Greenwich: Zamanın evinde
Şu anda, zamanı kendine göre eğip bükebileceğini zanneden güç ve para bandının üzerine basıyorum. Başlangıç Meridyeni, çelikten uzun ince bir levha. Buraya kadar geldim, elbette ben de herkes gibi; bir ayağımı, bir yanına, diğerini öbür yanına atarak fotoğraf çektireceğim.
“Zaman iki yer arasındaki en uzun mesafedir.” *
Dedi ki: "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?"
Dediler ki: "Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık; işte, saymakla görevli olanlara sor" Dedi ki: "Pek kısa bir süre kaldınız; keşke bunu (dünyada iken) bilmiş olsaydınız!" **
DIKŞIN…
TAK!
Tek bir kurşun ve zavallıcık yere yığıldı.
Zamanının bittiği an.
İngiltere’ye gidersin Londra’da gezersin. Peki ya Greenwich, hiç aklından geçirdin mi gitmeyi? Çok az insan taaa Türkiye’den kalkıp Greenwich’i görmeye gelir. İşte bugün, zamanın ayağına geldiği o gün.
“Underground”, namı diğer İngiltere metrosunun meşhur logosunu gördün mü, bak hemen karşında, tamam dur orada! Bu devasa ulaşım ağı yerin altında birçok noktada birbirine bağlanıyor. Ulaşmamız gereken durak Greenwich. Dışarı çıkıp biraz güney doğuya doğru ilerleyince sanki küçük bir kasabadaymış hissine kapılıyorsun. Şehre bu kadar yakın, karmaşadan bu kadar uzak.
Kışın dondurucu soğuğu kendi yetmezmiş gibi Thames Nehri’nin nemini takmış koluna, iliğime işliyorlar bir arada. Pırıl pırıl güneş gıdım ısıtmıyor, ara ara esen hafif rüzgârda kulaklarım buz kesiyor. Vitrinde gördüğüm bereye vuruldum. Tak, küçük dükkâna daldım, kafamı koruyacak, kalbimi ısıtacak bereyi alıp çıktım. Yalan, hiç de öyle hemen gerçekleşmedi. Gerçekten beğendiğime emin olmam, ölçüsüne karar vermem, cüzdanımdaki akrep ile cebelleşip, fiyatını içime sindirmem rahat on beş dakikama mal oldu. İyi ki de satın almışım, yıllardır takıyor, her seferinde Greenwich’de geçirdiğim o muhteşem günü hatırlıyorum.
Öğlen vakti, karnım acıktı, baktım güzel bir pub, tak daldım içeri. Hayatımın ilk Guinness’ini ısmarladım. Bir birada olması gereken en temel özellikten yoksundu, ılıktı bi defa. Aşırı kavrulmuş tahıl aroması, kremamsı bir köpük ile birleşince ortaya hiç de fena olmayan bir tat çıkmıştı. “Fish and chips”ime yumuldum. Ne yiyeceksin Allah aşkına, insan bari yanındaki bezelye haşlamasına dereotu kırkar, üzerinde azıcık zeytinyağı gezdirir. Sarımsak da mı eklesek? Neymiş patates kızartmasına sirke dökülürmüş. Neyse ki Birleşik Krallık zamanında bütün dünyaya hükmetmiş, karşılığında dünya mutfakları hükmediyor ona bugün.
Doydum, kasabadan parka doğru ilerliyorum. Günlerden çarşamba. Küçük çocuklar ebeveynleriyle koşuşturuyor, sevgililer banklarda fink atıyor. Hyde Park’ın yarı büyüklüğünde kocaman bir vaha burası; güneyinde devam eden Blackheath Park’ını da eklersen daha da büyük oluyor Hyde Park’tan. Her yaştan insan bisiklete biniyor, yürüyüş yapıyor, köpek gezdiriyor.
Hoş bir eğimle parktan gökyüzüne doğru ilerliyor, her adımda derdi tasayı geride bırakıyoruz. Ağaçlarda tek bir yaprak kalmamış, meşhur İngiliz çimleriyse yemyeşil, zamansız açmış yabani güller, püskül püskül sarkan taze tohumlarıyla ince kibar ağaçlar. Kış ortasında pek garip değil mi?
Hedefimiz; zamanın aynı noktada başlayıp bittiği yer.
En tatlı olanı daima yemeğin en sonuna bırakırım, önce bir planetaryumu gezelim, varırız oraya da. Çocuklar gibi şenim, Guinness’ten sonra bir ilk daha yaşayacağım. Yusyuvarlak salonda benden başka kimse yok, hafta için ne de olsa. Geriye yaslandım, uzayda gezinti başlasın, yıldızlar, Samanyolu, gezegenler, meteorlar ve Güneş ve anlatıcının İngiliz İngilizcesinin ninni gibi gelen sesi. Horrr… Uyumuşum. “Sir, it is over.” diyen benzer bir sesle uyandım. “Over”ın “e”si böyle açık yayvan burundan gelen bir “a”; Biritişliğini üzerine boca ediyor. Tek bir birayla tüm evreni gezebilen insan sayısı azdır, öyle değil mi? Değdi mi buraya geldiğime? Sonuçta hangi planetaryum insanı sonsuz evrenlerde dolaştırıp, zamanın en derin kıvrımlarında gezintilere çıkarabilir ki, biranın üzerine görülen rüyalar dışında? Guinness’e değdi.
Planetaryumun biraz yukarısında İngiltere Kraliyet Rasathanesi yer alıyor. Yüzyıllardır göklerin ve denizlerin hâkimi olan bir imparatorluktan söz ediyoruz. Tabii hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyor, güç yavaş yavaş paylaşılıyor, yeni teknolojiler doğuyor. Sıra Amerika Birleşik Devletleri ve kilometrelerce uzanıp giden demiryollarında. 1850 ve 1860'larda tren taşımacılığının ayyuka çıkmasıyla birlikte ortaklaşa kullanılacak bir saate, bir başlangıç noktasına ihtiyaç büyüyor. Saatlerin her şehrin istasyonunda güneşin doğuş ve batışına göre ayarlanması, şehirler arası hesaplamalarda büyük zorluklara neden oluyor. Dünyanın bütün saatleri nereye göre ayarlanmalı? Gezegenin Saatleri Ayarlama Enstitüsü nerede olmalı?
Bilmem ki neden heyecanlandırıyor beni böyle şeyler? Burası dünyanın herhangi bir noktasından farklı değil ki. Evet farklı, burası “Dünyanın sıfır noktası”, “zamanın evi”. Kim belirliyor, neden burası? Yaşlı ya da tam aksine yaşsız Kronos’u, yüzyıllardır yaşadığı ve sonsuza dek ikamet edeceğini sandığı güzelim Ege Denizi’nden ayırıp, romatizmasını azdıracak bu ıslak diyarlara zorla getiren ne ola ki?
Osmanlı İmparatorluğu dahil 26 ülkenin katıldığı, 1884 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Meridyen Konferansı’nda Greenwich’deki meridyenin başlangıç yani sıfır noktası olmasına karar veriliyor. İki nedeni var, ihtiyaç ve para. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, yüzde 72’si Greenwich’i başlangıç meridyeni kabul eden deniz haritaları kullanılıyor dünya ticaretinde; ABD ise ulusal zaman dilimi sistemini çoktan Greenwich’e göre belirlemiş durumda. Artık geri dönüş yok. Büyüklerin çoktaaan vermiş oldukları kararı ötekiler onuyor, oldu da bitti maşallah.
Şu anda, zamanı kendine göre eğip bükebileceğini zanneden güç ve para bandının üzerine basıyorum. Başlangıç Meridyeni, çelikten uzun ince bir levha. Buraya kadar geldim, elbette ben de herkes gibi; bir ayağımı, bir yanına, diğerini öbür yanına atarak fotoğraf çektireceğim. Herhangi bir toprak parçası, insanoğlu karar verdiği için, tarih öyle gerektirdiği için, dünya güçleri “He” dediği için kıymetleniyor, zamanın başlayıp bittiği yer oluveriyor.
Buradan manzara müthiş. Bayırdan aşağı doğru, merkezine Thames nehrini alan eski ve yeni binalarla bezenmiş geniş ve yayvan bir coğrafya. Canary Wharf’taki gökdelenler, dünyanın en büyük çadırı O2 Arena, Eski Kraliyet Donanma Okulu şimdinin Greenwich Üniversitesi, Denizcilik Müzesi, Kraliçe’nin Evi ve daha neler neler. Onlara doğru yürümeye başlıyorum parkın içinden. Yine çocuklar, ebeveynler, sevgililer. Hiç yorulmak bilmiyor köpekler, hep dolaşmak istiyorlar, atlayıp zıplamak. Biri hariç.
DIKŞIN…
TAK!
Tek bir kurşun ve zavallıcık yere yığılıyor. Zamanının bittiği an.
Danimarkalı Anne, eşi I. James’in gözde köpeğini av sırasında yanlışlıkla vurduğunda; İngiltere Kralı insiyaki olarak küfreder. İşte, ağızdan bir kez çıkan o sözleri geri alma çabasının ta kendisidir “Queen's House”. Kraliçe, ev demek ayıp olur, kralın hediyesi olan saraycığının birinci katının tamamlandığı 1619 yılında Hakk'ın rahmetine kavuşur. Bırak oturamamış olmasını, ev, oğlu tarafından hanımına hediye edilir. Kısacası saraycığın sefasını gelin sürer. Sanıyorsun! Hiç de öyle olmaz, kısa bir süre sonra başlayan iç savaşta Henrietta Maria sürgüne yollanıp I. Charles idam edilecektir. Küfür uçar, hayatlar biter, geriye ev kalır veee…
Macera burada bitmez, üç yüz yıl sonra 1966 yılında sarayı eşiyle birlikte gezen Kanadalı Papaz Hardy, dünyalar güzeli “laleli merdivenler”in fotoğrafını çeker. Fotoğrafı evine gidip tab ettiğinde, karı koca hayretler içinde kalacaklardır…
Klasik dönem mimarisinin İngiltere’deki ilk örneği olan “Queen's House”, bugün bir sanat galerisi. Hafta içi gezdiğim için insansız olduğunu sandığım koridorlarında tevekkeli hiç yalnızlık hissetmiyormuşum. Meğerse birileri bana eşlik ediyormuş sürekli. 2002 yılında galeri çalışanlarından biri, arkası terasa dönük olan iki meslektaşıyla sohbet ederken, eski dönemden kalma beyaz-gri giysiler içinde bir adamın, önce balkondan içeri süzülüp sonra duvarın içinden geçip gitmesine şahit olur. Tak düşer bayılır.
Zamanın nerede başlayıp, nerede bittiğine karar veren insanlık kibrine inat, başlangıcı ve sonu olmayan zamanın hayaletleri, tam da Kraliyet Rasathanesine, sıfır noktasına nazır bu sarayda cirit atıyorlar.
Alacakaranlık.
Biliyorsun, geldiğim yoldan dönmeyi sevmem. Kıyıdan tekneye bindim. Sıfır noktasından geriye doğru saymaya başladım. Ne de olsa Batı’ya doğru geriliyorum. İstikamet Londra. Gün, Thames’de ilerledikçe yavaş yavaş kararıyor...
Sahi kim belirliyor zamanın sonunu başını?
*“Time is the longest distance between two places.”
Tennessee Williams, The Glass Menagerie
** Müminun Suresi, 112-114
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilirsin.