Şiirin saati: Deprem ve iki şiir…
İstesek de istemesek de acıları, travmaları çok; dramatik, hatta ondan da fazla trajik olayların sıkça yaşandığı bir toplumun parçasıyız. Bu koşullarda bu toplumsal yapı içerisinde, bu siyasal yönetim tarzında şairin, şair olarak sorumluluktan kaçması hiç de kolay değil… Belki de o nedenle modern Türkçe şiirin düşünsel ufku geniş, duygusallığı yoğun ve farkındalığı yüksek. Büyük ölçüde antenleri toplumsal sorunlara dönük. Gözü gerçekliğe çevrili…
Şiirin zamanına, çağına tanıklığı hayli üstünde durulmuş, sık sık vurgulanmış bir konudur. Bilinmektedir ki sadece modern şiirde değil, tüm zamanlarda şiir, çoğunlukla tanık olduklarını dile getirmiş, bir kayıt cihazı gibi çalışmış, dili de böyle işlemiştir. Öte yandan bu, yalnızca şairin şiiri oluşturan dilini değil, ortaklaşa dili yeniden kurup üretirken de böyle olmuştur. Konuyla ilgili geçmişin deneyiminde, birikiminde saymakla bitmeyecek kadar çok sayıda örnek bulunabilir. En eski ve en ünlü örnek de elbette Smyrnalı şair Homeros’un Troya savaşını anlattığı, aktardığı destanı 'İlyada'dır.
Şairin tanıklığı, şiirin tutanakçılığı, çağının özellikle trajik olaylarının toplumsal hafızaya aktarılmasında önemli rol oynamıştır. 'İlyada' destanında olduğu gibi şiirin kaydetme özelliği sayesinde birçok savaş, afet, salgın, kıyım, yıkım gibi tarihsel, toplumsal olay geleceğe aktarılmıştır. Öte yandan tanıklık da, kayıt da şairin toplumsal duyarlılığının, farkındalığının bir yansımasıdır. Bununla yakından ilgilidir.
Nâzım Hikmet’in 'Memletetimden İnsan Manzaraları'na görkemini kazandıran niteliklerden biri de çağına tanıklığıdır.
Yazar ve düşünür John Berger’e göre “gerçeğin zamanı yaşadığımız andır”. Peki ya şu, “şiir kanayan yaraya seslenir” sözüne itiraz etmek mümkün mü?
Berger, “İnsan dile istediğini söyleyebilir” diyor ve ekliyor: “Bu yüzden dil bize herhangi bir sessizlikten ya da tanrıdan daha yakın bir dinleyicidir…” “Şiirin Saati” başlıklı yazısında John Berger, “Şiir yitirilmiş bir şeyi bize yeniden veremez, ama yitirilen şeyle aramızda oluşan ayrılığa kesinlikle karşı çıkar. Bunu da hayatımızdan koparılan şeyleri sürekli olarak bir araya getirmekle yapar” diye yazıyor. Şu satırları da yazarın Türkçede aynı adla yayımlanan kitabındaki “Şiirin Saati” başlıklı yazısından aktarıyoruz: “Olayların sessizliğini kırmak, ne kadar acı ya da gözyaşartıcı olursa olsun, başımızdan geçenlerin sözünü etmek, sözcükler kullanmak, insanda bu sözcüklerin duyulabileceği, duyulduğu zaman da olayların ona göre yargılanacağı umudunu yaratır…”
Travmatik olayların, maruz kalınan acıların, dramın, trajedinin dile getirilmesinde şiirin araçsallaştırılma tuzağına düşmeden rolünü nasıl üstlendiğine ilişkin John Berger’in şu satırları başlı başına bir kılavuz sayılır: “Şiir dilin kendisine seslenir. Eğer bu size yeterince açık gelmiyorsa, bir ağıtı düşünün: Ağıtta sözcükler kendi dillerinden ayrı düşmenin acısını açıklamazlar mı? İşte şiir de, buna benzer bir biçimde, ama daha geniş bir anlamda dile seslenir. Olayları sözcüklerle anlatmak o sözcüklerin duyulacağı ve anlattıkları olayların yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Tanrı tarafından ya da tarih tarafından yargılanacağı umudunu. (…) Bazen yanlışlıkla yalnızca bir araç sanılan dil, kendisine şiirin seslenmesiyle, inatçı ve gizemli bir biçimde, yargısını verir. Bu yargı herhangi bir ahlak yasasından açıkça farklıdır, ama duydukları karşısında iyilik ve kötülük arasında önemli bir gösterge olur. Öyle ki, şiir yoluyla dilin yalnızca bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratıldığını görürüz! İşte bu yüzden günümüzde zenginlerin haksız yere elde ettikleri zenginliklerini korumak için yaptıkları korkunç canavarlıklara karşı dünyada en kesin biçimde karşı duran güç şiirdir. İşte bu yüzden fırınların saati aynı zamanda şiirin de saatidir.”
Bize göre son cümledeki “fırınların saati aynı zamanda şiirin de saatidir” ifadesi, çağımızda şairin omzunun üstünden yazdıklarına bakan bir cümledir…
İzmir’de bir dakikadan daha az süren ve yüz on dört kişinin yaşamını yitirmesine neden olan depremin acısı henüz çok yeni… Birçok insan gibi biz de bu büyüklükte bir depremi bizzat ve ilk kez yaşadık.
Her temas iz bırakıyor. Bu tür trajedilerin ve yol açtığı travmaların temas izlerinin akıbetini aslında dil belirliyor. Uzmanlara göre trajik olaylardan sonra oluşan travmayı aşmanın, yaşanan acıdan kutrulmanın, yas sürecini sona erdirmenin seçeneklerinden biri de konuşmak, ifade etmek… Şiirin zamanına, çağına tanıklığını, kayıt tutma iddiasını bu yönden de dikkate almak gerekir. Öte yandan olayların sıcaklığı sürerken konuşmanın zorluğu bilinir. Buna karşın şairin zor zamanda konuşmanın zorluğunu göğüslediği de bilinir.
Şiirin güncel olaylarla dirsek teması şairin reaksiyoner tavrı, tanıklığını kaydetme sorumluluğuyla da alakalıdır.
Hem şiirin güncelle ilişkisini göstermesi, kayıt tutma iddiasını, şairin çağına tanıklığını örneklemesi, hem de İzmir’deki depremi konu etmesi bakımından sıcağı üstünde iki şiir paylaşmak istiyoruz.
İlk şiirin şairi, deprem bölgesinden uzakta, İzmir dışında, İstanbul’da olmasına karşın yaşanan acının, trajedinin, dramın etkisiyle duygu ve düşüncelerini şiirle konuşmayı seçmiş Turgay Kantürk. Enkaz yığınlarının altından kurtarma çalışmalarının televizyonlardan naklen yayını sürerken yazılmış şiirin adı “Piyano Piyano” başlığını taşıyor. Kantürk’ün şiirini paylaşıyoruz:
Bulutlar çekilip gider, sen kalırsın
susar yeşillikler, park içine kapanır
ben dilime acı biberler sürerim
yağmurkuşları öter uzakta, çok uzakta
birdenbire sağanak başlar
o eşsiz piyano susar, susar parmaklar.
Bir do düşer boşluğa, re koyulaşır
mi boynumuzda yağlı urgan karası
mutsuzluğun balkonundan atlar bir fa
sol sol yanımda sanki bukağı
la pimi çekilmiş bomba telaşı
şu si yükselen kimin nesi?
Diner duvara astığım karanfil kokusu
piyanonun tellerine konmuş kuş ölüleri
toplar gideriz gecenin kırıntılarını
müzik susar, susmaz içimizdeki fesleğen
yalnızlık paslanmış kilittir artık
açılmaz kapısı bu harap barakanın.
O eşsiz piyano susar, sussa da parmaklar
bir kız çocuğudur şimdi umut
hayata parmak kaldıran…
İstesek de istemesek de acıları, travmaları çok; dramatik, hatta ondan da fazla trajik olayların sıkça yaşandığı bir toplumun parçasıyız. Bu koşullarda bu toplumsal yapı içerisinde, bu siyasal yönetim tarzında şairin, şair olarak sorumluluktan kaçması hiç de kolay değil… Belki de o nedenle modern Türkçe şiirin düşünsel ufku geniş, duygusallığı yoğun ve farkındalığı yüksek. Büyük ölçüde antenleri toplumsal sorunlara dönük. Gözü gerçekliğe çevrili… Şunu da ekleyelim, bugüne kadar gerçekliği inkâr eden şiir dilde de, birikimi kapsayan bellekte de tutunamamıştır.
Depremin ardından gerçekle düşselin, bireyselle toplumsalın, belgeselle kurgusalın kavşağında, şiire konuşmayı deneyen diğer metinse tarafımızdan yazıldı ve “Kayıt” başlıklığın taşıyor, aktarıyoruz:
otuz ekim iki bin yirmi
cuma saat 14.51
kalan ömrüme
kaydediyorum
dağlar denize indi
denizler dağa çıktı
kalbim yerinden
bilmiyorum
biraz ötemde yıkılan şehir
çığlıklar yükseliyor
“izmir’de 6.8 büyüklüğündeki depremden en çok etkilenen
ilçe bayraklı oldu. 17 bina yıkıldı. afette en çok gündeme gelen
binalar arasında rıza bey apartmanı, 2 bloktan oluşan emrah
apartmanı, yağcıoğlu apartmanı, 3 bloklu barış sitesi, doğanlar
apartmanı ve yılmaz erbek apartmanı vardı. depremde 114 kişi
yaşamını yitirdi, 1035 kişi yaralandı.”
kurtuldum sevinemiyorum
kurtuldum sözcüğüyle oyalanıyorum
ben bir şey yapmadım
şehir üstüme düşüyordu
yer silkiniyor zaman siliniyor
hayat sekiyor ve
deprem
aç gözlü paranın sakladığı yüzden
tatlı yalanın örtüsünü de kaldırıyor
rıza bey apartmanı
2 bloktan oluşan emrah apartmanı
yağcıoğlu apartmanı
3 bloklu barış sitesi
doğanlar apartmanı
yılmaz erbek apartmanı
bir suçlu var herkes masum değil
bir suçlu var kaşeler mühürler imzalar
bir suçlu var herkes masum değil
müteahhitler azraille ortak
ölümcül virüs gövdeye girer gibi tarlaya giriyor
bağa giriyor bostana giriyor
ormana giriyor ovaya giriyor
talan ediyor
müteahhitler azraille ortak
kaşeler mühürler imzalar
ne yapsalar eser aynı
kılık değiştirmiş bay giyotin oluyor
kurtuldum diyorum susuyorum
susuyorum
hâlâ sallanıyoruz sanıyorum
kurtuldum mu bilemiyorum
acı o kadar çok ki
çıkış arıyorum
parmağa tutunmuş minik bir el görüyorum
umut diyorum ve unutma
bende harf harf dağılacak kadar yumuşayan
kurtulmak sözcüğünü sakince yerine bırakıyorum
Şiirin kışkırtıcıdır. Umarız aktardığımız şiirler de kışkırtıcı olur. Depremin trajedisini, travmasını dile konuşan başka şiirler yazılmasının önünü açar.
Şu da var ki elbette herkes gibi şairin de dileği esasında, ne böyle acılar yaşayalım, ne böyle şiirler yazılsındır…