Notre Dame Larisa'da
Rap, rap, rap… sesini çıkaran bu tabanların; bugün Notre Dame de Paris Katedrali’nin bulunduğu yerdeki eski tapınağı inşa edenlerin atalarına ait olduğunu biliyor muydun? Ben bilmiyordum. Larisa’yı gezdiğimin ertesi günü yanmaya başladı caaanım katedral. Nereden nereye, Ren Nehri’nden Gediz Nehri’ne uzanan, Galya’da başlayıp Galatya’da sona eren acıklı bir yolculuk.
Ne bir ses ne de haber
Gelmiyor artık senden
Öylece kalakaldım da
Deli hasretinle ben…
…Yani değişmedim hala
Öyle biraz çocuk kaldım
Sezen Aksu
Her şey başlangıçta olsaydı, sonuçta ne olurdu?*
Victor Hugo, Notre Dame de Paris
Leyleğin kocamanı olur mu, olur! Uçurtma gibi gerdiği kanatlarını, uçurumların kenarında çırpıyor. Amacı yavrusuna yiyecek bulmak değil de gelip geçene hava atmak sanki. Göçmen değil, Menemen’in yerlisi adeta, tüm buraların sahibi. Gagası düşse eğilip yerden almaz. E soralım bakalım yanıt verecek mi?
- Kuş bakışınla nasıl görüyorsun aşağıları?
- Larisa, ayçöreği şeklinde bir yarımada; sahilde olsa denize atılmış yarım bir can simidi diyesim geliyor.
- Karnın aç anlaşılan? Gevrek ister misin, biraz önce Karşıyaka’dan aldım.
- Olmaz olur mu, bütün gün uç uç, yavrularına yiyecek bul,
Kursağım hop dolmuş, hop boş olmuş.
Sahi, sen benim konuşabildiğimi nereden biliyordun ki?
Gafil avladın, aldın ağzımdan lafı.
Kimseler gelmez buralara dışarıdan,
Buralarda yaşayanlar yüzümüzün akı!
Sahi, nereden çıktı Larisa’ya gitmek; düne kadar adını bile duymadığım bu antik diyara?
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde uzatmalı bir sergi vardı. Aslında tarihi geçmiş, sanki bitmiş de hiç toplanmamış bir ziyafet sofrası. Ne de iyi olmuş. O enfes lahitler bölümünden giriyorsun içeri -bu arada müzede restorasyon var, gitmeden neresi açık neresi kapalı öğren- bir nevi nekropolis yani ölüler şehrinden ağııır ağııır ilerleyip, güzelim merdivenlerine ulaşıyorsun göklerin. Tam karşında, bir buçuk metre çapında Medusa Başlı Madalyon, mermer bir kabartma. Bırak bakmaktan çekinmeyi, o kadar etkileyici ki gözlerini alamıyorsun. Seviyor seni umursamazdan geliyor, taş kesilmeden yoluna devam edebiliyorsun. Merdivenlerin iki yanında, bir sıra kan kırmızısı bir sıra siyah beyaz fotoğraflardan oluşan kartpostallar ipe dizilmiş tavandan aşağı sarkıp; etraftaki gri ve toprak tonlarının arasında patlıyorlar. Merak ediyorsun nedir bu renk cümbüşü? “Larisa: Farklı Hayatlar, Farklı Renkler” sergisinin girişinde buluveriyoruz kendimizi.
İkinci kat sakin, sergi boğmuyor. Gösterişli eserlerle karşılaşmayı aklından bile geçirme. Yazıları okudukça anlam kazanıyor buluntular. Arıyorum, tarıyorum, fotoğraflara, haritalara bakıyorum sergi boyunca; ortada antik şehir diyebileceğin bir kalıntı neredeyse yok, her şey toprak altında. Şöyle tek bir sütun görsem, hatta sütun başı, atlayıp gideceğim İzmir’e, Menemen’e. Yok işte yok.** Neyi gezesin ki böyle bir yerde? Niye gidesin ki böyle bir yere?
Vallaha da billaha da gittim, hem de geçen hafta. Rüyalarıma girdi: “Geeel, geeel.” diye çağırdı, kayıtsız kalamadım.
Karşıyaka’dan yarım saat sürüyor. Uzak değil, sudan biraz içeride İzmir-Çanakkale yolunun dibindeyiz. Menemen’i azıcık geçince eskinin köyü şimdinin Buruncuk mahallesine ulaşıyorsun. Ovanın ortasından göğe doğru yükselen devasa kaya kütlesinin eteğinin kıyıcığına ilişmiş. Bir yüzü keçileri bile ürküten uçurum, arkaları yumuşak eğimli tepe. Önünden bin kere geçtim bir kere bile farkına varmadım yıllardır. Zaten öyle kahverengi tabela falan bekleme, adı sanı hiçbir yerde yazmıyor Larisa’nın. Buruncuk diye bulacak, köşedeki kahvede duracak, bir çay içip soluklanacak, enerjini toplayıp tırmanmaya başlayacaksın.
Araba ile, su deposunun oraya kadar gidip, dik yamaçtan tırmanabilirsin, ki ben öyle yaptım. Çok lüzumsuzmuş, nefesim kesildi. Köyün epey arka tarafından tren yolu geçiyor git oraya kadar, yavaş yavaş tırman keyifle. “Haydi yallah, hop hop hop…” diye diye zirveye ulaştım. Yaş ilerledikçe, yüz metrelik tepeler Everest gibi geliyor.
Şşşşt…
Şşşşşşşttt…
Hafif rüzgârın mı, yoksa dinginliğe davet eden dağ perilerinin seslenişleri mi kulaklarımı yalayarak geçen? Ne rüzgâr ne peri, hiçliğin sesi…
Hiççç…
Hiççççççç…
Kimsecikler yok. Kır dolusu çiçek, birkaç yaşlı ağaç, yamaç boyu ilerleyen yıkık antik duvar. Antituristik doğa harikası antik şehir Larisa. Göz alabildiğine Ege. Arkanda Dumanlı Dağ, önünde Gediz Ovası, tam ortasından geçen kobra yılanı Hermos (Gediz Nehri), kocaman başını Gediz Deltası'nda açmış. İleride denizin gerisinde Karaburun. Azıcık ayaklarının üzerinde yükselsen neredeyse Midilli’yi göreceksin. Yılın dört güzel dönümünden biri, baharın topraktan patlaması Ege’de bir başka mı yaşanıyor ne, yoksa ben taraf mı tutuyorum, artık sen karar ver.
Bile bile gelmeme karşın yine de bir telaş; acaba dişin kovuğunu dolduracak bir kalıntı görebilecek miyim heyecanı. Larisa, Ege’nin yüreğinde bir aysberg, mışıl mışıl uyuyor. Öyleyse doğanın keyfini çıkaralım. İlerliyorum, o uzakta görünen de ne, serap mı? Ayçöreğinin tam ortası, yani en lezzetli olan çıtır çıtır uç kısımlarının tam göbeğine gelen hamuruna bastırmışlar bir vadi olmuş. Taştan yıkık bir köy, anca diz boyuna kadar gelen ev duvarları. Gezi sonunda karşılaştığım Hasan’dan öğreneceğim ki burası Buruncuk, Buruncuk olmadan önceki yerleşim yeri Eski Burunucu Köyü imiş. Nedendir bilinmez, yani ben bilmiyorum, eski köy buradan yeni yerine taşınmış. Oysa harika bir konumu var. Manzaralı antik bir tiyatro gibi, Gediz Nehri’ni ve İzmir’i karşısına almış, taraçalardan aşağı doğru uzanıyor.
Kızıl, kahve, gri, pembe, mor, siyah, rengarenk andezit taşından yapmışlar evlerini Larisalılar yüzyıllar boyunca. Yerleşim, milattan önce 6500’lü yıllarda neolitik dönemde başlamış. M.Ö. 700 ve 600’lü yıllarda Yunanistan’dan göçen boylardan birisi olan Aioller tarafından ele geçirilmiş. Pers istilasında yükselmiş, Helenistik dönemi yaşamış, MÖ 405 yılında Peloponez Savaşı’nda harap olmuş. Büyük İskender’in imparatorluğu parçalara ayrılırken, aslen Ren Nehri kıyılarının sakinleri olan -ki Eski Yunanlılar onları bırak sakin bulmayı barbar diye adlandırıyorlar- Galyalıların ağzının suyu akmaya başlamış. Makedonya ve Anadolu’daki siyasi boşluktan yararlanıp geniş kafileler halinde ilerlemiş, bizim buralara göçüp yerleşince Galat diye adlandırılmışlar. Zavallı Larisa M.Ö. 279 yılındaki istilaları yüzünden yerle yeksan olmuş ve terk edilmiş.
Rap, rap, rap… sesini çıkaran bu tabanların; bugün Notre Dame de Paris Katedrali’nin bulunduğu yerdeki eski tapınağı inşa edenlerin atalarına ait olduğunu biliyor muydun? Ben bilmiyordum. Larisa’yı gezdiğimin ertesi günü yanmaya başladı caaanım katedral. Nereden nereye, Ren Nehri’nden Gediz Nehri’ne uzanan, Galya’da başlayıp Galatya’da sona eren acıklı bir yolculuk. Aynı yolu gerisin geriye yürürsek, Larisa ile Paris’in kaderlerinin farklı yazılmış olduğunu göreceğiz. Galo-Romen tapınağının üzerine Hristiyanlık döneminde dört tane kilise inşa edilmiş, hanımımız diye seslenilen Meryem Ana’ya adanmış olan Notre Dame de Paris beşincisiymiş bunların. Adı o zamanlar Lutèce olan Paris büyümüş de büyümüş. Oysa Larisa, Galat istilasından sonra bir daha kendisine gelememiş; yani hiç değişmemiş öyle hep çocuk kalmış.
Yürümeye devam. Ne Dumanlı Dağ’ın dumansız tepeleri, ne berrak mavi gökyüzüne doğmuş bembeyaz ay, ne de etrafında daireler çizen kuğu rengi leylek haber veriyor yarın olacakları. Fırtına öncesini sessiz çığlıklarını biz duyamıyoruz belki de! Ahhh şu papatya kokusu, insanı sarhoş ediyor, gözün hiçbir şey görmez oluyor.
- İyiliğin timsali kar beyazı leylek, kanatlarının ucundaki is karası, kıskanç şeytanın izi mi sahi?
- Batılı efsanelerde öyle denildiğini duydum, yüzünü nereye çevirdiğine bağlı yanıtı. Doğu’ya gidersen, Çin’e doğru… yin ve yang misali tüm hayatı olduğu gibi kucaklar benim kanatlarım.
Larisa’nın en tepesindeyim, bir zamanlar Kybele ya da Athena Tapınağı’nın olduğu tahmin edilen yerde. Kimse emin değil neyin ne olduğundan bu belirsizlikler memleketinde. İlk kazılar 1902 yılında İsveç ve Alman arkeologlar tarafından yapılmış, uzun aradan sonra başlayan 1932-1934 yılı kazıları da ikinci dünya savaşı nedeniyle nihayete ermiş.***
Varsın hayal kuralım, bilim gelip açıklığa kavuşturuncaya dek her şeyi, kendimizi bilgiden özgür kılalım. Varsın Larisa’nın hanımı ile Paris’in hanımı yekvücut olsunlar bugün. Kybele Meryem’de, Meryem Kybele’de can bulsun. İstila bitsin, ateş sönsün, göç dursun. İki hanımımız da kurtulsun.
*Qu'est-ce qu'il y aurait à la fin si tout était au commencement?
** Her ne kadar sahada bulunmasa da sütun kalıntıları İzmir Arkeoloji Müzesi’nde mevcut. Figen Öztürk’ün “İzmir Arkeoloji Müzesi’nde Korunan Larisa (Buruncuk) Kökenli Taş Mimari Eserler” adında bir tezi var:
*** En son çalışmaları İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. N. Turgut SANER sürdürüyor.
Aliağa Belediyesi, Aliağa ve Çevresindeki Antik Kentler adında güzel bir yayın yapmış, meraklısına.
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]