fırsat bilerek bir köşede uyumaya çalışıyorum.
Bir saat geçmeden Yalova’dayız. Yol boyunca epey uyudum. Kısa ama, geceki bölük pörçük uykudan sonra dinlendiriciydi. Hemen camdan aşağıdaki Karayel’i kontrol ediyorum. Biliyorum aptalca, denizin ortasında bir yere kaçacak hali yok ama, sanırım onsuz bütün plan suya düşeceğinden, insan bir miktar paranoyaklaşıyor.
Güverteye inip Karayel’i ve kendimi hazırlıyor, seleye oturup hareket pozisyonunda karaya çıkmayı bekliyorum. Ve evet, kapak açılıyor, herkes bir koşu feribottan çıkmaya başlarken, ben de ilk pedalıma basıyorum. Yaşasın, tekrar yollardayız…
Hava aydınlandı ama soğuk sürüyor. Birkaç dakika pedalladıktan sonra hem ısınıyor hem de karayoluna çıkıyoruz. Artık şehrin tantanasını ve gündelik hayatın tekdüze klişelerini arkamıza alıp, bilinmeyene doğru hareket etme zamanı…
Yola koyulup, rutin pedallama ritüeline başlar başlamaz içimi bir ferahlık sarıyor. Sert düşüncelerim yumuşayıp kendiliğinden akar hale gelirken, mevzu ister istemez ben bunu niye yapıyorum meselesine geliyor. Kendi kendime şuna yakın bir monolog yaşıyorum;
- Spor için desem değil, onu salonda da yapabilirim. Gezmek için desem o da değil, arabayla da gezebilirim. Oyun desem o hiç değil, böyle saatlerce tek başına kalmak yerine arkadaşlarımla bir şeyler yapıp daha çok eğlenebilirim.
- Bu daha çok Yunus’un kendini yollara vurması gibi bir şey.
- Epik ve ruhani…
- İbadet gibi...
- Rutin bir şekilde pedalı çevirirken sarhoş olup uçtuğun, her sesi duyup, her kokuyu alırken doğanın döngüsüne uyumlanıp bütünleştiğin, kendi derinliklerinde kaybolduktan sonra giderek yükselip yukarıdakine yaklaştığın bir şey…
- Bu dünyadan buharlaşıp başka bir aleme geçtiğin, her şeyin tek başına anlamını kaybedip ardından topyekun olarak bir anlam kazanmasına şahit olduğun bir şey sanki...
Bu düşünceler içinde yarı uçmuşken, dikleşen eğimle birlikte kendime geliyorum. Önceki gün bilgisayar başında bütün yolu etüd ettiğim için, önümdeki uzun rampanın farkındayım. Birkaç kilometre içinde 400 m. yüksekliğe çıkabilmek için konsantre olmam gerekiyor ve oluyorum…
BACAKLARIM MAKİNE MİSALİ
Genelde insanlar rampaların daha zorlayıcı olduğunu düşünür ama bence asıl zorlayıcı olan düz yollar. Özellikle düz yolların ne kadar zorlayıcı olabileceği konusuna ilerleyen satırlarda değineceğim ama şimdilik biraz daha rampalardan bahsetmek istiyorum.
Rampalarda kendinle bir mücadeleye girişiyorsun. Aslında tüm bu yolculuk kendinle giriştiğin bir mücadele ve bunu en sağlam hissettiğin yerler de rampalar. Sanki bir tane bu dünyaya ait ve beni yere doğru çeken, bir tane de Tanrı'nın yanından gelen ve beni göğe götürmeye uğraşan iki “benliğim” var… Yerdeki “Hayır boşuna uğraşma yapamazsın, haddini bil ki mutlu olabilesin” derken, gökteki sürekli; “Hayır yapabilirsin, kalk ve uğraş, başarmanın ilk kuralı cesaret etmektir.” deyip duruyor. Ve ben yerdekini her dinlediğimde konforlu ama mutsuz bir hayat sürüyorken, yukarıdakini her dinlediğimde canım çıkıyor ama sonuçta kendimi Tanrı’nın yanına varmış gibi hissediyorum. Aynen kan ter içinde rampanın tepesine çıktıktan sonra bir yudum suyun bana verdiği serinliği veya yokuş aşağı kendimi bıraktığımda hissettiğim coşkuyu kelimelerle ifade edemeyeceğim gibi, bu duyguyu tarif etmek de kesinlikle imkansız…
Ve işte ben yine bu iştahla rampaya doğru girişiveriyorum. Bacaklarım makine misali çalışıp dakikalar birbirini kovalarken hafiften uçuşa geçmeye başlıyorum. Zaman ve mekan anlamını yitiriyor. Etraf her zamanki kimliğini yavaş yavaş kaybedip yerini daha buğulu bir ortama, kendiliğinden akan bir dansa bırakıyor ve ben de o dansın bir parçası oluveriyorum. Artık ne bacaklarıma emirler vermem gerekiyor, ne de kollarımı yönetmem. Her şey sanki çok önceden yazılmış bir oyunun sahnelenmesi misali kendiliğinden olurken ben de o nehirle birlikte akıveriyorum…
ŞEHİRLERDE FİKİRLERİMİZ KÜÇÜLÜYOR OLABİLİR Mİ?
Rampanın bitişiyle birlikte tekrar dünyaya dönüp, yol kenarında ufak bir mola veriyorum. Uzun zamandır böyle iyi hissetmemiştim. Birkaç yudum su içerken bir yandan da manzaranın tadını çıkarıyorum. Tepedeyken her şey ne kadar da farklı görünüyor. “Şehirlerde üç aşağı beş yukarı hep aynı yüksekliklerde yaşamak zorunda kalmak aslında bakış açımızı ne kadar tekdüze hale getiriyor” diye düşünmekten kendimi alamıyor, “Göz alabildiğine bakamadığımız için, fikirlerimiz de küçülüyor olabilir mi acaba?” diye endişeleniyorum… Derken bu düşüncelerle keyfimi kaçırdığım için hayıflanıyor, yokuş aşağı sürüşün tadını çıkarmak için hemen tekrar yola koyuluyorum.
Şimdi İstanbul ile aramızda bir de dağ var, o yüzden iyice bir rahatlayıp dikkatimi ardıma değil önüme çevirmek için kendi kendime söz veriyorum. Bundan sonra her anın tadını çıkartmamak çok büyük ayıp olacak…
Hafiflik ve özgürlük… Bu duyguyu ifade etmek için aklıma gelen ilk kelimeler bunlar. Az önce rampayı çıkarken yaptığım yatırımın karşılığını fazlasıyla alırken, uçarcasına akıveriyorum İznik Gölü’nün parıldayan sularına doğru…
İçimde ilk ciddi yokuşu tırmanmış olmanın rahatlığı, önümde ise pırıl pırıl parlayan bir göl. Keyfime diyecek yok doğrusu. İster istemez çocukluğumda kaydıraktan kayışlarım geliyor aklıma yokuştan aşağı süzülürken. Birkaç kilometrelik sürüşün ardından anayoldan çıkıp göl kenarına iniyorum. Martılar ve benden başka kimsecikler yok. Derin derin nefes alıp gölün kendine has kokusunu içime çekerken, bir yandan da martıların neşe dolu çığlıklarını dinliyorum. Ve bir kez daha hayret ediyorum gölün bu kadar düz olmasına. O dümdüz yüzeyinin üzerinde hayatın başka bir temsili yaşanırken, altında da kim bilir neler oluyor. Yaşam nasıl da dopdolu ve her yerde aslında…
İşte yine oldu. Gündelik tasalar, parazit düşünceler uçup giderek yerlerini büyük gizemler hakkında kafa yormaya bıraktılar. Belki de korunma amaçlı olarak ve bilinçdışı bir şekilde kendimizi içine hapsettiğimiz gündelik yaşamın hayhuyunda gizlemeye çalıştığımız bütün o basit sorular teker teker gün yüzüne çıkmaya başlıyor; kimiz biz, neden varız, bütün bunların anlamı ne?
Bu sorularla meşgul bir halde göl kenarında pedallıyorum. Solumda ipeksi görünüşüyle ışıl ışıl göl, sağımda zümrüt yeşilinin içine dağılmış sonbahar renkleri, önümde ise çıkıp çıkıp indiğim minicik rampalar. Bıraksalar bu şekilde sonsuza kadar gidebileceğimi düşünürken, artık gölü bırakıp dağlara döneceğim Sölöz’e geliyorum.
SEKEN KUŞLARIN AYAK SESLERİ
Kendi halinde minik bir yerleşim yeri Sölöz. Yazın da gelmiştim ve oldukça hareketli sayfiye kasabalarını andırıyordu ama bu mevsimde kendi içine kapanmış. Kasaba sakinleri dışında ortalıkta pek kimse yok. Onlar da gündelik rutinlerinin peşine takılmış, ağır çekim dolaşıyorlar ortalıkta.
Vakit öğlen oldu ve ilk niyetim burada yemek molası vermekti. Gerçi burada yiyecek bir şeyler bulabilir miyim diye kaygılanıyordum ama açık bir lahmacun salonu bile buldum. Fakat yine de elim bir türlü frenleri sıkmaya varmıyor. Sürüşten dolayı kendimi o kadar iyi hissediyorum ve dağ yoluna dönmek için o kadar sabırsızlanıyorum ki…
Karnım çok acıktı ama lokantada tıka basa yiyip, hazmetmek de dahil en azından iki saati burada heba etmek hiç de cazip gelmiyor. Onun yerine ani bir karar verip, köy bakkalında kısa bir mola ile geçiştiriyorum öğlen arasını. Çantamdaki tahıl barlardan iki tanesini neredeyse birer lokmada yutuveriyorum. Sanki içimde bir elektrik süpürgesi var da ağzıma ne koyarsam hop içeri çekiveriyor. Üstüne bakkaldan aldığım iki şişe maden suyu hem midemi şenlendiriyor, hem de kabarcıklarını neredeyse beynimde hissediyorum. Budur...
Issız dağ yolunun güzelliğini tarif etmek imkansız. O yüzden durup fotoğraf çekmekten bisiklet süremez haldeyim. Neredeyse her elli metrede bir, ağzım hayranlıkla bir karış açılmış durmak zorunda kalıyorum. Renkler, renkler… Doğa burada renkler konusunda o kadar cömert ki. Etrafta kimsecikler yok ve çıt çıkmıyor. Öyle ki seken kuşların ayak sesleri bile sanki konser salonundaymışçasına net geliyor.
Kendimi zorlayıp Karayel’e biniyor, ve tekrar pedallamaya başlıyorum. Pedal döndükçe dönüyor ve ben yine düşüncelere dalıyorum.
Pedal dönüyor, güneş dönüyor, dünya dönüyor, mevsimler dönüyor. Evrenimizde neredeyse her şey dönmek üzerine kurulmuş. Sonsuzluk bile bir döngü aslında, aynı dairenin üzerindeki başlangıç ile bitiş noktasının aslında aynı olması gibi, dönüp dolaşıp son yerine hep başa gelmek gibi… İşte sanırım bu kurguyu kendi minik hayat ölçeğimize uyarladığı için, pedallarken aynı dönme duygusunu yaşattığı için ve hayatın döngüleriyle bizi kaynaştırdığı için bisiklet sürmek böylesine bir kapı oluveriyor bahsettiğim o diğer aleme açılan...
Uçtu uçtu Kartal uçtu… Harika… Başım dumanlı, sürüveriyorum bisikletimi sonbaharın muhteşem renklerinin arasında. Ne kadar gittik bilmiyorum ama artık yokuş bitti ve dağların tepesindeki bir platoda dümdüz bir yolda akıveriyoruz Karayel ile birlikte…
Derken bu rüya da sona eriyor ve önümüzü kesen bölünmüş karayolu beliriveriyor, üzerinde vızır vızır işleyen araçların gürültüsüyle. İşte o vızır vızır işleyen araçların gürültüsü bende anında bir çağrışım yapıyor. Çevremdekilere ne zaman bisikletle uzun yol yapacağımı söylesem, genellikle şöyle bir tepki alıyorum; “Aaa harika… Ama motosikletle yapsan daha iyi değil mi, hem yorulmazdın!”. E doğruluk payı yok değil aslında ama yine de yapmak istediğim şeyin ruhunun pek kavranamadığına güzel bir örnek. O yüzden bu konuyu biraz açmak ve konfor nimet midir yoksa külfet midir biraz dertleşmek istiyorum.
MOTORLU ARAÇLAR GELECEĞE ULAŞMAK İÇİN KULLANDIĞIN ARAÇTIR
Öncelikle motosikleti denememi söyleyenlere verdiğim cevap şöyle bir şey oluyor; “Daha önce motosikletim vardı ve bu hiç de aynı şey değil. Çünkü motorun gürültüsü, rüzgarın dayağı ve özellikle ne bir şey duyabildiğin ne de bir koku alabildiğin, üstüne üstlük görüşünü de kısıtlayan kask sebebiyle yolu yaşaman imkansız. O yüzden motosiklette veya herhangi başka bir motorlu araçta, yoldan izole olup, çevre ile tam olarak bütünleşemediğin için, yolu yaşamaktan ziyade varılacak noktaya bir an önce ulaşmak daha önemli hale geliyor. O zaman tavsiyem Yüksek Hızlı Tren olacak; çünkü bence o sınıftaki en rahat ve manzaralı taşıma aracı o. Tam bir konfor abidesi; manzarayı izlerken yiyip içebilir, sıkılırsan kalkıp dolaşabilirsin, mükemmel değil mi?! Hatta bunun bir sonraki aşaması daha güzel, onun adı da televizyon; evinde oturduğun yerden bütün dünyayı dolaşabilir, üstelik bu sırada ne istersen yiyebilir, telefonunla internette gezebilir, hatta uyuklayıp şekerleme bile yapabilirsin…
Şaka bir yana; konsantrasyon motorlu bir araçla bir noktadan diğer bir noktaya gitmek olunca; “Artık varsak da dinlensek, bir şeyler yiyip içsek” vesaire diye düşünürken, bisiklet seni tam anlamıyla yolda yaşananlara odakladığı için “Mola bitse de yola çıksak” diye sabırsızlanıyor, “Sabah olsa da yine binsek” diye uykularından oluyorsun.
Motorlu araçlar geleceğe ulaşmak için kullandığın bir araçken, bisiklet seni yaşamakta olduğun ana odaklayıp, şimdiki anı bütün kasların, hücrelerin, açlığın, susuzluğun, yorgunluğun vs. ile yaşamanın belki de en eğlenceli yollarından biri oluyor...
E peki elektrikli bisiklet de olamaz mı diye şansını zorlayabilirsin belki ama bu sefer de kasların ve vücudunla hayata katılmadığın için sadece seyirci oluyorsun ve asıl ödül olan o canlılık duygusu yine eksik kalıyor. Üzgünüm ama sanırım o canlılık ve hayata katılma hissini yaşayabilmek için illa ki o konfor alanından çıkmak gerekiyor…
Komik bir şekilde, kendilerinin küçükken sokakta oynadığı ile övünüp, çocuklarının ise aynı oyunları ancak bilgisayarda oynayabildiğinden o mutluluğu asla yaşayamayacağını anlatan insanlar, benden bisikleti bırakıp, aynı yolculuğu motosikletle yapmamı bekliyorlar…
Bu düşünceler içerisinde bölünmüş karayolunu geçip, karşıdaki köy yolundan devam ediyorum. Sessiz, sakin kıvrıla kıvrıla giden minik bir yol. Öyle mütevazı ki içimi bir sıcaklık kaplıyor. Derken her turda olan ve benim çok hoşuma giden bir şey oluyor; yolumu kaybediyorum. Harika!
Bir köyden geçiyorum, derken bir başkasından. Bir üçüncüsünden geçiyorum ki sanki kaybolmanın o kadar da harika olmadığını bana hatırlatmak istercesine iki kocaman kangal bana yüksek sesle merhaba diyorlar. Keyiften yol adetlerini, evlere fazla yakınlaşmanın kabalık olduğunu unutuvermişim. Kibarca özür dileyip, hemen sıvışıveriyorum.
Bugünkü hedefim olan İnegöl’e varabilmek için son 20 km’de maalesef o işlek karayoluna bağlanmam gerekiyor. Pek fena değil ama dağ yollarından sonra tabii ki biraz sıkıcı. Yaklaşık 100 km’lik sürüşün ardından, biraz da yorgunluk basmaya başlayınca, bir an önce varmak için düşüncelerimi rölantiye alıp, güzel bir tempo tutturarak pedallamaya odaklanıyorum.
Ve işte vardım. Açlıktan ölmek üzereyim ve adı üzerinde; köfte diyarı İnegöl’deyim. Gerisini artık siz düşünün…
Köftesi, tatlısı, çayı, rehaveti, tekrar çayı, tekrar rehaveti, tekrar çayı vesaire derken, yemek masasından kalkmam iki saati buluyor. Restorandakilerin yardımıyla çok yakında kalacak bir yer ayarlıyorum. Sıcak su ve duş… Aman Allah’ım, resmen cennetteyim. Suyun altından bir türlü çıkamıyorum. Zar zor kendimi banyodan çıkarıp, yatağıma boylu boyunca uzandığımda havada uçuyormuşum gibi geliyor. İster istemez gülümsüyorum…
Yarım saatlik şekerlemenin ardından dışarı çıktım. Yürümeye çalışıyorum ama onca bisiklet sürmenin ardından sanki adımlarım havada dönüyormuş gibi geliyor…
İnegöl’ün güzel insanları var. Bana nedense Hititleri, Frigleri vs. bu topraklarda yaşamış eski uygarlıkları hatırlatan, güzel hatlı, temiz yüzlü, sıcak bakışlı insanlar…
Sokakları da güzel İnegöl’ün, temiz, bakımlı ve düzenli. Üstelik lokanta dolu. Daha iki saat önce ayı gibi yemiş olmama rağmen hâlâ kurt gibi aç olduğumu fark edip şaşkınlıktan gülüyorum. Bütün caddeleri kolaçan edip, ardından gözüme kestirdiğim pide salonuna dalıveriyorum. Ortalık nefis kokuyor; buğday ile odun ateşinin o muhteşem karışımı, burnumdan girip, beynimde dans ederken, garsonun önüme bıraktığı menüdeki her şeyi ısmarlamamak için kendimi zor tutuyorum.
Ayıptır söylemesi, yine ayı gibi yedim… Midem burnumda gerisin geri otelime dönüyorum İnegöl’ün güzel caddelerinden. Saat dokuz civarı ama önceki akşam heyecandan uyuyamadığım için üzerimde bir ağırlık var. Zar zor otele varıyor, daha yatağa yatarken havada uykuya dalıyorum.
Sürecek