Şıp şıp Balat, takır tukur Fener
Haliç’in dibinden geçen cadde Ayvansaray, onun bir arkasında Mürselpaşa; onun iki arkasında da Vodina Caddesi, Balat’tan başlıyor Fener’e doğru uzanıyor. İstesen de kaybolamıyorsun burada, bütün sokaklar Vodina’ya çıkıyor. Öğlen olmuş, Namlı’da köfte yiyelim mi?
Gözlerim yoldadır, kulağım seste,
Seni unutmaram, men son nefeste.
Ey ceyran bakışlı ey boyu beste,
Ey taze sevdiğim yadıma düştün.
Nazende sevdiğim yadıma düştün.
Reşid Behbudov*
Şıppp…
Şıppppp…
Şıp…
Şıpp…
Kesintili, belirsiz aralıklarla kubbe camlarından damlayan şıp şıplar. Tüm gözenekleri dolduran sessiz buhar. Sıcak! Yine de bunalmıyorsun, kemikleri ısıtır türden. Kaslar gevşemiş. İskeletin, göbek taşına yayılmış, tavandan inen ışık huzmesi çaktırmadan kemiklerinin röntgenini çekiyor.
Gözle görülmeyen huzur. Kimsecikler yok. İstanbul yok. İstanbul’da o kadar çok “birey” var ki. İstambol’un her yanı “BEN, BEN, BEN…”. “Biz” kırıntı olmuş, yitmiş gitmiş. Yoruyor bu durum seni, beni, herkesi. Neyse ki hamam yoğuruyor “ben”leri.
Son yılların yükselen değeri Balat-Fener arasında gezineceğiz. Önce sesli mahalle Balat’tayız; anında kavrıyor, içine alıyor.
- Laaaaannn, in demedim mi ben sana o köpeğin üzerinden. Laaaannnn kime diyorum. Kırcan hayvanın belini, sonra da ben senin kafanı kırcam.
- Anne yaaa…
Kafaya inen usturuplu şaplak. Mart sonu, kediler kedilerin, çocuklar köpeklerin üzerinde atçılık oynuyor. Analar dört bir yana koşuşturan bebelerini terbiye peşinde. Dayak Balat’tan kaçmış, köşe bucak cennetine geri dönmenin yollarını arıyor.
Haliç’in dibinden geçen cadde Ayvansaray, onun bir arkasında Mürselpaşa; onun iki arkasında da Vodina Caddesi, Balat’tan başlıyor Fener’e doğru uzanıyor. İstesen de kaybolamıyorsun burada, bütün sokaklar Vodina’ya çıkıyor. Öğlen olmuş, Namlı’da köfte yiyelim mi? Balat’ın namlısı bu, karıştırma. Bahar gelmiş, pastırmalı kuru fasulyenin son günleri. Yazın da yersin de işte biliyorsun, çemeni teninden fışkırıyor gerisin geriye. Köfte ile pilav üstü kuruyu mideye indirdim.
Vodina’dan kuzeybatıya doğru iki adım attın mı solda Ahrida Sinagogu, ismini kurucularının göçtükleri Makedonya’nın Ohri kasabasından alıyor. Sinagog, Feth-i Hakani’den (İstanbul’un Fethi) çoook öncelerden beri, taaa Bizans’tan bu yana Balat’ta yaşıyor. Sinagogun Tevası yani Tevrat okuma kürsüsü gemi pruvası formunda. Kimisi Nuh’un Gemisi’ni, kimisi Sefaradları İspanya’dan Osmanlı İmparatorluğu’na getiren kadırgaları canlandırıyor gözünde.
İki adım daha atınca Hacı İsa Cami’ndeyiz. Fatih Sultan Mehmet’in sancaktarı Hacı İsa tarafından 1465-1466 yıllarında yaptırılmış. Caminin ön tarafındaki Kanuni Sultan Süleyman hayratı olan çeşmenin hemen önünde, Kürkçü Çeşmesi Sokak bitiyor, Sultan Çeşmesi Caddesi başlıyor. Azıcık ilerleyip sağdaki merdivenleri yani Pastırmacı Yokuşu’nu tırman.
“Çukur”dan yükseldikçe ferahlayacaksın. Haliç’in iki yakasını açtığı bağrında Asya başlıyor. Ne manzara, İstanbul’un üçte biri görünüyor buradan diyorlar, sanırım haklılar. Adı kadar ilginç “Molla Aşkı Teras Cafe”, Balat’ın kimlik karmaşasını dört sözcükte özetliyor. Birazdan Fener’de karşılaşacağımız doksan dokuzuncu jenerasyon kofişopların adlarını anmıyorum daha. Kokoreç Kenya’dan, Simit Brezilya.
Manzaranın keyfini çıkarmak için eski zamanları hayal etmen, bunun için de gözlerinin önündeki beton perdeyi kaldırman gerekecek. Nedendir bilinmez, şehirler ve ülkeler kadınla özdeşleştirilir genelde. İstanbul’a, Balat’ın tepesinden bakınca, kadın olmayı yakıştıramıyorsun. Hani derler ya: “Yakışıklı değil ama karizmatik!” diye. Bildiğin çirkindir adam da, bir albenisi vardır, bir duruşu. Aynen öyle görünüyor İstanbul bu tepeden. Güzel değil, karizmatik.
Balat Evi taklidi mini barakalar. Rengarenk, her birinde bir zanaat icra ediliyor. Sadece ebru atölyesi açık. Sohbet başlasın. Söz Yılmaz Bey’de.
"Bir gün bir telefon geldi. Dubai Prensesi bir rüya görmüş, insanlar suyun üzerine resim yapıyorlarmış. Danışmanlarına sorunca duymuş ebruyu ilk defa. Dünyanın her yerinden ebru sanatçıları çağrıldı. Ben de onlardan biriydim."
Muhteşem çiçeklerin yanı sıra enfes kuş ebruları var Yılmaz Bey’in. Hangi kuş olduklarını düşünmeden, içinden gelerek yaptığını söylüyor. İnsanız işte, dur durak bilmiyoruz tanımlama konusunda, illa adını koyacağız. Öylesine eminim ki ebrudaki bu kuşun karga olduğundan. Bak bakalım sen ne düşüneceksin? Bence dünyanın en güzel kargası bu, “Hayat Evi”ndeki yerini almayı bekliyor.
Gerek yok aynı yoldan inmeye, biraz ilerde başka bir merdiven, sonra bir yokuş, öyle uzanıp gidiyor iç içe geçmiş mahalle sokakları. Sen Hamamcı Sokak'tan in aşağı. Neden mi, yok bir nedeni, nedensizce dolaş işte. Geze geze tekrar buldum kendimi Vodina Caddesi’nde. Sonra Çiçekli Bostan Sokak. Kol kola girmiş Balat evleri, Beyhan Hanım’ın vitrininde pırıl pırıl parlıyor. Seksenli yıllarda gelmiş ilk defa Balat’a daha mahalle dışından kimseler buraları bilmezken.
"Fener-Balat evlerinden başka hiçbir şey yapmak bana bu kadar zevk veremezdi. Bu gördüğünüz minik evler de gerçek evlerin birebir kopyası. Ama renklerini tabi biz kendimize göre biraz abartıyoruz, değiştiriyoruz."
Tarif ediyor adreslerini, hemen gidip orijinal evleri ziyaret ediyorum. Bir yeri, en güzel yerlisinin dilinden gezersin. Daha başka önerilerde de bulunuyor. Bol bol yürüyor, yolda yeni yeni insanlar…
Kıııızzzz, Gonca, kııııızzzz.
Pembe çoraplarının üzerine pofuduk tüylü terliklerini çekmiş, sokak ile yirmili otuzlu yaşlarının ortasında; evin cumbamsı çıkmasının altından yukarı bağırıyor. Gonca çıkıncaya kadar pencereye, mahallece bekleyeduruyoruz. Gonca’nın kirpikler ok, birazdan inecek, acaba hangi gönüllere girecek. Sonra kulağım başka seslere misafir oluyor.
"Bak canım, bizim ev de aynen böyleydi."
Hafta içi, gezmeye gelen sayısı çok değil. İki teyze yan yana yürürken atıyorum lafımı.
"Nasıldı teyze sizin ev? Buralı mısınız siz de?"
Eskiden burada yaşamış, yıllar sonra arkadaşına evini göstermeye gelmiş sanıyorum. Bir işve, bir naz. Teyzeden geriye eser kalmadı, oldu mu sana genç bir afet. Hafif boynunu kıra kıra, nazende.
- Yok biz buralı değiliz, ben Beyoğlu’nda büyüdüm. [buraya utanganç bir “i hi hi” sesi ekleyelim] Oralarda eskiden böyle evler çoktu sokak aralarında. Ahhh, ne güzeldi. Mahalledeki tek Türk bizdik, herkesler Rum'du. Sonra, değişti tabii…
- Niye geldiniz bugün buraya.
- Kelle paça yemeye geldik. Şurada ilerde bir yer var. Yedik şimdi de geziyoruz.
- Hadi o zaman iyi günler size, şimdiden afiyet olsun.
- Size de. [“i hi hi”]
Arkamdan kıkırdamalar, fısır fısır konuşmalar. Beğendiler beni galiba. Ben de Balat’ı beğendim.
Gözlerinin kendinden sürmeli olduğu, kocaman güneş gözlüklerinin ardından bile anlaşılan, hafif boyalı saçlı, sakallı, orta yaşlı delikanlı. Bir dizi küpe ve “piercing”i ile birlikte objektiften içeri girmeye çalışıyor. Çeksem mi fotoğrafını habersiz? Acaba özel hayat alanını ihlal mi etmiş olurum? Yoktu böyle sorular, siyah beyaz fotoğraflar döneminde. Anı yakalama peşindeydi fotoğrafçılar. Neydi adı, ahhh bir hatırlasam. Emar mıydı acaba. İranlı bir sanatçı. Stüdyosuna davet ediyor. Zeminde üzerine kırılmaz cam yerleştirilmiş ve içi led ampullerle ışıklandırılmış bir su kuyusu. Bir zamanın mutfağı, atölye olarak re-enkarne olmuş. Ne hayatlar ne yollar tepilmiş Pers topraklarından Balat’a kadar. Sohbet bitiyor, seyahat bitmiyor.
Yerli turistler yeni palazlanmaya başlayan civciv irileri gibi, tek tük dolaşmaya çıkmışlar. Elde, bencileyin cep telefonları, çık çık çekilen fotoğraflar, en çok da selfie’ler. Ama ne o bakışlar, her selfie cinsellikle ilgili bir ürünün kapağında yer almak için yarışıyor adeta. İki kız aniden duruyor. Baş örtülü olan çantasından çıkarıp, şaçlarını her yanına savurmuş arkadaşına kıpkırmızı bir ruj sürmeye başlıyor. “Ah canım, benim dudaklarım çok ince.” Sokağın tam ortasında. “Aaaa olur mu ben şimdi onları belirginleştiririm.” diyor öteki. Ulu orta. Artık her şey her yerde yaşanıyor. Mahremiyet, samimiyetle sarmaş dolaş.
Rum Ortodoks dünyasının Vatikan’ına gideceğiz birazdan. Acaba nasıl bir yerle karşılaşacağız? Ama önce Fener Rum Okulu. Haliç’ten azıcık içeri girip biraz ilerledin mi, sıkış tepiş apartmanların arasından kızıl bir lav göğe doğru yükseliyor. Abartmıyorum, o daracık dehlizden bu kadar büyüleyici görüneceğini hiç düşünmemiştim. Halk arasında kızıl kilise ya da kızıl kale diye adlandırılan yapı, her ne kadar okul olsa da sergilediği görünümle, Avrupa’nın en geniş beşinci kalesi olarak anılıyor. Milli Eğitim’e bağlı tüm diğer okullar gibi ziyarete değil eğitime açık.
Çıktığımız Sancaktar Yokuşu’nu inerken çatallanan yolun tam köşesindeki bina, New York’taki “Flatiron Building”in Hobbitler için yapılmış bir maketi gibi. Yokuşu sonuna kadar inip sağa, sonra sola, tekrar sağa dönünce…
“585 yılından beri Ekümenik unvanına sahip olan İstanbul Rum Patrikliği dünya üzerinde üç yüz milyon inananıyla Ortodoks Hristiyan Kilisesi’ne manevi önderlik eder. Ekümenik Patriklik, Ortodoks Kilisesi’nin en yüce makamıdır ve on yedi yüzyılı aşkın süredir merkezini İstanbul’da muhafaza etmektedir.”
Diye başlıyor Patrikhane’nin broşürü. Midilli’deki sıradan bir kilise görünümünde, sadece belki biraz daha büyük. Roma’daki, Katolik aleminin San Pietro’suyla yakından uzaktan benzerliği yok. Son derece mütevazi. Herkesin Rum Okulu ile Patrikhaneyi karıştırması da belki bundan. Yüz yıllardır bir arada yaşadığımız, mübadele depremi ve artçılarıyla parçalandığımız Rum vatandaşlarımızın tütsü kokulu kıymetlisinde geziniyorum. Ayaklarım beni kilisenin sonuna götürüyor. Yaldızlı bir tahtanın arasında sessiz sakin simsiyah bir kaya parçası, sanki dokunmak için oraya bırakılmış. Bir süre elimi üzerinde tutuyorum. Mat olduğu için belki, soğuk değil, ılık gibi. İsa Peygamber’in çilesi sırasında, çarmıha gitmeden önce bağlandığı ve Romalı askerler tarafından, üzerindeyken kırbaçlandığı sütunun kalıntısından kalan acı bir ısı belki bu. Ayios Yeorgios Kilisesi, benzerlerinin aksine kendini küçük hissedesin diye değil, iyi hissedesin diye yapılmamış sanki. Oturup dinleniyorum. İçimde hoş bir seda, yola devam.
Sabah kendini gösteren güneş, ince bir bulut tabakasıyla savaş verirken; ışık bir sarıya, bir griye dönüyor. Hava tükürmeye başladı, ısı epey düştü, içimde bir ürperti. Hemen solumda Tahta Minare Camii, Fatih Sultan Mehmet tarafından 1458 tarihinde yaptırılmış; zamanla harap olmuş. 1865’te, yanındaki Tahta Minare Hamamı’nın sahibi Kantârizâde Sivaslı Halil Ağa tarafından bütünüyle tamir ettirilmiş. Çok yaşlı ama hâlâ ayakta. Fotoğraflarını çekmek için dalıyorum içeri. Ortada kocaman bir soba ardında onun yarısı kadar bir televizyon. Tokatlı Recep Amca sobadan çok, canhıraş izlediği Esra Erol’un programı ile ısınıyor gibi.
"Ben sana bir soru soruyorum, sen benim soruma yanıt versene, bak çok açık soruyorum…"
Ses gittikçe uzaklaşıyor. Kapı kapandı. Mükemmel bir akustik. Bir de bakmışım göbek taşına uzanıyorum. Ne de üşümüşüm bugün. Ohhh. Hiç bunalmadığım gibi, kemiklerim ısınıyor.
Şıppp…
Şıppppp…
Şıp…
Şıpp…
Kubbeden düşen her bir şıp kalın duvarlara yaslı mermerlerde yankılanıyor. Bir Allah’ın kulu yok. Bütün İstanbul dışarıda, bir ben ve huzur içeride.
Cııırrrttt, alüminyum kapı açılıyor, içeriye kıllı, göbekli Recep Amca giriyor. Gülsem mi ağlasam mı? Ortamın bütün ruhaniliği puf diye uçup gitti. On beşinci yüzyıldan yirmi birinciye gökten zembille fırlatılıverdim. Başladı keselemeye. Haşır da haşır, huşur da huşur. Ovala ovala, kirler çıksın oklava oklava. Bastır kemiklere takır da tukur. Kulunçlar açılsın gelsin huzur. Sonra tekrar gülesim geliyor. En son kim yıkamıştı beni? Yahu bebek miyim ben! Hayatımda hiç gelmediğim bir mahallenin, hiç bilmediğim bir hamamında, hiç tanımadığım bir adam neden yıkıyor ki beni! Var mı daha absürt bir şey bu dünyada hamamdan?
Yok gazoz içmedim. Şahane bir çay içtim ama. Recep Amca ile bol bol sohbet ettik. Biri on sekiz diğeri yirmi iki yaşında iki oğlu varmış. Tokatlıymış. Elli üç yaşındaymış. Yani amcam değil abim olacak yaştaymış. Gençler artık eski hamamlara gelmez olmuş, eğlence peşindelermiş, havuzlu hamamlara gidiyorlarmış artık. “Var mı havuzlu hamamlar?” diyorum. “Olmaz mı?” diyor. “E sen nereden biliyorsun?” diyorum. “E ben de gidiyorum.” diyor. “E benim burada işim ne o zaman?” diyorum. Yok yok şaka hiç de öyle demiyorum. Ben burada yıkanmıyorum ki, tarihi soluyorum. Çok mutluyum, tekrar tekrar on beş, on altı, on yedi, on sekiz, on dokuzuncu yüzyılların koridorlarında dolanıyorum. Kim bilir belki bir iki yıl sonra bu hamamın bacalarından duman tütmeyecek, yüz iki yüz yıl sonra buraları gezenler “Yıllar önce buralarda kimler kimleeer yıkanmıştı?” diyecek benim bugün Roma hamamlarını gezerken sorduğum gibi. O zaman ben anılarda dirilecek, ete kemiğe bürüneceğim. Ne de olsa ölümsüzlük değil mi peşinde olduğumuz.
Balat-Fener arası bir öğleden sonra böyle sona eriyor.
Tekrar gelelim buraya ama olur mu, çok şey var daha göremediğimiz. Tekfur Sarayı var. Pammakaristos Kilisesi ya da diğer adıyla Fethiye Cami, Mesnevihane Camii ve daha neler neler; çok yaşanmış, hiç anlatılmamış hikayeler.
*Her yazıyı yazarken bir şarkı gelip yüreğime yerleşiyor. Nedenini ben de her zaman tam olarak anlayamıyorum. YouTube’daki bu kaydı çok sevdim, bakalım sen ne hissedeceksin. Bana yazmaktan sakın çekinme e mi?
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]