Kırmızı Ege kara Foçateyn
Ne zengin bir geçmiş! Foça’nın bir yanı İran diğer yanı Fransa. İnsanlık coğrafi bir yumakta yuvarlanıp gidiyor buralarda. Ancak ortak mesaj yüzyıllardır değişmiyor: “Hepsi benim hepsi benim! Bu topraklar ve özgürlüklerin tümü benim!”
Şu dünyada sevgi büyük ihtiyaç
Herkes sevmeye sevilmeye muhtaç
Herkesle dost ol herkesle arkadaş
Ömrümüz geçiyor bak yavaş yavaş
Mavi Boncuk, Ülkü Aker
Çoğumuz yaşadığımız şehri tanımayız, doğduğu mahallenin arka sokağına gitmemiş olanlar vardır aramızda. Hep “Bir gün gezeceğim!” derken bakmışız ertesi gün öbür dünyadan el sallıyoruz. Burnumuzun dibindekinden habersiz yaşar gideriz. Bugün de gideceğiz, ama uzaklara değil burnumuzun dibinde olmuş olanları görmeye, yüzleşmeye.
İzmir’den Foça’ya İzmir-Çanakkale yolundan ulaşılır, ben kendimi bildim bileli böyle yaptık. Hadi gel yeni bir yol deneyelim, gir yine Dıgıl Meks’e (Google Maps) Karşıyaka-Foça diye yaz; sana iki seçenek sunacak. Baştan çıkarıcı olan yolu seç; insanı hedefinden saptırmak isteyen Sirenler gibi, tatlı tatlı şakıyan “Dön hemen şuradan, gel bana doğru.” diyecek yolu. Bu daha kısa ve daha güzel yoldan geçerken dinlemeyeceksin Sirenleri; İzmir Kuş Cenneti’ni es geçmen gerekecek mesela, o güzel Gediz Deltasını. Azıcık konsantre olalım, yine öyle her yana dağılmak yok. Foça’ya gelmeden önce tek bir kaçamağa izin var o kadar.
Eski İzmir Yolu’nda, Foça’ya gelmeden yedi km. önce, Geç Osmanlı dönemine ait tek gözlü köprünün yanında göğe doğru yükselir, Taş Kule ya da Taş Ev olarak adlandırılan Pers Mezar Anıtı.
Susa Kralı Abradatas, Pers Kralı Kyros ile Lydialılara karşı verdiği savaşta hayatını yitirir. Elbette dünyalar güzeli olan karısı Panthea -artık hepimiz biliyoruz ki bir kraliçe asla çirkin olamaz- aşk acısıyla, inim inim inler ve intihar eder. Ksenephon’dan (İ.Ö.430-355) öğrendiğimize göre Kyros ikisinin anısına bir anıt mezar inşa ettirir. İlginç olan Foça’daki bu mezarın Kyros’un bugün İran’da Şiraz’ın kuzeydoğusunda, Dünya Mirası kabul edilen Pasargadae’da inşa ettirdiği kendi mezarının öncülü olmasıdır. Ahhh, İran’ı görmeyi öyle çok istiyorum ki! Fırsat olursa belki birlikte gideriz Şiraz’a, İsfahan’a, hatta Kum şehrine.
Yolun düşerse Foça’ya, muhakkak uğra Pers Mezar Anıtı’na, hatta içine gir, kendini Leyla Gencer ya da Andrea Bocelli gibi hissetmek istiyorsan eğer. Neden mi? Gidince anlarsın, o küçücük cehennem dehlizinde öyle bir akustik var ki, en bet sesler bile cennetten çıkmış gibi çınlar kulaklarda.
Anıt mezardan attım kendimi açıklıklara, yolda birisi beklemekte. Baş parmağı ile otostop çekmese de, “Biri durup da alsa beni.” der gibi bakıyor. Durmam mı, hemen frenler fora. Başlasın sohbet. Yıllar önce İstanbul’dan gelip yerleşmiş Foça’ya, şimdi arıcılık öğretiyormuş Foça Açık Ceza İnfaz Kurumu’nda. Daha önce ne cezaevinde çalışan ne de arıcılık öğreten birisiyle tanışmamıştım. Yıllardır tutukluluğun bin bir türüyle mücadele eden Zafer geldi aklıma; sonra Şeyda ve kendisinden İstanbul’da olduğu sürece, arılarına su vermesini isteyen komşusu. Laf lafı açtı, o sırada arabayı nereye park edeceğimi, Foça’da nereleri gezeceğimi ve nerede yemek yiyebileceğimi öğrenmiştim bile.
Foça, ortasındaki bademcik gibi tarihi yarımada ikiye bölmese kocaman bir koy olurmuş. Şimdi ise iki koy, birinin adı Büyük diğerininki Küçük Deniz. Bademciği tavaf edeceğiz bugün, antik şehrin merkezini. Şimdilerde üzerinde okulun bulunduğu yerde, bir zamanlar Athena Tapınağı olduğunu hayal edeceğiz. Akabinde, kalenin etrafındaki yıkık taş evlerde yaşamış olan hayaletleri ziyaret edeceğiz.
Sahile doğru yürüyüp, Ressam Avni Arbaş’ın heykelinden hafif eğimli tepeye doğru sokakların arasına dalıyorum. Topraktan fışkıran ebegümeci kümesi, yemyeşil bir höyük oluşturmuş adeta. İleride solda kibar tahta sütunlarıyla bir yapı, Fatih Camisi. Giriş kapısının üzerindeki kitabede “Bu mübarek camiyi hayır ve iyilikler sahibi, Sultan Selim Han Oğlu, Sultan Süleyman Han inşa ettirdi.” yazıyor. 1530-31 senesinde Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilen cami yıkılınca, 1569-70’te vefatından önce verdiği emir üzerine, Kanuni Sultan Süleyman tarafından tekrar inşa ediliyor. İçi apaydınlık ince uzun huzurlu dikdörtgen yapı. Bahçesinden görünen ilerideki diğer minareye doğru yavaş yavaş tırmanıyorum. Kayalar Camisi, lebiderya, iki koy da ayaklarının altında. Biraz oturup dinlendikten sonra sokakların arasında kaybolmaya devam.
Bahçelerinden yeni dünya, portakal, dev kaktüsler ve envaiçeşit bitki fışkıran, Foça taşından yapılma Rum evleri. Kiminde hâlâ insanlar yaşıyor, bakımlılar, kimi çöktü çökecek. Birinin içine dalıyorum, kalbim sıkışıyor. Tansiyonum mu düştü ne, yıkılmak üzere, yana eğilmiş uzuuun taş duvardan güç almak için elimi uzatmamla çekmem bir oluyor. Taş, ateş gibi. Siyah beyaz televizyondan çıkan “şşşşşşş…” gibi bir parazit sesi. Gözüm kararıyor, kendimden geçmişim. Ağlama sesleri. Oradan oraya koşuşturan kadınlar, erkekler, çocuklar. Kim bunlar? Allah’ım ben neredeyim? Tikveş* mi burası, dul bir kadın gözlerimin içine bakıyor. Büyük babaannem mi iki kolunda çocukları ile oradan oraya koşturan?
“19'uncu yüzyıl boyunca ve 20'nci yüzyılın başında, yani Osmanlılar açısından buhranlı bir dönemde, Foçateyn kazasının Rum ve Müslüman ahalisi arasında 1914’ün kara haziranını açıklamaya yarayacak şiddet olayları yahut kemikleşmiş bir geçimsizlik bulunmamaktaydı. Foçateyn kazası 1912-1913 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu derinden etkilemiş olan Balkan Savaşları’nın bir cephesi de değildi. Dolayısı ile savaşın, Trakya yahut Marmara’nın bir kısmında olduğu gibi, Müslüman ve gayrimüslimler arasında şiddete neden olan etkileri Foçateyn’i direkt olarak etkilememişti. Üstelik Balkan milliyetçilerinin elinde şiddete ve kovuşturmaya maruz kalarak Hıristiyanlara karşı bir kin beslemeye başlamış olan Müslüman Osmanlı mültecileri, yani muhacirler de henüz Foçateyn’de değillerdi. Peki, o zaman neden Rumlar kovuşturmaya uğramışlardı? Kimdi bu çeteler ve yetkililer neden müdahale etmemişlerdi?”*
Diye soruyor Emre Erol “Eski Foça’nın Kara Haziran’ı” adlı makalesinde. Toprakları bir bir elinden giden Osmanlı, Müslüman halkına yer açmak için, yüzyıllardır yine kendi halkı olan Rumları kovuyordu. Pılını pırtısını bile toplamaya zaman bulamayan zavallı insanlar kayıklara binip kaçarken geride ölülerini gömmeye bile zaman bulamadılar. Osmanlı gayrimüslimlerini; Sırp ve Bulgarlar da yüzyıllardır Makedonya’da Balkanlar’da yaşamış anamı atamı korkuta, ürküte, öldüre ittiriverirken; haklılıklarından bir an bile şüphe duymamışlardı. Suyun iki yakası da analarının sütü gibi helal gördükleri bu haklılık durumlarını “Milliyetçilik” olarak adlandırdılar.
Tam şu anda, Ankara’da, evimde, tam bu satırları yazarken bir anda sağanak yağmur başladı ki sorma. Çınar korkuyla “Babaaaa…” diye yanıma koştu, sanki dibimize düşmüş korkunç yıldırım. Gökyüzü patladı. Kollarıma alıp sımsıkı sardım. Sığınacak bir yuvamız olduğuna şükrettim.
- Baba, açıkla kapalı siyahı karıştırınca hangi renk olur.
- Yine siyah olur oğlum.
- Mesela kırmızı da çok kapalı bir renk ama açığı da var.
- Oğlum siyah kapkara bir renktir açığı kapalısı olmaz.
Çocuklar için birçok şey daha berrak öyle değil mi? Bir rengin açığı varsa ancak kapalısı olur, koyu da bi nedir ki? Dolambaçlı yollardan geçmezler, direkt söylerler sözlerini.
Burada yağmur devam ediyor; oysa ne de güzel dinleniyor kalenin denize bakan kıyısında, masmavi gökyüzünün altında bankta oturan Foçalı kadınlar. Aaaa, o, yoksa, evet evet, Dido değil mi o, ne diyor yanındaki Türk dostuna?
Kafasını biraz olsun çalıştırmak zahmetine katlanmayıp da omuz silkenler, aslında büyük bir suç işliyor! Ve sen Aksiyotis, sen daha da suçlusun... Sanıyor musun ki tarihi yapanlar hükümet adamlarıyla generallerdir! Gözlerini yumar, kulaklarını tıkarsan onların uçuruma doğru ittikleri bir tekerlek olup çıkarsın. Ama sen böyle aciz bir alet değilsin ki Manoli, halksın sen, halk! Ve olayları değiştirebilmek için anlamak zorundasın!***
Asfalyaları**** hâlâ üzerindeki harabeden çıkıp, denize nazır Beş Kapılar Kalesi’nin etrafından ilerleyip, balık haline vardım. Barışta ve Ege’de, mezenin rakının Türk'ü Rum'u olmaz. Bir güzel karnımı doyurdum. Şekerim yerine geldi. Üzerimden geçen tarih kamyonunun etkisi bir nebze azaldı. Kendimi sokaklara saldım yine. Foça tüf taşından yapılmış, güzelim evlerin arasında bir fırın. Gittiğim her yerden bir ekmekle dönme fikri ne de güzel yuvaya.
Meydanın ortasında kocaman bir horoz heykeli. Foça’nın tek bir simgesi yok ki. Yirmi birinci yüzyılda Atina Tapınağı’nın ucunda yapılan kazılarda grifonlarla ilk kez karşılaşıyoruz. Foça paralarının üzerinde grifonların bulunmasının nedeni buymuş meğerse. Fok ve horoz uzun süredir bilinen sembolleri Foça’nın. Foçalılar hem denizci hem de tüccar. Fransa’nın Paris’ten sonra ikinci büyük şehri olan Marsilya’nın Foçalılar tarafından kurulduğunu biliyor muydun? Kardeş şehir olan Foça ve Marsilya’nın anısına dikilen heykelin altında şöyle yazıyor:
“Horoz erken uyanışı, mücadeleci gücü, özgürlüğe düşkünlüğü simgeler. 1789 yıllarında Marsilya’daki Foçalılar devrim mücadelelerini sürdürürken horozlu bayraklarını özgürlük sembolü olarak sallamışlardı. Foça horozu önce Marsilya’nın sonra da Fransız özgürlük mücadelesinin simgesi olmuştu.”
Ne zengin bir geçmiş! Foça’nın bir yanı İran diğer yanı Fransa. İnsanlık coğrafi bir yumakta yuvarlanıp gidiyor buralarda. Ancak ortak mesaj yüzyıllardır değişmiyor: “Hepsi benim hepsi benim! Bu topraklar ve özgürlüklerin tümü benim!”
O caaanım yel değirmenlerine geldi sıra. Tırmanacağımız tepenin hemen eteklerinde küçük bir antik tiyatro bekliyor bizi. Büyük bir olasılıkla MÖ. 4'üncü yüzyılın üçüncü çeyreğinde, yani Büyük İskender döneminde yapıldığı tahmin edilen Phokaia Tiyatrosu, Anadolu’nun en eski ve Klasik Dönem sonuna ait tek tiyatrosuymuş. Toprak ayaklarımın altında kaya kaya tırmanıyorum. Bir deniz fenerleri bir de yel değirmenleri; biri denizlerin, diğeri göklerin ve her ikisi birden yüreğimin hâkimi.
En tepedeyim. Ay doğarken güneş batıyor.
- Baba, açıkla kapalı siyahı karıştırınca hangi renk olur?
- Gece olur oğlum.
* https://islamansiklopedisi.org.tr/tikves
**https://www.academia.edu/8140895/Eski_Fo%C3%A7an%C4%B1n_Kara_Haziran%C4%B1
*** Dido Sotiriyu “Benden Selam Söyle Anadolu’ya”
**** Asfalya İzmirlilerin elektrik sigortası için kullandıkları Rumca bir kelime. “Elektrik sigortası üzerinde olan, yani elektrikleri hâlâ bağlı, içinde insan yaşayan bir yer.” anlamında kullandım.
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]