Bayramın içi hamamın önü
Mehmet Akif’i tanımam, kendisi hakkında fikrim yoktur. Peki kendisine ilişkin önyargım nereden geliyor? İşte bu gezi yüzleştirdi beni bu durumla. Tam olarak ne olduğunu bilmesem de “bizden olmadığına” dair bir his taşıyormuşum Akif’le ilgili. Çoğu zaman nereden geldiğini tam anlayamadığımız, içimize nüfus eden bu ideolojik sisleri sorgulamak insana iyi geliyor.
Kimin bu dünyada gözü kapalı ise ahirette de kapalı, hatta oradaki şaşkınlığı daha ziyade.
İsra Suresi, 72 Ayet (1)
Damda kapalı ondan!
Elini, alelacele cebine götürüp küçük defteri ve kalemini çıkararak “Neden böyle davranıyor?” soruma verdiği yazılı yanıttı bu. Sağır dilsiz değildi. Gırtlak kanserinin pençesine hapsolmuştu.
Oysa çok değil bir iki saniye önce, büyük şehirden onca uzaktaki kasabada, sokağın ortasında hoplaya zıplaya bana doğru gelen tay ve annesi ile karşılaştığımda “Ohhh, ne özgürlük, ne bağımsızlık!” demiştim içimden. Hayat böyle, ruh halinin değişmesi an meselesi. Saf mutluluktan derin hüzne nasıl da savrulabiliyorsun.
Gırtlak kanserinin kölesi, tayın efendisi, hayvanı kapatınca dama; bir anda arka bacaklarını kalçasından en tepelere savurmalar, çifte atmalar. “Gelemem ben kapatılmaya, çıkarın beni buradan, başlarım medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavara!” kişnemecikleri. Nafile.
Sahiple göz göze geldik, gülümsedik, başımızı hafifçe öne eğerek selamlaştık, çok eskilerden birbirimizi tanırmış gibi, seslersiz konuştuk.
Garip.
Mehmet Akif Ersoy’un evlerini gezeceğiz birlikte. Bu sefer üzerimize, gezmeye uygun rahat bir şeyler giymemiz yetmeyecek, aksine soyunmamız gerekecek. Elbiselerimizi çıkarmamız da yetmeyecek hatta, derimizi soyup altına bakacağız…
Tayın tıkıldığı kerpiç damın hemen yanındaki kerpiç evde geçirmiş Mehmet Akif Ersoy çocukluğunun küçüklük kısmını.
"Üstad, İstanbul’da doğmuş olmakla beraber nüfus kâğıdı Bayramiç’ten alınmıştır…Bayramiç’te bir köprü varmış. Oradan aşağı atlarmış. Bir atlar, bir daha atlarmış. O zaman şalvar giyermiş… Bayramiç’ten çok bahsederdi. Tahin helvasına da orada alışmış." (2) diyor, biyografisinin yazarı yakın arkadaşı Eşref Edib. Babası Fâtih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tâhir Efendi, 1873 ile 1877 yılları arasında Bayramiç Karşıyaka Camisi'nde imam hatiplik yapmış. Çok sevmiş buraları, çok da sevilmiş ahali tarafından.
Fatih Medreselerinden baş müderrisliğe kadar yükselip bu medresede üniversite hocalığı yapmış. Medreselerin tatile ayrıldığı ramazan aylarında ise eski görev yeri olan Bayramiç’e gelip Karşıyaka Camisi'nde halkı irşat ettiği ve mukabele okuduğu, oğlu Mehmet Akif’in de ilk mukabeleyi Kur’an’dan sahifeler ezberleyerek Karşıyaka Camisi'nde okuduğu ve bu suretle hafızlığa da Bayramiç’te başladığı yazılı hatıratlardan naklen bilinmekte (3).
Gırtlak kanseri olunca bir daha dönememiş Bayramiç’e.
Demiştim ya, yaşadıkları ev de yanındaki dam gibi kerpiçmiş, kullanılmaya devam eden dam ayakta kalmış, ev yere yığılmış. Bayramiç Belediyesi kurtarılamayacak durumdaki yapıyı yıkarak yaşatmış. Bazen böyle olur hayatta, tam öldürmeden diriltemezsin.
"Her şey yeniden yapılabilir, asıl asla." (4) diyor Enis Batur. Sonra ekliyor.
"Anımsayanlar olacaktır. Goethe’nin Frankfurt’ta müzeye dönüştürülmüş evinin, aslı hava bombardımanında yerlebir olduğu içini yeniden -asla uygun biçimde- yapıldığını, bir replika niteliğini taşıdığını öğrendiğimde yaralanmıştım. O tür girişimlerde herşey yerliyerine konsa, bir tıpkıbasım gerçekleştirilse bile korunamayan şey “aura”dır. Replikası yapılamayan, tıpkısı ya da eşi yaratılamayan, sahicinin biricik boyutudur – bir kez yitip gitmeye görsün." (5)
Goethe’nin Frankfurt’taki evini görünce benzer şeyler hissetmiştim. Mehmet Akif Ersoy’un evinde ise bu histen eser yoktu. Aksine mutlu oldum. Ülkemizde çok şey, hızla yok olup giderken gölgelerini de alıp yanlarında götürüyor. O yüzden bizde gölgeler bile değerli. Evin gölgesini bu kez taştan yapmışlar, ikinci hayatı uzun olsun diye. O dönemi yansıtan eşyalar hediye etmiş Bayramiçliler.
Bu yazıyı ve beni çıkardığı yolculuğu işte bu eve borçluyum. Safahat adlı bir eseri olduğunu ilkokul yıllarından hatırladığım İstiklal Marşı şairimizle olan seviyeli ilişkimin bir adım ileri gidebilmesini de…
Hayatta kaç kişiyi tanırız? Az! Ancak hepimiz bir sürü ünlü kişi tanır, tanıdığımız sanırız. Aslında ünlüleri hiç tanımadığımız insanlardan daha da az tanırız. Onlarla ilişkimiz çevre tarafından öylesine çarpıtılmıştır ki, kendileriyle taze bir ilişkiye başlamak çoğu zaman imkansızdır.
Uzun lafın kısası, Mehmet Akif’i tanımam, kendisi hakkında fikrim yoktur. Peki kendisine ilişkin önyargım nereden geliyor? İşte bu gezi yüzleştirdi beni bu durumla. Tam olarak ne olduğunu bilmesem de “bizden olmadığına” dair bir his taşıyormuşum Akif’le ilgili. Çoğu zaman nereden geldiğini tam anlayamadığımız, içimize nüfus eden bu ideolojik sisleri sorgulamak insana iyi geliyor.
Evden, camiye kısa ince bir yol uzanıyor. Eski Bayramiç evlerinin arasından geçip camiye, çeşmeye ve köprüye ulaşıyorsun. Zamanda yolculuk gibi. Cami ve çeşme restore edilmiş, köprü sırasını bekliyor. Etrafta kimsecikler yok. Ağaçlar sus pus. Bir anda küçük Akif’in çığlıkları yankılanıyor. Hoooppp, atlayıveriyor köprüden. Çıkıp kurulanıyor peştamalıyla, caminin avlusunda koşturuyor sonra. Belki de en mutlu yılları hayatının. Yorulunca, eğilip kana kana su içiyor çeşmeden.
Evlerden birinden bir amca çıkıyor. Elinde uzun sopası, ağacı dövdükçe hünnaplar pıtır pıtır yere, serdiği sergilerin üzerine üşüşüyor. Sonbaharda Bayramiç’te doğayı da tarihi de kana kana içiyorsun.
Merakım arttı. Ankara’ya dönünce, Akif’in Hamamönü’ndeki evine gittim. Gerçekten içinde yaşadığı, ayakta kalmış tek yapı bu. İstanbul’daki evleri yangında yok olmuş. Ne acılar. Neredeyse tamamen yıkılıp yeni baştan inşa edilen Hamamönü semtinde Akif’in yaşadığı evin günümüze ulaşmış olması hayret verici. Burası aslında bir dergahmış. Eskiden çalıştığım bir kurumun bir tarikat ile sıkı fıkılığını acı bir şekilde deneyimledikten sonra tekke ve zaviyelerin kapatılmasını daha da bir hevesle içine sindiren bir Cumhuriyet torunu olarak, Akif’in bir dergâhta ikamet etmesi önyargılarımı pekiştirmeye uğraşıyor. Kararlıyım, bu kez tanımak için emek harcayacağım şairi.
Kurtuluş Savaşı’na destek vermek için Anadolu’ya geçip, birinci mecliste milletvekili olduğu sürede kaldığı ve İstiklal Marşı'nı yazdığı bu evin güçlü bir aura'sı var. Akif hayatı boyunca farklı işlerde çok ama çok çalışıyor, para ile keskin ahlaki bir ilişkisi var. Ödül koyulan İstiklal Marşı’nın yazım yarışından bu nedenle uzak duruyor. Yazılan hiçbir şiir beğenilmeyince, verilen ödülü (aslında ihtiyacı olduğu halde) bağışlama koşulu ile kabul ediyor marşı yazma işini, onurunu.
Osmanlı’nın dibinden, Cumhuriyet’e doğru filizlenen bir hayat. Dönemin tüm karmaşasını bünyesinde titretiyor. İnançlı birisi diye tanımlanıyor Akif. Bana kalsa adil diye tanımlarım. Dini bütünlüğünün de önünde yer alan, hangi dinden olursa olsun herkese karşı monolitik bir adalet anlayışı, saygı uyandıran sapsağlam bir duruşu var.
Ahhh… o kadar çok bunaldım ki hakkında yazılanları okurken. “Akif sadece bizimdir!” diyen, onu kimselerle paylaşmak istemeyen bir grup. Atatürk’e bir şekilde ihanet ettiğini söylemeseler de hissettiren ve bu yüzden Mısır’a gittiğini hatta kaçtığını ima eden diğer grup. Bu iki grubun “Ya bizdensin ya da ötekilerden!”ci, mahkûm edici bildik ortak yaklaşımları. Sonra bir de “Akif Atatürk’ü çok sayardı aslında”cılar var.
Ooofff… hepiniz geri basın.
Şu serilmiş görünen gölge’me imrenmedeyim
Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben.
Daha bir müddet eminim ki hayatın yükünü,
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkumum ben.
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme İlahi, bir avuç toprağını.
Akif hayal kırıklığı içinde ölüyor. Hastalığı siroz. İki büyük adam, aynı dünyaya birkaç yıl arayla gelip, bambaşka bir dünyanın yükü altında, yine birkaç yıl arayla aynı hastalıktan vefat ediyorlar.
Sen gel, biz yine dönelim Bayramiç’e. Küçük Arif’in kerpiç evinin hemen karşısındaki meşhur helvacıya girelim. Ağzımız tatlansın.
Nasıl bir adammış bu Akif diye merak edersen, bir de Beykoz’a git, orada yaşadığı tahmin edilen sokakta şahane bir şiir müzesi inşa etmiş Beykoz Belediyesi. Unutmadan, Ankara’da da var yine şairin adına kurulmuş bir müze. Yazdığı eserlerin orijinallerine bak, Safahat’in sayfalarına göz gezdir. İstiklal Marşı’nın şairinin hayatının bize farklı farklı görüşler tarafından dayatılmak istenilenden çok ama çok daha zengin olduğunu, o birbirinin aksi addedilen görüşlerin ise aslında birbirlerine ne denli benzediklerini göreceksin bu evleri gezdikçe, evlerin bilgeliğini sezeceksin. Az da olsa okuduğum ve anladığım kadarıyla, Akif bunları derinden kavramış istirahate çekildiği Mısır’daki yuvasında, hayatının son demlerinde.
Nihayet neyse idrak ettiğin şey ömr-ü faniden;
Onun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-ü saniden.
Hatadır ahiretten beklemek dünyada her hayrı:
Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı.(6)
(1) Mehmet Akif Ersoy, Safahat Cilt 1, Yayına Hazırlayan Necmettin Turinay, s.950
(2) Eşref Edib (Fergan), Mehmed Akif – Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, Beyan, s. 207-208
(3) http://mehmetakifersoyevi.com/biyografi.html
(4) Enis Batur, Doğu-Batı Divanı Dramatik Şiirler 1988-2009, Kırmızı Kedi, s.117
(5) Enis Batur, Goetheanum, Doxa Sayı 10, Haziran 2011
(6) Mehmet Akif Ersoy, Safahat Cilt 1, Yayına Hazırlayan Necmettin Turinay, s.951
“Nihayet neyse anladığın şey şu fani ömürden;
Onun bir aynıdır mutlaka nasibin ahiretten.
Hatadır ahiretten beklemek dünyada her iyiliği:
Öbür dünya bu dünyadan hiç ayrı değil ki.”
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]