Karşıyaka'nın karşı yakası Urla

Urla kollarını açmış bizi bekliyor. Ara sokaklarda kaybolma zamanı. Gökte ucunu gördüğüm minareyi takip edince, kendimi Hacı Turhan Kapan Camisi’nin önünde buluveriyorum. Beş yüzyıldır ayakta kalmayı başarıp, güzel bir restorasyonu hak etmiş. Pırıl pırıl kum rengi taşlarını, gerdanlık gibi işlenmiş tuğlalar sarıp sarmalıyor.

Google Haberlere Abone ol

Yunanlılar oluş ve ölüşten söz ederken düzgün düşünmezler; çünkü hiçbir şey olmaya gelmez ve geçip gitmez, ancak olanlar birbirlerine karışır ve birbirinden ayrışır. Öyleyse oluşa, birbirine karışma; ölüşe de, birbirinden ayrışma demeleri doğru olacaktır.(1)

Anaksagoras

Bu yazı burada bitmez, sözümüz balla kesilsin.

Urla gezimize pek yakında devam edilsin.

Demiştim hatırlarsan, “Urla Kemik Hastanesi” yazımda. İşte o gün geldi çattı. Bambaşka bir Urla’ya gideceğiz bugün, Karşıyaka’nın karşı, ruhumuzun öte yakasında yer alan. Olmadan, ölmeden; toprağa karışıp, havadan ayrışıp, yeniden yeniden vuku bulacağız, filozof Anaksagoras’ın memleketinde.

İzmir’in üç denizi vardır, nedense sadece körfezi dillendirilir. Ege’nin incisi, kuzeyde Midilli, batıda Sakız, güneyde Samos’a doğru enginlere açılır. Körfez'in rahminde başlayan hikayemiz, Urla’yı aşıp güneyde Sığacık Körfezi’nde suya karışacak. Laf aramızda bu kez hazırlıklıyım, yanıma mayomu almayı unutmadım.

Yeni adıyla Salah Birsel, bizim bildiğimiz adıyla Banka Sokağı’nın sonuna kadar yürüdün mü karşına Karşıyaka Çocuk Esirgeme Kurumu çıkar. Anne yarısıdır teyze; evine varmak için Çocuk Esirgeme’nin cennet bahçesinin duvarını boydan boya geçmem gerekirdi. Biyolojik değil, candan teyzemdi. En yakın dostumun annesi, bizzat dostumdu. Ortaokul ve lise yılları boyunca haftanın en az iki üç günü ders çalışmaya gittiğim bu yuvada, beş çayında tadı hâlâ damağımdaki kekimizi yer -ahhh kek kalıbı bile gözümün önünde hâlâ- dersler bitince hemen gitmez, akşam yemeğine kızarttığı köfteleri löpürdetmeden eve dönmezdim. Asla bitmeyeceğini sandığım uzun yıllar nasıl da uçtu gitti. On sekiz yaşında İzmir’den ayrıldım, her geri dönüşümde ziyaretine gittim Candan Teyze’min. Her gidişimde yer çekimine biraz daha yeniliyor, o kısaldıkça ben uzuyordum.

En son karşılaştığımızda bir farklılık vardı. Heyecanını, bir süredir görüşmemiş olmamıza vermek istedim. Söylediklerini tekrarlayıp duruyordu. Konduramadım.

Bir dahaki ziyaretimi evinde değil, Karşıyaka’nın karşı yakasında gerçekleştireceğimi nereden bilebilirdim!

Darüşşafaka’nın Urla Rezidansının nizamiyesindeyim. Kalbim küt küt atıyor, acaba nasıl bir durum ile karşılaşacağım, Alzheimer hastalığının hangi evresiyle? Beni tanıyacak mı? Ne söyleyeceğim, ne söylemeyeceğim? Gerçi anneannemden aşinayım, ama…

Hastalığın değişik evrelerindeki konuklar, binanın farklı bölümlerinde bakım görüyor. Candan Teyzem, orta seviyedekilerin bulunduğu bölümde. Derin bir nefes alıp, hobi odasının kapısını yavaşça aralıyorum. Gün boyunca yaptıkları farklı etkinliklerle, hastalığın hızlı ilerlemesi engellenmeye çalışılıyor.

Tam karşı köşede, cin gözlerle dimdik bakıyor, bakıyor, bakıyor… Belli ki ona da iyi bakılıyor burada. Saçları pamuk beyaz, boyattığı yıllar geride kalmış. Suratımın piksellerini tarayıp, bilgiyi proses etmeye çalışıyor sanki. Tereddüt içinde. İki arada bir derede azgın ve belirsiz suların içinde yüzmeye çalışıyor. Daha yakınına gidiyorum. Ve işte o an:

Fehmiii…

Çığırır gibi, çağırır gibi. Ohhh, tanıyor beni. O içten, kocaman gülümseyiş ancak çocuksuluğun masumiyetinde yeşerebilir. İki saat içinde, anıları teker teker, yavaş yavaş, tekrar tekrar elden geçiriyoruz.

Vücudumdaki 650 kasın her biri gerim gerim gerilmişken, nasıl oluyor da pelte gibi hissediyorum. Tanıdı, hatırladı, bir araya getirdi beni. Mutluluk sarhoşluğu bu olsa gerek. Biraz önce dağılmış bir şekilde girdiğim nizamiyeden, muntazaman çıkıyorum.

Urla kollarını açmış bizi bekliyor. Ara sokaklarda kaybolma zamanı. Gökte ucunu gördüğüm minareyi takip edince, kendimi Hacı Turhan Kapan Camisi’nin önünde buluveriyorum. Beş yüzyıldır ayakta kalmayı başarıp, güzel bir restorasyonu hak etmiş. Pırıl pırıl kum rengi taşlarını, gerdanlık gibi işlenmiş tuğlalar sarıp sarmalıyor. Demir parmaklıklı pencereleri açık, kapısı kilitli. Köşeyi dönünce gördüğün bahçe bir Osmanlı mezarlığı, ne yazık ki restorasyondan muaf tutulmuş. Kim bilir kimler dinleniyor mermerlerin altında, belli ki ziyaretçileri bile çoktaaan öbür tarafa göçmüş.

Hacı Turhan Kapan Camisi

Dışarısı bin derece. Şeffaf kanatlı koca böcekler, gövdelerinde kamufle oldukları asırlık ağaçları çılgınlar gibi cırlatıyor. Birinin gölgesine sığınıyorum. Önce susar gibi oluyorlar, iki saniye sonra tam gaz devam. Normalde insanın beynini delebilen bu ses, gariptir hiç rahatsızlık vermiyor. Böcekler, zihnimin kıvrımlarında biriken tortuları tek tek temizliyorlar tiz sesleriyle. Öyle yorgunum ki. Cami’nin kapısına yönelmişken biri sesleniyor.

Anahtar orada asılı bak, aç gir içeri.

Arkamı dönüyorum, kimse yok. Hayırlara karşı. Kalın duvarların ardında hoş bir serinlik. Mihrabın iki yanında boyum kadar iki duvar saati; koca sarkaçları bir o yana tik, bir bu yana tak. Cır, tik, cır, tak; cır, cır, tik, tak… Şu anda ihtiyaç duyduğum yegâne şey: Düzen. Sınavlara girmeden önce annemin söylediği “Allah zihin açıklığı versin.” sözünün şimdi tam zamanı. Hemşehrimiz Anaksagoras olsa ne derdi bu duruma; kaostan kozmosa, karmaşadan düzene ulaşmak için ne tavsiyelerde bulunurdu. Aklın bulanıklığına karşı bir merhemi var mıydı? Sür iyileşsin.

Kubbe içinde ve duvarlarda yer yer silinmiş kalem işleri, Urla’nın bir zamanlar sahip olduğu renkli yaşamının cafcaflı şahidi. Yol genişletme çalışmaları sonrasında kıyıda kalmış şadırvan başlı başına şaheser. Tavanına çizilmiş yalılar acaba sadece ressamının hayal gücünde mi hayat bulmuşlar? Sahi gerçekten var olmuşlar mı?

Cami kapısının tam karşısında bir kitap koridoru, sonundaki yemyeşil avlu içeri buyur ediyor. Yine de izin almak lazım. Sesleniyorum.

-Kimse yok muuu?

-Buyrun girin, girin.

Diyor Öte Sahaf’ın sahibi. Urla’nın meşhur Sanat Sokağı’ndan epey ötedeyiz. Türk Mahallesi’nde, saatler geçirebileceğin bir mekân. Minik avlusu, kaktüsleri, papirüsleri ile huzurlu kitap yuvası. Eski bir İzmir haritasının kopyasını edinmenin mutluluğuyla yoluma devam ediyorum.

Öte Sahaf

Yürüyorum. Her adımda hafızam tazeleniyor. Candan Teyzemle sarf ettiğimiz kelimeler, cümleler zihnimde çın çın çınlıyor:

Fehmi ne güzel günlerimiz oldu. Seni kendi oğlum olsan bu kadar sevemezdim. Bir kızım bir de sen. Sen benim köfteme bayılırdın. Hiç utanmazdın, gelir açardın buzdolabını hiç sormadan. Başka birisi yapsa neler söylerdim. Ama sana tek kelime etmezdim. Sen benim köftemi, bir de kekimi çok severdin. Fehmi tanımadım seni, geldiğinde hemen değil mi? Ama sonra tanıdım Fehmi. Tanıdım değil mi? Fehmi ben çok unutkan oldum. Fehmi sen benim köftemi çok severdin. Sen evlendin mi? Senin bir eşin vardı, iyi kızdı ama adını hatırlayamıyorum. Ablan da vardı senin. Fehmi sen benim köftemi çok severdin. Sen evli miydin…

Az ilerideki Fatih İbrahim Bey Camisi'ni çırılçıplak soymuş, üzerinde gıdım sıva bırakmamışlar. Taşı, tuğlası anadan üryan. Deri değiştiren yılan gibi. Ege’nin camilerini hep sevmişimdir, devşirme taşlarıyla her daim iki milenyum öncesinden göz kırparlar. Girişindeki sütunların Korint başlıkları kim bilir nereden? Belki de burası için yapılmışlardır, kim bilir? Ben bilmem, ben hiçbir şey bilmiyorum. Restorasyon bitsin yine gelelim, Candan Teyzemi tekrar ziyaret edelim.

Fatih İbrahim Bey Camisi

Caminin hemen altından bir dere geçiyor. Normalde adını öğrenmeden bırakmam, aklıma bile gelmiyor sormak. Su akıyor, ben bakıyorum. İçinden, kıyısından köşesinden su geçen yerler medenidir derler, Urla da uygar. Yukarılara, aşağılara her yöne yürüyorum. Kâh yer yarılıyor içine giriyor, kâh göklere uçuyorum. Yolun nereye vardığını hiç bilmeden.

Acıktım çok. Kendimi Beğendik Abi’ye attım. En vejetaryenden pek etoburuna aynı anda hitap eden lezzet durağı, diyemeyeceğim. Çünkü dur durak bilemiyorsun, yemek tezgahındaki mamaları görünce. Şevketi bostan mı, ekle; kabak çiçeği dolması mı, ekle. Sen de zorlanınca boğazına düşenlerden misin? Mecburen yürüyecek, tıka basa doymanın bedelini ödeyeceğiz.

Kekliktepe Dükkan

Kitap serileri vardır “Dünyanın en güzel bilmem nesi” başlığı altında sürüsünü çıkarırlar. Bizim kitabın adı da “Urla’nın En Güzel Dükkânı” olsun mu? Tam önündeyiz. Olduğum yerde dikelmiş, Kekliktepe Dükkânı’nı dikizliyorum. Kafam yerinde değil. Buyur edilince içeri giriyorum.

"Sabun yapmayı ninemden öğrendim. Zeytinimizi kendimiz topluyoruz Kekliktepe’den..."

Diye anlatıyor. Soruyorum da soruyorum ama ne sorduğumun farkında bile değilim. İstanbul’da okumuş, doymuş, bıkmış, köyüne dönmüş. Adı mı ne, hatırlamıyorum. Bugün bütün isimler yitik. Erken hasat zeytinyağı, zeytin ağacı servis ve mutfak ürünleri, el yapımı doğal zeytinyağı sabunları, mermer servis ve mutfak ürünlerinin en güzelleri; otantik ortama serpiştirilmiş. Olduğum yere çöküp az bi dinleniyorum.

Beni kendi halime bırakıp, “Kendinizi evinizde hissedin” diyerek dükkândan çıkıyor. Ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum. Neden sonra geliyor; enginar, lavanta, yasemin ve üzüm çekirdekli küçük sabunlarla dolu kâğıt bir kutu hediye ediyor. İnsan insanın halinden anlıyor, hem de bir bakışta. Mis gibi kokuyor hayat, iyi geliyor.

Urla’da bir şarap rotası var biliyor musun? Vazgeçilmezim Urla Şarapçılık. Uğramadan, tadım yapmadan geçmem. Hele bir şarapları var ki adı da, tadı da, hikayesi de insanı kendinden geçiriyor: Hypnose. Tam da bugüne uygun değil mi? Boğazkere bağında tesadüfen çıkan beyaz üzümlerin fark edilip incelenmesi sonucu keşfedilen, Beyazkere diye adlandırılan üzümlerden yapılan ilk şarap. Hafif eğimli bağın yan yolundan salına salına ilerliyorum. Güneş alçalmaya başladı, hava hâlâ sıcak.

Urla Şarapçılık Bağları

Ana körfezden uzaklaştıkça, Sığacık körfezine daha da yaklaşıyorum. Sığacık dibimizde olsa da pek bi alakamız yok. Oraya giden doğrudan bir yol var mı onu dahi bilmiyorum. Umursamıyorum da. Tek amacım suya ulaşmak, arınmak. Deniz çok soğuk olduğu için istiladan kurtulmuş müthiş koylar var buralarda. On yıl önce tek Allah’ın kulunun uğramadığı yerler az biraz keşfedilmeye başlamış.

Sığacık Körfezi

Sen evli miydin? Fehmi sen benim köftemi çok severdin. Ablan da vardı senin. Senin bir eşin vardı, iyi kızdı ama adını hatırlayamıyorum. Sen evlendin mi? Fehmi sen benim köftemi çok severdin. Fehmi ben çok unutkan oldum. Tanıdım değil mi? Ama sonra tanıdım Fehmi. Fehmi tanımadım seni, geldiğinde hemen değil mi? Sen benim köftemi, bir de kekimi çok severdin. Ama sana tek kelime etmezdim. Başka birisi yapsa neler söylerdim. Hiç utanmazdın, gelir açardın buz dolabını hiç sormadan. Sen benim köfteme bayılırdın. Bir kızım bir de sen. Seni kendi oğlum olsan bu kadar sevemezdim. Fehmi ne güzel günlerimiz oldu.

Sar baştan. Oku tersten. Tekrar tekrar.

İki saat boyunca.

Gülümsemeler, hüzünlenmeler, kahkahalar.

Göz yaşı? Asla!

İlkokul öğretmeni, zekâ küpü Candan Teyzem.

Dünyanın en güzel günleri artık sonsuza kadar bizim.

(1)  https://plato.stanford.edu/entries/anaxagoras/ Çeviri: Sait Fehmi Ağduk

“The Greeks do not think correctly about coming-to-be and passing-away; for no thing comes to be or passes away, but is mixed together and dissociated from the things that are. And thus they would be correct to call coming-to-be being mixed together and passing-away being dissociated.” (DK 59 B17)

Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]