Büyük kardeşimin mezarı Anıtkabir
Anlatacak o kadar çok şey var ki Anıtkabir ile ilgili; mimarisi, mozaikleri, kabartmaları, mermerleri, bitmek bilmeyen hikayeleri. Mozoleye çıkan devasa merdivenlerin ortasındaki hitabet kürsüsüne kazılı “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazısının yanından geçip Ata’nın huzuruna geldiğimizde, Makbule Hanım’ın gözlerinden yaşlar süzülüyor.
Bir çocuğun Anıtkabir ziyaretinden aklında kalması gereken yegâne şey, hoplaya zıplaya aslanların üzerinde fotoğraf çektirirken duyduğu coşku olmalı. Benim için öyle olmamıştı, İzmir’den Ankara’ya Ata’yı ziyarete geldiğimizde.
Gecenin koyu derinliğinde, bütün cüssesiyle karşıma dikilen bir aslan değil, şaha kalkmış, boyu tavana kadar uzayan zifiri bir kurttu. Nefesimi tuttum, gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Açtığımda yok olacağına, canavarın hayalimin bir ürünü olduğuna inanmayı tüm kalbimle diledim. Gece göğsüme kara kara bastırıyor, hala orada mı diye kısık gözle baktığımda tekrar tekrar karşıma dikiliyordu.
Korku ve endişenin sonsuz yorgunluğuyla sızıp, sabah perişan bir şekilde uyandığımda, karşımda ev sahibemizin astragan kürkü asılı duruyordu.
Sevimli, munis ve güzel bir hayvan olan Karagül kıvırcık bir koyun türüdür…tamamen kıvırcık tüylere sahiptir. Ancak bu tüyler yavrunun doğumunu takip eden ilk üç günde kıvırcıklığını kaybedip düzelmeye başlar…özelliğini kaybeder ve yavru öldürülmekte geç kalınırsa kürk astragan olmaz artık. Doğmayı bekleyen yavru karından alınır ve yüzülür, bir tek nefes dahi alamadan.¹
Kurt kuzuyu kapıyor, ölüm hayatı yutuyor. Öyle mi?
Yetmişli yıllar, Aslanlı Yol.
Ölüm ve hayatın içi içe olduğu bambaşka bir yoldan geçeceğiz.
Minik adımlarla ilerliyoruz. Hiç unutmuyorum, demişlerdi ki, aslanlı yolun parke taşlarını, aralarından çimler çıkacak şekilde geniş aralıklı döşemişler özellikle; böylece insanlar düşmemek için önlerine eğilsinler, Ata’ya saygı duruşu doğallığıyla gerçekleşsin. Çocuklukta duydukların beynine kazınır.
O zamanlar Ata’nın mezarının “Bir” numara olduğundan emindim, ancak uzun süre “Anıtka”nın ne olduğuna akıl sır erdirememişim. Kimse Anıt ve Kabir diye ayrı ayrı telaffuz etmiyor, herkes Anıtkabir diye hızlıca söyleyip geçiyordu. Kabrin ne olduğunu da bilmiyorum ayrıca.
Atatürk’ün 1881 yılında Selanik’te pembe bir evde doğduğunu; bir annesi, bir babası, bir kardeşi olduğunu bilmeme karşın, onu çocuk zihnimde sadece yapayalnız canlandırabiliyordum, kargaları kovalarken tek başına. Acaba yanında biri var mıydı? Şimdi ise koskoca Anıtkabir’de yine yalnız…
Hepsinin üzerinden yıllar geçti, Anıtkabir’e pek çok kez gittim, pek çok kez Ankara’ya gelen konuklarımızı götürdük. Çocukluğumda sorduğum birçok soruyu unuttum. Derken, geçen yaz gezi anılarımı yazmaya başladım, bir şeyler değişmeye başladı. Beynimin uzun süredir ziyaret etmediğim hatta var olduklarını bile unuttuğum koridorları sisler arasından belirmeye başladılar. Zihin duvarların üzerinde kapı ve pencereler olduğunu gördükçe şaşırdım. Veee, çocukluğa açılan gizli geçitlerden sorular gerisin geriye çıkmaya başladılar.
Atatürk’ün manevi çocukları vardı, adını havaalanına verdiğimiz kızı Sabiha, sonra Ülkü vardı. Babasını erken yaşta kaybettiği için hakkında pek bilgimiz yoktu. Annesi Zübeyde Hanım ise İzmir’in kalbinde Karşıyaka’da yatıyordu.
Sonra, bir kardeşi vardı galiba, neredeydi, ne yapıyordu?
Adı Makbule’ydi, öyle değil mi?
Tarih 10 Kasım 1953. Anıtkabir’in inşası ancak tamamlanabilmiş. Dolmabahçe Sarayı’nda saat dokuzu beş geçe vefat eden Ata on beş yıl boyunca Ankara Etnografya Müzesi’nde istirahat etmiş. Bugün ebedi istinatgâhına defnedilmeyi bekliyor. O hiçbir şeyi beklemeyen, bekletmeyen kahraman, sonsuzluk içinde süzülüyor.
Makbule bitkin ve yorgun. Hadi bir koluna sen, diğerine de ben gireyim.
“…Ankaralılar, nakil törenini izlemek için şehir merkezine akın ettiler. Saat 07:00’den itibaren kortejin geçeceği yol güzergahının çevresi halk tarafından doldurulmaya başlandı. Korteje katılacak askeri birlikler, izleyiciler, devlet protokolü ve yabancı devlet temsilcileri geçici kabir Etnografya Müzesi’nin çevresinde kendilerine ayrılan yerleri aldılar. Saat 08:00’e doğru yalnız kortej güzergahı değil bu güzergaha çıkan tüm yollar kalabalığın akını ile kapandı. Güzergâh üzerindeki binaların pencereleri, balkonları ve damları korteji izlemek isteyenler tarafından dolduruldu…Tabutun başucunda Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan duruyordu...”²
Atatürk o gün yaşasaydı 72 yaşında olacaktı, vefat ettiğinde ise sadece ve sadece 57. Üç yıl sonra hayata gözlerini yumacak olan Makbule Hanım o gün 68 yaşındaydı. Hadi gel, “Büyük Kardeşim Atatürk” ismiyle yayınladığı anılarının ilk sözlerine kulak verelim:
“İnsan ömrü inanılmaz bir hızla geçiyor. Büyük kardeşim Atatürk’ü ölüm döşeğinde bitkin ve yorgun gördüğüm günler gözümün önünde. İçimi, sinirlerimi paramparça eden bu ayrılık birkaç gün önce olmuştu sanki. Halbuki aramızda yıllar yığıldıkça yığılmış. Birbirimize ne kadar uzaklaşmışız. Zamanda acımayan ve son izleri silen bir kudret var…”³
Etnografya Müzesi’nden yola çıkan kortej sırasıyla Opera, Ulus, TBMM (İkinci Meclis), Gar ve Tandoğan Meydanı güzergahını izleyerek Anıtkabir’e ulaştı. Sen, ben ve Makbule Hanım Aslanlı Yol’un başındayız. Ağebey’ini ikinci kez uğurlamanın derin acısıyla, bacakları titriyor. O da ne? Yanımızda bir kurt, boynunu öne eğmiş, başını Makbule Hanım’ın elinin altına sokup, minik minik sesler çıkararak elemini dindirmeye çalışıyor. Diğer kolunun altına ise bir kuzu sığınmış.
Aslanlı Yol’un sağ tarafımızda “Kadın Heykel Grubu”:
“İstiklal Kulesi önünde ulusal giysiler giymiş üç kadından oluşan heykel grubu yer alır. Bu kadınlardan ikisi yere kadar uzanan bir çelenk tutar. Başak demetlerinin oluşturduğu bu çelenk Anadolu’nun bereketli topraklarını temsil eder. Bir kadın ileri uzattığı kapla Atatürk’e Allah’tan rahmet diler, ortadaki kadın ise elini yüzüne kapatmış olarak ağlar. Heykeltraş Hüseyin Özkan Anka’ya ait olan bu üçlü heykel grubu, Atatürk’ü kaybetmenin üzüntüsü içinde bile gururlu, ağırbaşlı, azimli Türk kadınını anlatır.”4
Solumuzda ise Erkek Heykel Grubu yer alıyor. Bir aydın ya da öğrenci, bir köylü ile bir askeri temsil eden üç erkeğin yüzündeki derin hüznü hissetmemek mümkün değil.
Takvim hızla ilerliyor. Yirmi birinci yüzyılda aynı insan seli akın akın Türkiye’nin her yerinden Anıtkabir’e akıyor. Otoparktaki arabanın bagajı tıklım tıkış dolu. Belli ki yolları uzun. Çocuklar terlemiş, üst baş değiştiriyorlar. Karadeniz’den gelip Akdeniz’e gidiyorlarmış. Atalarını ziyaret etmek için durmuşlar. Çocuklar heyecanlı. Ortalıkta hüzünden eser yok. Her yer cıvıl cıvıl. Koşuşturup duruyorlar, aslanlara tırmanmaya çalışıyorlar. Görevliler ellerinden geldiğince müsamaha gösteriyor. Sonuçta bunlar çok özel aslanlar, derin manevi değerlerinin yanı sıra yıllar geçtikçe tarihi eser olma yolunda ilerliyorlar.
“Anıtkabir’de yer alacak heykel ve rölyeflerin konularını belirleyen komisyon, aslan heykellerinin ‘kuvvet ve sükûnet telkin eden stilize oturmuş ve yatmış durumda’ olmalarını istiyordu…Hüseyin Anka Özkan, yarışma için aslan heykeli yaparken, ‘Maraş Aslanı’ndan esinlendi…Maraş Aslanı…Hitit dönemi eseri idi…Cumhuriyet döneminde eski Anadolu uygarlıkları ile kurulan bağ ve ilişki Anıtkabir mimarisine yansıdığı gibi aslan heykellerinde de kendini hissettirmektedir.”5
Aslanlar, sonsuz bir güç ve bilgeliği içlerinde barındıran, yatmış durumda bulunsalar da hakkını savunmak durumunda kaldıklarında saldırmaktan geri durmayacak olan; hadi göz dağı demeyelim de, cümle aleme “ayağını denk al” mesajı veren haberciler gibiler. Özgüvenleri tam, kendilerine has bir rahatlıkları var. O yırtıcı hayvanlar neredeyse sevimli görünüyorlar. Çocuklar bu durumu içgüdüsel olarak biliyor ve adeta yine içgüdüsel olarak aslanlara tırmanmak, bizim taş sandığımız heykellerin etrafında dolanıp onları okşamak istiyorlar.
Diyeceğim o ki, biyolojik çocuğu olmayan Atatürk ile evlatları arasına girmemek gerekir. Çünkü o öyle bir bağdır ki, tek bir kükremesi ile ormanlardaki bütün ağaçların yapraklarını titretir ve çocuklarını her pahasına korur.
Mezarlık, zamanın olmadığı yerdir, orada bildiğimiz kurallar işlemez. Sen, ben, Makbule Hanım, kurt, kuzu ve çocuklar kah güle kah hüzünlene, Aslanlı Yol’u sonuna dek yürüdükten sonra Tören Meydanı’na varıyoruz. Bu meydanda sekiz kule ve kuleleri birbirine bağlayan, güneşin ışıklarının aralarından geçmekten çok hoşlandığı sütunlarıyla uzun uzun koridorlar yer alıyor. Kulelerde, Atatürk’ün açık ve kapalı arabaları, giysileri, kişisel eşyaları, film gösterim salonları, kütüphane ile “Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi” yer alıyor. Her yeri gezmek istiyorsan en az yarım gününü ayırmalısın. Müzede Mondros Mütarekesi’nden Lozan Barış Anlaşması’na kadar kat edilen mücadeleli günleri birebir yaşıyorsun. Müzenin tonozlu galerilerinden birinde, basında çok farklı görüşlerle epey yer alan bir Nobel Ödülü sergileniyor. Dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos’un, 12 Ocak 1934 tarihinde:
“Yunanistan hükümeti başkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Paşa’nın Nobel Barış Ödülü’ne adaylığını takdim etmekten şeref duymaktayım.”
Demesinin üzerinden seksen bir yıl geçtikten sonra Türkiyeli bir bilim adamının Nobel Kimya Ödülü’nü alması ve Anıtkabir’de sergilenmesini istemesi acaba Atatürk’ten başka kimi bu kadar mutlu edebilirdi! Aziz Sancar, Anadolu’nun dört bir köşesinden, dünyanın dört bir yanına:
“Sizi bir kıvılcım olarak gönderiyoruz. Gür alevler olarak geri dönmelisiniz.”
Sözleriyle öğrenciler gönderen Atatürk ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin sesini belli ki yüreğinde yaşıyor ve hepimize hatırlatıyor.
Makbule Hanım çok ama çok yoruldu. Yaşlılar ve engelliler Anıtkabir’i baştan sona, kurum tarafından temin edilen tekerlekli sandalye ile gezebiliyor, biliyor musun?
Veee geldik ziyaretimizin sonuna. Mozole’ye çıkan merdivenlerin solunda “Başkomutanlık Meydan Muharebesi Kabartması” sağında da “Sakarya Meydan Muharebesi Kabartması” yer alıyor.
O yıllarda olup bitenleri bir film üzerinden anlatsaydık, etrafta et parçalarının uçuştuğu sahnelerden, kameranın üzerine sıçrayan kandan geçilmezdi. Oysa ne acayip bir yer Anıtkabir! Adı kabir ama ölümü değil yaşamı anlatıyor. Her yerde savaşla ilgili kabartmalar var ancak mütemadiyen barışı yüceltiyor. Hüzünlü olması gerekirken sürekli umuda işaret ediyor. Sadece Türkiye’den söz ettiğini zannederken aslında özgürlük, bağımsızlık ve varoluşun evrensel değerler olduğunu, bütün ülkeler, hatta insanlar için geçerli olduğunu anlatıyor. Atatürk’ün 1919 yılında söylemiş olduğu, Müdafa-i Hukuk Kulesi’nin duvarına kazınmış olan şu söz başka ne ifade ediyor olabilir ki!
“Tarih, bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez.”
Anıtkabir’in her taşı gerçek bir yaşam öyküsünü anlatıyor. “Başkomutanlık Meydan Muharebesi Kabartması”nda Gazi Mustafa Kemal’in ileriye doğru uzattığı eli ordulara ilk hedefleri Akdeniz’i gösterirken, hemen önünde yer alan melek borazanıyla bu emri uzaklara iletiyor. Söz konusu kabartmayı Zühtü Müridoğlu yapmışken, “Sakarya Meydan Muharebesi Kabartması”nı, Cumhuriyet’in yetiştirdiği dünyaca ünlü heykeltıraş, Akdeniz heykelinin de sahibi İlhan Koman yapmıştır. Vakit öğleni geçtiyse değmeyin keyfimize. Işık kabartmaların kıvrımlarını aydınlatır, ayrıntıları görünür kılar. “Kompozisyonun en sağında görülen bir genç, iki at, bir kadın ve bir erkek savaşın ilk döneminde düşman saldırılarının karşısında evlerini bırakıp yurt savunması için yollara düşmüştür.”6 Ailesi bir Balkan göçmeni olan Koman için ne derin bir deneyim olsa gerek bu eseri üretme süreci.
Anlatacak o kadar çok şey var ki Anıtkabir ile ilgili; mimarisi, mozaikleri, kabartmaları, mermerleri, bitmek bilmeyen hikayeleri. Mozoleye çıkan devasa merdivenlerin ortasındaki hitabet kürsüsüne kazılı “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazısının yanından geçip Ata’nın huzuruna geldiğimizde, Makbule Hanım’ın gözlerinden yaşlar süzülüyor.
Sonra, bir kardeşi vardı galiba, neredeydi, ne yapıyordu?
Adı Makbule’ydi, öyle değil mi?
Makbule Hanım, Büyük Kardeşi Atatürk’e on dakika uzaklıktaki Cebeci Asri Mezarlığı’nda dinleniyor. Araba mesafesi ile 7,3km. Kapıdaki görevliler yerini bir çırpıda tarif ediyorlar.
“Yaşım ilerledikçe dahi iyi anlıyorum. Biz insanlar ne kadar benzeriz. Bir şehirden ayrıldık mı, arkamızda kalan evler birer birer kaybolur; renkler söner ve biraz sonra her şey anlaşılmaz bir yığındır. Bizim hatıralarımız da böyledir. Aradan uzun yıllar geçince, ayrıldığınız bir şehir gibi hatıralar da geniş bir sis içinde kalır.”7
Belki Ankara’ya bir gelişinde onu da birlikte ziyarete gideriz ne dersin? Merak etme, ben ikimizin adına gittim; hatıralarını yazıp, küçük Mustafa’yı bizlerle paylaştığı için kendisine teşekkürlerimizi sundum.
Sisleri bir nebze olsun dağıtmaya çalıştım...
1 https://www.haytap.org/tr/astragan-k-naslde-ediliyor
2 Tunç Boran, “Anıtkabir’in İnşası (1938-1953)”, Aft Yayınları, s:237-238
3 Makbule Atadan, “Büyük Kardeşim Atatürk – Kızkardeşi Atatürk’ü anlatıyor”, Thales Yayınları, s:7
4 Kasım Mehmet Teke – Bora Öncü, “Anıtkabir Bir Veda Bir Başlangıç”, , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s:222
5 Tunç Boran, “Anıtkabir’in İnşası (1938-1953)”, Aft Yayınları, s:176-177
6 Kasım Mehmet Teke – Bora Öncü, “Anıtkabir Bir Veda Bir Başlangıç”, , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s:242
7 Makbule Atadan, “Büyük Kardeşim Atatürk – Kızkardeşi Atatürk’ü anlatıyor”, Thales Yayınları, s:7
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]