Cumbalı Maastricht
Mağaralardan çıkardıkları taşları üst üste koyup, cumba ile taçlandırıyorlar evlerini Maastrichtliler. Her zaman değil, bazen. Cumbalı bir ev kolay yetişmiyor. Nedir cumbalıyla cumbasızın farkı? Sen ben ile bir sanatçı arasındaki fark ne ise o kadarcık…
Trenim, Maastricht (1) Garı’na yaklaşırken, çoktan yere eğilmiş olan güneşin hüzmesi, sonbaharın çalı çırpıya dönüştürdüğü ağaç dalları arasından gözümün tam içine giriyor. Henüz bilmiyorum; aynı bulutlar, güneşe günlerce yüzünü göstertmeyecekleri gibi ha bire suratıma tükürüp duracaklar.
Neredeyse hiçbir adı doğru düzgün telaffuz edemediğim alçak topraklar ülkesi Hollanda’dayız (2). Maas Nehri üzerinde kurulduğu için Maastricht adını alan şehir, acaba güneş ışıkları altında nasıl görünürdü.
Eşyalarımı otele bırakıp Jan van Eyck Academie’ye (3) yetişmeye çalışıyorum. Burcu (4) ile buluşacağız, akşamüzeri sunumu var. Bir sanatçının, sanatına bakışını kendisinden dinlemek ilginç olacak. Sadece sunum yapmayacak, bir grup sanatçı arkadaşıyla birlikte akşam yemeğini de hazırlıyorlar. Karşıdan güler yüzlü bir kadın geliyor; biraz telaşlı, biraz yorgun. Belli ki iş yetiştirmeye çalışıyor. Önce tanışıyoruz. Neden sonra "Akşama ben de kabak tatlısı yaptım" diyor. Ve tekrar hazırlıklar için mutfağa koşturuyor.
Birazdan Pieternel ile buluşacağız. Pieternel -tüm harfleri birbirine sıkıştırarak bir çırpıda söyleniliyor- Jan van Eyck Academie’deki sanatçı ağırlama sorumlumuz.
Jan van Eyck Academie bir art residency, Türkçesi sanatçı konuk evi, hadi daha da basitleştirelim sanatçı evi. Sanatçı evleri, dönemlik olarak -süreleri çok değişken olmakla birlikte, birkaç haftadan bir yıla hatta biraz daha uzun süreye yayılabilen- konuk sanatçı programları düzenliyorlar. Sanatçılar, işlerinden oluşturdukları dosyaları ile projeleri dahilinde bu programlara başvuruyorlar. Eleme sürecini aşıp yüzlerce sanatçı arasından sıyrılabilenler, sanatçı evlerinde konuk olma şansını yakalıyor.
Alacakaranlık… “U” harfi şeklinde bir bina, her tarafında kocaman pencereleri var. Hem şekli, hem de pencerelerinin büyüklüğü sayesinde binaya dört yönden ışık giriyor olmalı gündüz vakti. Evet, Hollanda’da bile. Öyle deme, kış ışığının kıtlığı seni aldatmasın; yazın günler epey uzun burada. “İnci Küpeli Kız” filmi sonrasında, 400 yıl önceki ününe daha da ün katan Vermeer’in pencere ışığını en iyi kullanan Hollandalı ressamlardan biri olduğunu hatırlamak gerek.
"2014 yılında hükümet ciddi bir bütçe kısıntısına gitti. Ben de o dönemde çalışmaya başladım Akademi’de. Ya kendinizi yeniler, insanları dahil edersiniz ya da fonlarınız kesilir denildi özetle." diyor Pieternel.
Tekerleme haline gelmiş bir münazara konusu vardı bizim okul yıllarımızda, bilmem hâlâ öyle mi. “Sanat, sanat için mi, toplum için mi?” diye, bildin mi? Sanatçının sabah akşam bizi düşünecek hali yok herhalde, ancak bizden kopuk bir sanat ve sanatçı da düşünemiyor, düşünmek istemiyorum. Velhasıl, Pieternel’in anlattıklarından benim anladığım, bu durum iyi olmuş sanki. Sanatçılar bir yandan eserlerini özgürce üretirken diğer yandan bu akşam dinleyeceğimiz gibi, çalışmalarını anlatacakları herkese açık sunum günleri düzenliyorlar artık. Akademinin kapıları her zaman herkese açık.
Sıkıldın mı? E hadi gel biraz gezelim. Maastricht sokakları Noel’e hazırlanıyor, alışveriş çılgınlığı kapıda. O da yetmezmiş gibi “Black Friday” denilen o şey de girdi hayatımıza; “ihtiyacın olmasa da, al koy kenara”nın İngilizcesi. Düdük kadar şehirde aynı mağazadan üçer beşer tane var. Sokağı dönüyorsun hadi bir tane daha. Bu kadar çok Rolex vitrinini, bu kadar yakın mesafede, belki bir tek Davos’ta görmüşümdür. Maastricht, pek çok Avrupa şehri gibi geniş bir nehrin iki yakasına dantel gibi açılmış. Yeni binalar eskileriyle kolalanmış, sırıtmıyorlar. Merkezdeki yolların büyük kısmı araç trafiğine kapalı.
Noel pazarı rengarenk çeşit çeşit çiçeklerle dolu. Peynirlerin çiçeklerden az kalır yanı yok. Şarküteri ürünleri, sıcak şarap… Yemelik farklı tropik meyveler ve süs amaçlı küçük orman meyvelerinden yapılmış mini Noel çelenkleri, kapılara asmak için.
İki yaşlı amca “Hooop hooop birader, in aşağı bakalım!” türünde bir şeyler söylüyorlar bisikletli gence. İkisinden de hayli uzun oğlan, süklüm püklüm inip bisikletini sürümeye başlıyor. Amcaların üzerlerindeki formalarda “Volontair” yazıyor.
- Gönüllü müsünüz siz? [Buralarda neredeyse herkes İngilizce konuşuyor.]
- Hayır. Gönüllü polisiz! Şehrin gözü ve kulağıyız biz. [Özgüvene gel.]
- E çekelim mi o zaman bir selfie?
Şaşkın bakışları arasında selfie’mizi çekmekten geri kalmıyoruz. Gazete bayisindeki konuşmaya gidiyor aklım. Orta yaşlı adam hayli yaşlı kadına anlatıyor.
- Avrupa bitti!
- Nasıl yani? Yok canım.
- Genç nüfus politikamız patladı. Yok olacağız.
- Gerçekten mi?
- Evet, rakamlar ortada.
Yok olmaktan acaba kimi kastediyor, sormasam da beyaz Avrupalılardan söz ettiği aşikâr. Bugün Avrupa’da birçok büyük şehir, bizim Türkiye’de varlığından haberdar bile olmadığımız insan renklerini barındırıyor. Maastricht ise daha burjuva, daha elit. Hollanda zengin bir ülke olmasına karşın, yaşı ileri olanlar iş gücü içinde yerlerini alıyorlar. Bizde evinde örgüsünü ören yaşlı teyzeler, ayaklarını uzatıp gazetesini okuyan amcalar; burada tezgahtarlık, garsonluk dahil her işi yapıyorlar. Ve yine bu yaşlı insanlar tiyatro ve konsere gidip hayata karışıyorlar. Küçücük şehirde onlarca sergi yüzlerce etkinlik var.
Toplantı salonu dolu. Burcu, sorgulatıcı ve zihin açıcı bir sunum yapıyor. Çiçeklerle ilişkisinden söz ediyor. Ekrana formu bozulmuş bitkilerin görsellerini yansıtıyor. Acaba eserlerde ne anlatılmak istendiğini anlayabilecek miyim? Görsel sanatlar insanın kendini yalnız ve soyutlanmış hissetmesine neden olabiliyor. Daha Modern sanatı anlayamazken, çağdaş sanat dijital dünya ile yoğruluyor. Sınanacak mıyım? Hiç de öyle olmuyor. Birçok şeyi anlıyorum, hatta hoşuma gidiyor içinden geçirildiğim süreç.
Asıl etkileyici deneyimi ertesi gün yaşayacağımdan habersiz otelime yollanıyorum. İş gezilerinin, en yorgun, en güzel anları geceler. Gündüz çalıştığın için, şehri turlayabileceğin yegâne zaman. Şehirler de insanlar gibi geceleri rahatlayıp pijamalarını giyiyor. Havanda dövülmüş sarımsak misali; parke taşları üzerinde insanların topuklarıyla ezilmiş sonbahar yaprakları, yağmurla yumuşamış, etrafa kesif bir koku yayıyor. Sokak aralarında gezinerek otelime varıyorum.
Sabah, olmak; hava, aydınlanmak için büyük çaba harcıyor. Bir saate, Burcu’nun İngiliz grafik sanatçısı John Morgan ile gerçekleştireceği stüdyo ziyaretine katılacağım.
Burada kaldığım sürede toplamda yedi sekiz tane stüdyo ziyareti gerçekleştirdim. Gelecek sanatçıların isim listeleri her pazartesi günü akademinin kapısına asılıyor. Erkenden kalkıp kim olduklarını dahi bilmeden adımı ekledim.
John pür dikkat dinliyor Burcu’yu. İstanbul’da gerçekleştirdiği bir çalışmasını anlatıyor Burcu. Sofrada bırakılmış yiyeceklerin fotoğraflarını gösteriyor. John bir anda sırt çantasından bir kitap çıkarıyor. Daha dün Almanya’da üniversitede verdiği derste anlattığı, sofrasını sanata dönüştürmüş bir sanatçının çizimlerini göstermeye başlıyor. Tesadüfi bir an mı bu yaşanan? Ayarlasan denk düşmez. Planlanmış olmasa da, sanatçı evi böyle bir yer. Genel ortamı yaratıyorsun, sanatçılar için nefes alacakları bir artmosfer (5) oluşturuyorsun adeta; tesadüfler kendilerini davet ediyor.
İki sanatçının konuşması su gibi akıyor.
Bitkilerdeki mutasyon çok ilgimi çekiyor. Botaniğin [bitkibilim] Osmanlı’daki karşılığına bakıyorum. Doğu ile Batı'nın bitkileri ele alışı farklı. Biz daha süslemeci yaklaşıyoruz. Örneğin Şükûfe (6), en doğala yakını, realist Batı'dan etkilenerek gelişmiş yine de çok süslemeci.
John Burcu’ya önerilerde bulunuyor. Bu tek taraflı bir süreç değil kesinlikle, iki sanatçının birbirinden nasıl öğrendiğine şahit oluyorum. Ortada namıdiğer sanatçı egosundan eser yok.
Öğleden sonra baskı atölyesindeyiz. Aynı anda üç sanatçı daha çalışmalarını sürdürüyor. Özel bir teknikle siyah modelinin fotoğrafını basmaya çalışıyor Mo. Elbette soruyorum tekniğin adını. Başlıyorlar mı aralarında tartışmaya. Anlıyorum ki, belli başlı üç beş basım tekniği olsa da deneysel çalışmalar söz konusu. Sanatçı evleri, sanatçılara zengin teknik imkanların yanı sıra, dünyanın her yanından gelen sanatçılarla tanışma, bir arada üretme, birbirini etkileme ve birbirinden etkilenme ortamı sunuyor.
Ticari bir baskı tekniği olarak Japonya’da ortaya çıkmış çevre dostu mürekkeple çalışan Riso Print’i uygulayacak bugün Burcu. Dışarıdan bakınca teferruatlı bir fotokopi makinesinden başka bir şeye benzemiyor. Sanatçıların son yıllarda özellikle tercih ettikleri bir teknik. İçeriği dijital olarak daha önceden hazırlanmış bir sayfanın basımı neredeyse yarım günü alıyor. Renklerin ayarlanması, denenmesi, tekrar ayarlanması, baskıya hazırlık derken… Üç kişinin uğraşları, başarıya ulaşıyor.
Son gün, su değirmeninden devşirme bir kafede buluşup işlerini konuşmaya devam ediyoruz Burcu’yla. Su, değirmenin tamburunu özgür ve çabasızca döndürüyor. Su, medeniyet demek ve Avrupa şehirlerinde daima başrolde. Aklıma Yasin Semiz’in yeni izlediğim “Asfaltın Altında Dereler Var” adlı belgeseli geliyor:
Kavaklıdere, Hoşdere, Bentderesi, Cevizlidere, İncesu Caddesi… (7) Ankaralılar farkında değiller ama her gün Ankara’nın sokak ve caddelerinde yürürken aslında yer altında kalmış derelerin üzerinden geçiyorlar.
Ne yazık ki en çok yapmak istediğimiz mağara turuna vaktimiz kalmıyor. Oysa Maastricht mağaralarıyla ve bu mağaralardan çıkarılan kumsu taşlarla yapılan evleriyle ünlü. Biz derelerimizi yerin altına gömerken, onlar yerin altından çıkardıkları taşlardan geriye kalan mağaralarını bile turizme kazandırıyor.
Velhasıl, kendimizi sanata verdik, mağaralar hayal oldu. Ya bir daha gitmemi bekleyecek ya da sen gidip anlatacaksın bizlere bu mağaraları artık (8). Ancak önceden randevu almayı unutma, elini kolunu sallaya sallaya giremiyorsun; labirent gibi uzayıp giden yer altında kaybolmamak için rehbere ihtiyacın var. “Ahh… kim bilir ne öyküler kaçırdık.” demek yerine, “Bizi ileride daha ne maceralar bekliyor!” diyelim o zaman.
Mağaralardan çıkardıkları taşları üst üste koyup, cumba ile taçlandırıyorlar evlerini Maastrichtliler. Her zaman değil, bazen. Cumbalı bir ev kolay yetişmiyor. Nedir cumbalıyla cumbasızın farkı? Sen ben ile bir sanatçı arasındaki fark ne ise o kadarcık…
Yan yana sıkı düzen dizili evlerin pencerelerinden en fazla karşıdaki bir iki bina görünür, oysa cumbalı ev öyle mi! Azıcık bir çıkıntı, iki boyuttan kurtarıp üçüncü boyuta zıplatıyor hayatı. Baştan sona, bütün bir sokağı görebiliyorsun oturduğun yerden. Bir de köşe binaların cumbaları var ki, işte onların tadına doyum olmuyor, dört yolun gagasında şahin kesiliyorsun. Bütün yollar sana çıkıyor. Cumbalı ev sanatçı iken, köşedeki cumbalı ev usta sanatçı olup çıkıveriyor. Bakış açın genişledikçe sanatın kocamanlaşıyor.
Soruyorum Burcu’ya: “Ne kattı sana bu konuk sanatçı programı?”. Yanıtı durumu özetliyor.
- Başka insanların gözünden kendi pratiğime bakmayı!
*Yeni bir yazı dizisinin ilk yazısı
Altı aya yayılan bir yolculuğa çıkacağız seninle, benim de yeni adım attığım farklı bir dünyaya. Bildik coğrafyalara başka açıdan yaklaşacağız. Alışık olmadığımız kavramlar keşfedeceğiz. Bir kısmını mantıklı bulup, bir kısmına hiç anlam veremeyeceğiz. Anlam veremesek de anlamaya çalışmanın keyfini yaşayacağız. Bazen belki yanlış, belki örtük laflar edecek, bir sonraki yazıda bunları düzeltmeye, açıklamaya çalışacağız. Öyleyse en güzeli “Sürçü lisan ettiysek affola.” diye başlamak.
Kaşiflerin neden seyahat ettiklerini tahmin edebiliyoruz, peki ya sanatçılar! Neden yer değiştirme ihtiyacı duyuyorlar? Bence onlar da hepimiz gibi ışığı ve aydınlattıklarını arıyorlar. Lambanın pervanesi böcekten nedir ki farkımız?
Avrupalı sanatçılar yüzyıllar boyunca kıtalarının güney ve doğusuna aktı. İtalya, Yunanistan ve ışığın gerçek anlamda yükseldiği Doğu’ya, kadim uygarlıklara uzandılar. Amerika ve diğer kıtaların keşfi, egzotik ülkeler ile tropik adaların cazibesi, gezginlerin yanı sıra sanatçıların güzergahlarını belirledi. Tazelenmenin adı Yeni Dünya oldu.
Ancak Yeni Dünya tanımı da son iki yüzyılda durmadan değişti. Elektrik önce gecelere sonra gündüzlere sızdı. Teknoloji bizi dijital evrenlerle tanıştırdı, zaman ve mekân algımızı dönüştürdü. Bugün hepimiz, yerimizden zerre kıpırdamadan, kucağımızdaki bilgisayarlar, tabletler ve cep telefonlarımız sayesinde; en uzak galaksilerden, mikroskobik evrenlere ziyarette bulunabiliyoruz.
Peki insan sıcaklığının yanında sanal serinliğin esamesi okunur mu? Dünya müzelerindeki en ünlü tabloların dijital kopyalarını milimetrik çatlaklarına varıncaya kadar görmek ile, eserin aslının önünde durmak arasında yüzlerce ışık yılı fark yok mu sence de? Bence sanatçılar, benzer nedenlerle, sanat ve kültürün yoğrulduğu memleketlere bizzat gitmeyi; oralarda kâh kendi başlarına kâh meslektaşlarıyla zaman geçirmeyi tercih ediyorlar.
Rönesans dönemindeki hamiler eskilerde kaldı. Geçmiş yüzyıllarda asil ya da burjuva, varlıklı ailelerin sanatçılara yaptıkları davetlerin yerini konuk sanatçı programları; sarayların, malikanelerin yerlerini sanatçı evleri aldı.
Önümüzdeki aylarda sanatçıların misafir oldukları bu programlar ve evlere seninle birlikte misafir; yer değiştirmenin sanatı nasıl beslediğine şahit olacağız.
Gezinin yepyeni bir boyutuyla tazelenmeye ne dersin?
Be Mobile Create Together! Projesi hakkında bilgi edinmek için https://www.bemobilecreatetogether.eu/TR/2-hakkinda/ linkini ziyaret edebilirsin.
(1) Maastiriht diye okunuyor.
(2) Netherlands, alçakta uzanan ülke, toprak anlamına geliyor.
(3) https://www.janvaneyck.nl/en/news/
(4) Burcu Yağcıoğlu’nun çalışmasını yakın zamanda https://www.bemobilecreatetogether.eu/TR/6-sanatcilar/513-burcu-yagcioglu/ adresinden ulaşabileceksin.
(5) art(sanat)+atmosfer=artmosfer
(6) Sözlükte “çiçek” anlamına gelen şükûfe kelimesi tezhip sanatında, XVIII. yüzyılın birinci yarısında Avrupa resim sanatı etkisiyle ortaya çıkan çiçek minyatürleri için kullanılır. https://islamansiklopedisi.org.tr/sukufe
(7) Bugün mahalle adı olarak andığımız bu isimler aslında göze görülmez olmuş derelerimizin adları. Adeta adlarını mahalleye bırakıp yer yarılmış da yerin içine girmişler. Ancak hâlâ oradalar ve akmaya devam ediyorlar.
(8) https://www.exploremaastricht.nl/en/maastricht-underground
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: [email protected]