YAZARLAR

Şiir ve mimarlık; şairler ve mimarlar III

Coğrafyamızdaki şairlerin eserlerinde sadece yapılar ve mimarlık değil, İstanbul’un da etkisi kaçınılmazdır. İlk çağlardan bu yana bu kentin eşsiz güzelliği yaratıcılara ilham vermiş ve vermeye de devam edecek. İstanbul hakkında öyle çok şiir vardır ki korkarım bir İstanbul şiirleri antolojisi yapmak oldukça imkansızdır.

Şiir, mimarlık, şair, mimar, kent, mekan, insan arasında yazmaya yeltendiğim yazıların üçüncüsü ve şimdilik sonuncusu ile karşınızdayım. Bu üç bölümlük konu, birbiri ile bağlantılı olmasa da kavramsal olarak anlatmak istediğimi belki ancak üçü birlikte anlatabilir; bu nedenle eğer önceki iki yazıyı henüz okumamış okuyucularımız var ise belki dönüp onları da okumak isteyebilirler.

Derinliğini umursamayarak atladığım bu su beni gittikçe korkutmaya başladığından, kitaplığım arasında gittikçe daha uzun dakikalar geçirip, bulduğum kimi okunmuş kitapların sayfalarını yeniden karıştırmaya başlayarak dünyadan koptuğumdan, kimi okunmak üzere alınıp bir süre yemek masamın üzerinde ibretlik bir biçimde bekletildikten sonra okun(a)madan rafa kaldırılan kitapları bayramlık çocuk sevinci ile karşılayıp yeniden yemek masamın üzerine istiflemeye başladığımdan, ne yazarsam yazayım, ne kadar yazarsam yazayım yine de yeterli olmayacağından, şimdilik bu seriye bu yazı ile nokta koyuyorum.

Asıl yazıma geçmeden önce bir önceki yazım sonrasında bana not gönderen sevgili bir okuyucumun hatırlatmasıyla, başkalarında da aynı duyguyu uyandırmış olabileceği endişesi ile, Ziya Paşa’nın kaleme aldığı Şiir ve İnşa makalesindeki inşa kelimesine açıklık getirerek başlamak isterim. Kendi de bir divan şairi olan Ziya Paşa söz konusu makalesinde başta divan edebiyatında ve saray dilinde kullanılan çok katmanlı, çok yapılı, kimi yerde de anlaşılmaz olan dilin sadeleşmesi ihtiyacından söz etmektedir. İnşa kelimesi divan edebiyatında kullanılan süslü nesire verilen isimdir. Süslü nesir, özellikle devlet mertebesinde saygıyı, hürmeti göstermek için kullanılabildiği gibi, sanat ile uğraşan yazarların ve şairlerin sanatsal güçlerini vurgulamak amacı ile sıkça başvurdukları bir yöntem idi ve Ziya Paşa’nın makalesi buna karşı bir itiraz taşıyordu. İnşa terim olarak edebiyatta kompozisyon anlamında kullanılır; metinlerin düzenlenmesidir burada ifade edilen. Kelimenin anlamı kurmak, üretmek, icat etmek, ortaya çıkarmak gibi sıralanır. Arapça kökenli bu kelime sesinden türemiştir ve etimolojik anlamı da yapılandırma, belirme biçimindedir. Bu  kelimenin detaylı açıklamasını yapmadan Ziya Paşa’nın memuriyetleri esnasında gerçekleştirdiği  imar faaliyetlerinden söz etmeye başlayınca, bir okuyucum bu metinde mimarlıktan, yapısal inşaat faaliyetlerinden bahsedildiğini anladığımı ve aktardığımı düşünmüş. Bu vesile sizlere burada aktardığım hemen her türlü metin, alıntı ve benzerlerinin öz kaynaklarının tamamını ziyadesi ile okuduğumu, okumakla kalmayıp, eğer eskiden okuduklarımdan bir parça aktarıyorsam da emin olabilmek adına, yeniden bulup okuduğumu ve/veya fazlaca araştırdığımı tekrar belirtmek isterim; lütfen rahat olunuz.

Ziya Paşa’nın hem imar faaliyetlerinde bulunması hem de şair ve yazar olması, onun yapıcı karakterinin bir göstergesi olması ve burada savunduğum üzere iki pratiğin birbiri ile son derece benzer olması adına bana ilginç gelir ve yazıma da bu nedenle konu etmişimdir.

Şiir ve mimarlık; şairler ve mimarlar III - Resim : 1

Nazım Hikmet, günümüzden tam yüz yıl önce, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın yayın organı Aydınlık’ın 29. sayısında: “Bugün mevcut güzel sanatların en gelişkini mimaridir. Niçin? Çünkü, 'mimari' tabiatın muhtelif unsurlarını toplayarak tabiatta mevcut olmayan fakat 'tabii' olan bir bileşim ortaya getiriyor” demiş. Bunu başka bir ustanın, Cengiz Bektaş’ın kaleminden bize ulaşan Nazım Hikmet’in "Mimarlığa Bakışı” isimli kendi küçük içeriği büyük kitaptan okuyorum. Bektaş’a sıkça sorarlarmış: Mimarlık ve ozanlık nasıl bağdaşır? diye, o da “ikisi de yoktan var ederler” şeklinde yanıtlarmış. Bektaş devam ediyor: “Bilinenlerle bilinmeyeni ortaya koymayan mimarlık da, şiir de bir yinelemeden öteye gidememişler demektir”. Bektaş’ın bu yenilik ve özgünlük vurgusu sadece bu iki alan için değil tüm yaratıcı pratikler için geçerli ve kuşkusuz tasarımın her dalına, sanata ve edebiyata uyarlanabilir. Bu kıymetli derlemede şairin mimarlık hakkında pek çok başka görüşü ile birlikte Sinan’a ve Süleymaniye’ye hayranlığı, müzeler, yapı, sanat üzerine fikirleri yer alıyor. Nazım’ın sadece görüşlerinde değil, mısralarında da inşa etmek önemli bir yer tutuyor. Bunun en belirgin eseri Yapıyla Yapıcılar isimli şiiri olabilir bana göre; emekçiye adanmış şiir şu mısralarla sona erer:

 

Bir yürek çırpıntısı var
Her putrelinde, her tuğlasında, her kerpicinde
Yükseliyor
Yükseliyor
Yükseliyor yapı kan ter içinde.

Şair 1962 yılında Moskova’da kaleme aldığı dizelerde ev hayali üzerinden bize bugün geçerli olan çağdaş yaşam kalitesi idealini aktarır:

 

“Evler tek katlı da olabilir yüz katlı da
iş bunda değil
yeter ki sokaklarımızı ezmesinler
yeter ki temiz çevik güleryüzlü görsünler hizmetimizi
çıplak duvarlara diyeceğim yok taze ve canlıysalar
dar pencereler giyotini hatırlatır bana
pencere dost sözü gibi rahat ve geniş olacak
ağaçsız asfaltı sevmiyorum
parklarda göller göllerde ak kara kuğular olabilir hatta
arasıra bando mızıka, ama en önemlisi
parklarda öpüşülebilmeli
aptal ölü ellerini operette arya söylermiş gibi açmış
mankenleri sevmiyorum taştan ve tunçtan
insanları sevmiyorum tabanlarından inip aramızda
dolaşmıyorlarsa
bankaları ve hükümet konaklarıyla öğünen şehirleri
sevmiyorum
şevdiğim şehirler sağlıkevleriyle övünenlerdir
çocuk bahçeleriyle övünen şehirler”

Şiir ve mimarlık; şairler ve mimarlar III - Resim : 2

Mimar Cengiz Bektaş ise yapının kendine şiir verdiğinden söz ediyor İnşaat Dünyası için 2002’de yayınladığı yazıda. “Sevgi Örülünce yapıda” isimli bu makalesinde Bektaş, Edirne’de II. Bayezıd Külliyesi’nde yer alan Bimarhane’yi şiirsel bulduğunu belirtiyor ve detayları ile anlatıyor. Osmanlılarda hastane anlamına gelen Bimarhane, zaman ile akıl sağlığını yitirenlerin sağaltıldığı yani iyileştirildiği yer için kullanılan bir terim. Söz konusu yapıdaki sayrılar evleri, akıl sağlığı bozulanları su ile, müzik ile iyileştirme üzere özel olarak tasarlanmış. Mimar, buradan hareketle II. Bayezıd’ın Bergama’da yer alan ve benim de pandeminin başlangıcında yazılarımdan birine konu ettiğim antik hastaneden ve burada çalışan Hipokrat’ın yöntemlerinden gayet haberdar olduğundan dem vuruyor. Bektaş “Bu yapı bana çok şey veriyor; bu yapı bana şiirler veriyor” diyor ve dökülüyor dizelere:

"Zincire vururlarmış karasevdayı
Güneşin battığı yerde
Bir türküdür bizde bir su sesidir
Çiçektir güldür fesleğendir
Bin yıllardır Anadolu’da
İnsan insan bakmaktır doğaya
Sevmek aşmaktır kuralları
Yeniden yaratmaktır insanı
Mimarbaşı
Kur sevginin yapısını
….
Sevgi örülünce yapıda
İç dış birdir işte böyle
Hayrettin
Mimar
Kendi gibi
İçi dışı bir
İnsan gibi."

Coğrafyamızdaki şairlerin eserlerinde sadece yapılar ve mimarlık değil, İstanbul’un da etkisi kaçınılmazdır. İlk çağlardan bu yana bu kentin eşsiz güzelliği yaratıcılara ilham vermiş ve vermeye de devam edecek. İstanbul hakkında öyle çok şiir vardır ki korkarım bir İstanbul şiirleri antolojisi yapmak oldukça imkansızdır. Sadece bu kentin sakinleri değil, bu kentten gelip geçen yolcular, tacirler, görevliler, turistler dahi kabaran duyguları ile şiire düşmüşlerdir. Fuat Köprülü 1918 yılında ve Asaf Halet Çelebi de 1953 yılında bu türden bir antoloji çalışması hazırlayıp sunmuş isimler arasında. Bu çalışmalar sadece Osmanlılardan itibaren süregelen yaklaşık 450 yıllık bir tarih dilimine uzanırlar; ne var ki, sözünü ettiğim gibi bu kente yolu düşenler, bu kentte yaşamış olan kimi yabancılar ve tabii Bizans ve öncesi zamana dair dönemleri içeren bir çalışma pek de mümkün değil gibi. Konumuzla doğrudan alakalı olmasa da yeri gelmişken “dünyanın en eski şiiri” olarak anılan bir Sümer tableti, aşağı Mezopotamya’da bulunup İstanbul’un orta yerinde yer alan İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde “İstanbul 2461” ismi ile sergilenmektir. Bu tablet kral Shu-Sin’e atfedilmekte ve erotik dizelerden oluşmakta.

Şiir ve mimarlık; şairler ve mimarlar III - Resim : 3

İstanbul’a pek çok şair methiyeler dizerlerken, bu dizelerden tarihe ışık tutacak nitelikte yaşam biçimlerine dair ip uçları almak, kentin mimari ve yapısal durumu hakkında fikirler edinmek mümkündür. İlhan Berk’in mısralarında eski bir Ankara evinin panjur detayını pekala gözünüzde canlandırabilirsiniz. Bedri Rahmi’nin dizelerinde kentin renk cümbüşüne tanık olur, bir “basma fabrikası”nda bulabilirsiniz kendinizi. Necip Fazıl Kısakürek, Grafika isimli şiirinde ise kente daha eleştirel yaklaşmakta, bugün nerede ise geri döndürülmez biçimde değişen kentin çehresini bizlere çok eski tarihlerden anlatmaktadır:

 

“1753'te Boğaziçi:
Beş çifte narin kayık…
Türk üslubu oymalı yalı…
Bahçe ve koru…
Saz ve gazel…
Mahçup delikanlı ve feraceli kız…
Örtünen ve gizlenen güzellik…
Suda serv-ü sinim…
Yosun ve iyot rahiyası
Kıvrım kıvrım esen rüzgar

1943’te Boğaziçi:
Zurnalı Şirket-i Hayriye vapuru…
Üç buçuk odalı kübik kümes…
Yangın yeri ve çöplük…
Kokaraça ve fokstrot…
Başı boş genç adam ve sahipsiz sevgili…
Soyunan ve açılan çirkinlik…
Suda mazot lekeleri…
Fabrika homurtusu…
Tütün denklerinden koku…
Buram buram yağan kömür tozu…
Bayanlar, baylar!
Hayata hakim tek yasa tekamül kanunudur.

Yazdıkça hiç yazmamışım gibi gelen bu yazıyı sizlere yazarken, şehre kış basmış kar yağıyor ve aklımdan bir yandan içinden kar geçen dizeleri mırıldanıyorum… Kendi de bir mimar olan ve keyifle okuduğum, öğrendiğim Ali Cengizkan’dan, çokça başvurulsa da yine de debelenmelerimizin ancak yüzeyde bir çalkantı yaratabileceğini düşündüğüm Turgut Uyar’dan, içine girersem aşkla kaybolup çıkamayacağımı bildiğim canım Ece Ayhan’dan, Lale Müldür’den ve daha çok daha çok isimden söz edememiş olmanın sıkıntısı ile durmam gerektiğini bilerek, duruyorum.

Şiir ve mimarlık; şairler ve mimarlar III - Resim : 4

Bir zamanlar şimdi oturduğum sokakta, birkaç blok ötede yaşamını geçirmiş olan, bu coğrafyanın en önemli şairlerinden Cemal Süreya’nın memleketime dair mısraları ile bitireceğim bu hafta, aynı zamanda köşe yazmalarımda (tam bugün) 7. yılı geride bırakıyorum. İyi ki varsınız!

OTELLER HANLAR HAMAMLAR İÇİN SÜREKLİ ŞİİR

Şu günlerde içkiye düştüm, ondan mıdır bilmem,
Daha çok seviyorum Cansever'i, Uyar'ı, Can Yücel'i
Bir de Fethi Naci'yi, ve elbet Mustafa Kemal'i
Ankara Ankara
Bir kent değil burası, bir acenta dizisi,
Bir işhanı, bir umumi mümessillik belki,
Büyük mağazalar, bahçeliğe özenen süpermarketler
Tutulmamak üzere verilmiş bir söz gibi.
Sahi kaçıncı sanat oluyordu şu mimari?
Birer önyargı gibi uzuyor çağdaş caminin minareleri.
Opera: İçine dikiş gereçleri doldurulmuş ağırlıksız bir
keman kutusu,
Osmanlı Bankası davul;
Ve Emlak Kredi'yle başlayan camdan metalden bir melodika
ordusu:
Dol (An) kara bakır dol!

Biletim öldü;
Gömleğim kirli.

Ek yapıların ana yapıları böyle ezip geçmesinde
Yoksa ölümcül bir beğeni de mi gizli?
Ne derdi buna Sadettin Köpek, Necmettin Pervane ne derdi?
Tiren kuşları daha Eskişehir'den başlayarak
Çarpa çarpa bedenlerini kara vagonlara
Can boyasıyla çizer portresinin ilk çizgilerini.
Evliya Çelebi'ye kenti gezdiren rehberin de
Sesi yeraltından geliyordu ve kemiktendi elleri.

Bir kadın torbaya doldurulmuş gibi yürüyor
Yine de, belli, içi içine sığmıyor.

Büyük Millet Meclisi'ni hiç gözden kaçırmamakta
O nereye giderse peşini bırakmayan Ankara Oteli:

İş Bankası da kendine özgü bir humour'la süzüyor
Şimdi biraz daha aşağıda kalmış Anıt-Kabir'i.

İşe bak, dün humour sözcüğü için Fransevi'yi açtıydım,
"Şetaret" diyordu yanlış okumadımsa Şemsettin Sami:
Ey şetaret bankası, artık gelmiş sayılırsın Çankaya'ya!

Ben öyle her şeye dikkat eden bir adam değilim,
Ama biliyorum DÇM için Marmara Oteli'ne gideceğim
Yakamda gizlilik rozeti, eh çobanıllık da caba;
Vergi iadesi için de Stad Otel var,
Paraşüt kulesini yukardan görmüş olursun ayrıca.

Adını titizce saklayan bir sokak buldum
Şimdi söyleyemem hangi alanın arkasında,
Oradan geçerken hep seni düşünüyorum,
Belki de oralarda bir yerdesin,
Sen tavşan aralığı,
Sen ağzımın tadı,

Bir buluş gibisin!

- Ağır ol Bay Düzyazı,
Sen ancak uçağa binebilirsin!

Cemal Süreya


Özlem Yalım Kimdir?

Ankara doğumlu, İstanbul’da yaşıyor ve aydınlatma sektöründe strateji ve marka yöneticisi olarak profesyonel kariyerine devam ediyor. 1995 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans derecesi aldı, tasarım mesleğinin hemen her alanında gerek kendi firmalarında gerekse çeşitli kurumsal firmalarda ve pozisyonlarda rol aldı. Sivil toplum çalışmaları gerçekleştirdi, uluslararası sergilerde koordinatör ve katılımcı olarak yer aldı, pek çok yarışmanın yazımında ve jürisinde katılımcı oldu. Aydınlatma başta olmak üzere halen tasarımla ilgili alanlarda eğitimler, atölyeler ve konferanslar vermekte. Tüm meslek yaşamı boyunca düzenli olarak çeşitli aylık mecralarda mesleki yazılar yazan tasarımcı, 2013-2015 arasında Optimist dergisinde aylık köşe yazarlığı yaptı. 2018 yılından bu yana sırasıyla Cumhuriyet Pazar, T24 ve Gazete Pencere Pazar’da haftalık köşe yazarlığı yaptı. ‘Bidebunu izle’ Youtube kanalında Şehirler/Şekiller programını, Açık Radyo’da Rotatif programını (cohost) hazırladı ve sundu. Yaratıcı endüstriler alanındaki kritikleri ve ürettiği içerikler talep üzerine halen farklı mecralarda yayınlanıyor. Bunlar arasında Arkitera, Manifold, Sanatatak, Art Unlimited, Oggusto gibi yayınlar sayılabilir. NTV kanalında yayınlanan TurkMucit yarışmasının jüri üyeleri arasında bulundu; İstanbul Tasarım Bienali’ni tasarladı ve İKSV ile birlikte hayata geçirdi. İKSV de görev yaptığı 2010-2014 döneminde iki kez Turkishtime dergisi tarafından üst üste Türkiye’nin en yaratıcı 50 profili arasında gösterildi. Kanada’da yaşayan ve çalışan bir kızı var.