Neuschwanstein'da bir küçük prens
Bugün turist kahkahalarıyla inleyen, panayır yeri gibi gezilen, Disneyland’ın ağa babası hayaller şatosu Neuschwanstein; gerçek hayatta bir insan evladının acılı ve şen şakrak, kıvrak ve zikzaklı hayatının sona sürüklendiği yer. Sabahın dördü. Erken saatte ev basmak tarihi bir gelenek anlaşılan. 1886 yılı, 10 Haziran. Sarayın kapısı çalınıyor: “Taaak, taaak, taaak…”
Şaziye ve Jamel Myles için
Lütfen…bana bir kuzu çiz!
Hııı!
Bana bir kuzu çiz…
Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry
Kendim ve diğerleri için sonsuz bir gizem olarak kalmak istiyorum.
Bavyera Kralı II. Ludwig
Bir canlının zincirinden boşaldığı ana şahit olmadım hiç. Küçük Prens de görmemiş, tevekkeli kavrayamıyor bir canı bağlamanın ne anlama geldiğini. Oysa Şaziye biliyor, hatırlattı bana:
Köyde salıverirlerdi zincirinden, ben çok gördüm. Kendisini oradan oraya atar, hatta bazen boynuzunu bile kırıp kendisine zarar verirdi zavallı hayvan. Tutsaklığı, özgürlüğe kavuştum derken, tam aksine hüsranla bitebilirdi.
Kartpostallarda göründüğü gibi değil hayat; Almanya’nın, hatta belki dünyanın en çok ziyaret edilen şatosu Neuschwanstein ise hiç göründüğü gibi değil! Söylenişi kadar karışık bir kral evi: noy-şıvan-şıtayn. Bu kez eşim, sen ve ben; ruhlarla gezintiye çıkacağız. Aman sıkı sıkı giyin. Münih öyle soğuk ki, fıskiyelerden fışkıran, musluklardan akan sular donmuş. Trenle iki buçuk saat sürecek yolumuz, Avusturya sınırına kadar gideceğiz. Sabah erkenden biniyoruz trene ki öğlene doğru orada olalım, bugün bir değil iki şato gezeceğiz. Ayağına da sağlam bir şeyler giy, kalın olsun tabanların, kayar falan maazallah, keçe olsun bir de içinde üşütmesin huzurunu.
Güya pek âşık olduğu eşinin ölümünün üzerinden az bi zaman geçmesini beklemeden, hem de tekrar ve deliler gibi âşık olduğunu iddia ederek evlenen yaşlı zamparalar gibi…
Asla yaşlanmayacak ve aslında hiç büyümemiş prensimiz, Bavyera Kralı II. Ludwig, 41 yaşında hayatı boyunca arzuladığı sonsuzluğa kavuşunca olanlar olur. Bilakis insanlardan kaçmak için yaptırdığı hayal şatosu, ölümünün üzerinden yedi hafta geçer geçmez halkın ziyaretine açılır. 1886 yılından beri Bavyera turizmine para basan Neuschwanstein, gerçek hikâyesini ne kadar duyurabiliyordur sence? Belki ancak sahibi kadar, yani neredeyse hiç!
Yolumuz pek kısa değil. Erkenden kalktığımız için trene biner binmez daldığım uykumdan, derinden gelen tatlı bir Amerikan İngilizcesi ile yavaş yavaş uyanıyorum. Yine hazırlıksız, kendimi akışa bıraktığım bir yolculuk. Bilgi dediğin nedir ki, bende bu gezgin iştahı varken mıknatıs gibi gelir üstüme yapışır. Öyle de oldu. Bayılırım zengin Amerikalı turistlerin rehberlerine sulanmaya. Bilmem neden en güzel onlar anlatırlar, hem de hiç sansürlemeden. Herkesin tarihte olup bitenleri kendine yonttuğu, herkesin kendince en haklı olduğu bir dünyada, “resmi tarih”i yazdırmak da, ondan kurtulmak da para ve bedel ödemeyi gerektiriyor anlaşılan.
Büyük tur gruplarına aradan dalıp kaynak yapmaya benzemez; özel gruplar çoğu zaman sadece yaşlı bir çift ve tek bir rehberden oluşur. Diyelim ki bir müzedesin, yakındaki tablolarla ilgileniyormuş gibi yapar, kulak misafiri olursun. Sonra ister istemez çıkıntı durmamak için biraz uzaklaşır, sırnaşık kedi izlenimi vermekten kaçınırsın. İki oda sonra tesadüfen rastlamış gibi azıcık yanaşır biraz daha dinlersin. Hiçbir yerde yazmayan şeyleri anlatır özel rehberler. Ne bileyim, belki bilgilenmekten çok bu oyunu oynamak keyiflidir.
Bugün koşullar ideal, numara yapmaya gerek yok. Rahat rahat yayılmışız, hani var ya şu yeni sinema salonlarında ortasında kolçağı olmayan sevgili koltukları, işte onlara. Vagonda sadece Amerikalı turistlerimiz, biz ve özel rehberimiz Jane tıngır mıngır gidiyoruz. Masal gibi anlatıyor tüm gerçekleri, kralı yavaş yavaş soyarak:
Bir küçük prens varmııış, bir küçük prens yokmuuuş …
Günlerdir durmaksızın yağıp, yeri göğü mühürleyen kar, devasa çam ağaçlarına geniş beyaz kanatlar armağan etmiş. Jane bizi oturduğumuz yerden kalkmadan, Hohenschwangau Sarayı yani kuğunun yüksek bölgesine götürüyor. Gel biz bunu “Kuğular Yüksekten Uçar Sarayı” diye tercüme edelim. Tanımları abarttıysam ne olayım; şiirsel demek tarif etmiyor bu coğrafyayı, poetik demek bile az gelir. Herkesin gözü biraz daha yukarıdaki tepenin üzerine konumlanmış Neuschwanstein ile boyanmış olsa da, Wittelsbach ailesinin asıl yazlık sarayı, gerçek yuvası Hohenschwangau’dur. Alp Gölü’nü az yukarıdan gözetler. Ludwig, söylendiğine göre, sayısı el ve ayak parmaklarını geçmeyecek mutlu çocukluk günlerini burada geçirmiş. Anne ve babası ile ilişkileri, o zamanki asilzade eğitim yaklaşımı nedeniyle hep kısıtlı ve baskı altında tutulmuş. Bir erkek kardeşi var Otto, kuzinlerinden birisini de çok seviyor. Epey içine kapalı, belki de kapatılı. Sanat, müzik ve mimari aşkı ile dolup taşan, neşesi dışarı sızmaya çalışan bir çocuk.
Tek kelimeyle tanımlamak gerekirse eksantrik birisi Ludwig. Eksantrik, Fransızca “excentrique” kelimesinin karşılığı, sözlükte sadece tek bir kelimecik ile “ayrıksı” olarak tanımlanıyor. Bir dil, bir kültür için ne büyük acı; farklı olanı çevirisini yaparken bile tek bir kelimeye hapsetmek. Fransızca eş ya da yakın anlamlarına bakınca hayretler içinde kalıyorsun, o kadar çok ki, her biri bir nüans eklemiş, adeta farklılığı kucaklamış ve kutlamış.
Saint-Exupéry’nin prensi gibi başka bir gezegen; merkezin, sıradan ve alışılmış olanın dışından geliyor Ludwig. Kendisi de katı bir eğitimden geçmiş olan annesi Prusyalı Marie, oğlunu tanımlarken zorlandığını gizleyemiyor:
Kılıktan kılığa girmek hoşuna gider... Oyunculuk yapmaktan büyük keyif alır; resimleri, böyle şeyleri sever… Ve mülkünü, parasını ve diğer eşyalarını hediye etmeye bayılırdı.
İyi bir şey mi söylüyor, kötü bir şey mi anlaşılmıyor. “Böyle şeyler” neyse artık onun gözünde! Cümle içindeki üç noktaların yer aldığı boşluklar tereddüdün bariz gölgesi. Ludwig’in daha çocukken aşikâr olan canlı hayal gücü, kendisini tecrit etme eğilimi ve belirgin egemenlik duygusu, asla değişmediği gibi gün geçtikçe artarak devam etmiş. Babasının üç gün içinde vuku bulan ani ölümü 18 yaşında tahta çıkmasına neden olmuş. Yapacağı ilk işlerden birisi, 15 yaşında dinleyip büyülendiği Wagner’i sarayına davet etmek olmuş.
Trenimiz rayları ezegeçsin, biz Jane’e kulak verelim:
Wagner’i Hohenschwangau’ya davet etti. Kendi odasından kolaylıkla ulaşılabilecek bir odaya yerleştirdi. Aralarında neredeyse 32 yaş vardı. Ona kelimenin tam anlamıyla hayrandı falan filan diyorlar da bence bunun ötesinde çok kompleks bir ilişkileri vardı; öyle kelimelere indirgenecek bir şey değil, derin bir bağ. Ludwig hiç evlenmedi, bilinen bir ilişkisi de yoktu. Günlükleri, özel mektupları ve hayatta kalan diğer kişisel belgelerinden, cinsel arzularını bastırmak için canla başla mücadele ettiği ve Katolik Kilisesi'nin öğretisine sadık kalmaya çalıştığı biliniyor.
Ludwig’i ilk gördüğündeki izlenimlerini şöyle paylaşıyor Wagner:
Ne yazık, o kadar yakışıklı ve bilge, duygusal ve sevimli ki; tanrıların kısacık rüyası gibi, hayatının bu kaba dünyada eriyip gitmesinden korkuyorum.
Ebru ile rabıtaları gıcırdayan bu yuvayı müze gibi gezip geçecektik az kaldı, Jane olmasaydı. Oysa, zamanda yolculuk yaptığımız her odada; çocuk Ludwig ve Otto’nun oyun çığlıklarını, sessiz olmaları için uyarılarda bulunan mürebbiyelerinin şşştttlemelerini, ebeveynlerinin ağır sessizliğini; kendisini Wagner’in kollarına atmamak için zor tutan, belki de atmış olan genç kralın iç çekişlerini, duvarlardan dinliyoruz buz gibi. Buraları yaz güneşinin altında gezilmemeli. Bu gizemli sızı, kuğu beyazı tüllerin arkasından, gümüş gri göğün gölgesinden sezinlenmeli sadece.
Kırk bir yıllık kısa hayatının son on yılını gece yaşayıp, gündüz uyuyarak geçirmiş Ludwig. Gün batımı ile tan vaktinin yerini değiştirip; farklı dönemlerden kostümler giyerek, kızaklı arabalarda gezinerek karşılamış geceyi. Wagner’le değil, operalarıyla hemhal platonik bir öz bombardıman. Hayatın gülle gibi gerçeklerini, başka seyircilerin alınmadığı koca salonlarda, tek başına izlediği opera ve tiyatrolardaki efsanelerle hafifletmeye çalışmış.
Bugün Bavyera’ya deli gibi para kazandıran birçok sarayı, deli gibi para harcayarak yaptırmış ve deli diye tahttan indirilmiş; arkasından bin bir entrika çeviren parlamento ve tahta geçmek için can atan amcası tarafından. Yakınları isteseler de koruyamamışlar Ludwig’i, kuzeni ve dostu İmparatoriçe Elisabeth’in bile gücü yetmemiş:
Kral deli değildi; sadece düşler dünyasında yaşayan bir eksantrikti. Daha nazik davransalardı böyle korkunç bir sondan kurtarabilirlerdi onu.
Bugün turist kahkahalarıyla inleyen, panayır yeri gibi gezilen, Disneyland’ın ağa babası hayaller şatosu Neuschwanstein; gerçek hayatta bir insan evladının acılı ve şen şakrak, kıvrak ve zikzaklı hayatının sona sürüklendiği yer. Sabahın dördü. Erken saatte ev basmak tarihi bir gelenek anlaşılan. 1886 yılı, 10 Haziran. Sarayın kapısı çalınıyor: “Taaak, taaak, taaak…” Hayatta kendisini görmemiş, bir kez bile muayene etmemiş dört şarlatan psikiyatrın deli raporuna dayanılarak tutuklanacak. Kısa bir süre sonra da zorla götürüldüğü başka bir şatonun yanı başındaki gölde ölü bulunacak. Ne olduğu asla bilinemeyecek, birçok faili meçhul gibi. Gözle görülemeyen, elle tutulamayan, herkesin yakinen tanıdığı ama bir türlü teşhis edemediği evrensel bir fail…
Oysa bu eksantrik her zaman halkından kaçmamış. Aksine çok sevilmiş ve hâlâ sevilmeye devam ediyor. Deli gibi borçlansa da yaptırdığı şatoların çevresinde ekonomi canlanmış, insanlar iş sahibi olmuş. Eskiden gündüz gözüyle gezdiği tarlalarda durur çiftçilerle konuşur, onlara bonkörce hediyeler dağıtırmış. Kim ne derse desin Münih ve tüm Bavyera’da çok saygı görürmüş. Ne olmuş da gün geçtikçe içine kapanmış?
Kimse bilerek ve isteyerek içine kapanmaz. Okul arkadaşlarının zorbalık ettiği dokuz yaşındaki eşcinsel bir çocuk kendiliğinden intihara sürüklenmez. Hiçbir çocuk diğerine güle oynaya zorbalık etmez. Ahhh meçhul, ahhh meçhul fail…
Söyle bana kuzucuğum, bir insan bırak diğerleri, neden kendisi için bile bir gizem olarak kalmak ister? Oldu ki bir anlık zincirinden boşalırsa, başına binbir iş açacağını bildiği failini senden benden iyi tanıdığı için olabilir mi?
Neuschwanstein, baharda ziyaret edilmeli. Ludwig ve Jamel’in, gezgin yağmurların güneşle buluşturduğu gökkuşağının altından el ele tutuşarak geçtiği mevsimde.
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]