YAZARLAR

Sıkıntı

Sıkılmak yani can sıkıntısı duymak, bizi bazen edilgin kılabiliyor, bazen beklemenin ortasında hiçliğe gönderebiliyor, etkin kılındığında ise isyana çağırabiliyor, pek çok duygu gibi insan varoluşunu farklı şekillerde etkileyebiliyor. Dünyada yaşıyorsak sıkıntı kaçınılmaz hatta sıkıntı duymamak, sıkıntının kendisi olabilir.

“Bekliyoruz. Sıkılıyoruz. Hayır itiraz etme, sıkıntıdan patlayacağız, inkâr edemeyiz bunu. Güzel. Peki. Bir değişiklik oluverince ne yapıyoruz? Fırsatı kaçırıyoruz. Hadi işe koyulalım. Birazdan her şey bitecek ve biz yeniden yalnız kalacağız, hiçliğin orta yerinde…” Samuel Beckett’in, 'Godot’yu Beklerken' (1) metninde böyle der Vladimir ve bu cümleler bana kalırsa bekleme ve sıkılma arasındaki ilişki açısından önemlidir. Sıkıntı duygusu son yıllarda yaşamımızın parçası gibi ve bunun beklemekle de ilişkisi var. Sıkıntıyla bekliyoruz, bir şeyler oluverecek, değişecek hissine kapılıp heyecanlanıyoruz ama olmuyor, beklemenin sıkıntısında kaybolup gidiyoruz. Beklentiyle gelen, iyi bir şey olacakmış hissi çok kısa sürüyor ve karakterin söylediği gibi; “hiçliğin orta yerinde” kalakalıyoruz. Hem dünya hem de coğrafyamız açısından düşününce durum böyle, küçük bir adalet umudu, küçük bir itiraz bir “fırsat” gibi geliyor, bizi azıcık da olsa umudun kıyısına taşıyor ama hiçbir şey olmuyor, fırsat elimizden kayıp gidiyor ve sıkıntıyla beklemeye devam ediyoruz. Bu nedenle sıkıntı, yaşamın atmosferi artık içimizde devamlı yeri olan bir duygu.

Svendsen sıkıntıyı felsefi bir problem olarak ele alır(2), ona göre; “Sıkıntı çoğu kez istediğimiz şeyi yapamadığımız ya da hoşumuza gitmeyen şeyi yapmak zorunda olduğumuz zaman ortaya çıkıverir. Ama ne yapmak istediğimizi bile bilmediğimizde, yaşamda tüm işaret noktalarını kaybettiğimizde ne olur? O zaman bir istenç eksikliğini hatırlatan derin bir sıkıntı içindeyizdir.” Böylece sıkıntıyı farklı açılardan düşünebiliriz, “istediğimiz şeyi yapamadığımız” doğrudur, otorite baskısıyla özgürlüğümüzün gasp edildiği bir yerde yaşarken, sosyal medya paylaşımlarında bile yazdığımızı on kere düşünmek zorunda kalırken, “hoşumuza gitmeyen” işlerde düşük ücretlerle zorunlu olarak çalışmaya mahkûm edilmişken, sıkıntı duymamak mümkün mü, belki asıl soru bu olmalı. Sıkıntının bahsettiğimiz bu hâlinde sebeplerimiz vardır görüldüğü gibi. “İstenç eksikliğini hatırlatan” derin sıkıntıda ise sıkıntının kaynağı olan nesnenin yokluğuyla karşı karşıyayızdır. Yaşamın sıkıntısına o kadar maruz kalmışızdır ki bir şeyleri yapabilme gücü bile hissetmeyiz. Bir anlamda sıkıntının içinde kaybolmuşuzdur, sıkıntı içimizde taşıdığımız bir şeye dönüşmüştür. Sabahattin Ali’nin 'İçimizdeki Şeytan' kitabında, Ömer karakterinin şu cümlelerindeki gibi bir hâldir bu: “Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissetmeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki, yoksa hiçbir şey yapmamalı.”(3) Burada sıkıntının belirli bir nedeni yoktur ve artık onu bile duymayacak kadar istençsiz kalmışızdır. Çünkü yaşama dair ideallerin olmayacağını kavramış, “öyle bir şey yapmakla” hiçbir şey yapamamak arasında savrulmuşuzdur, benliğimiz sıkıntı tarafından ele geçirilmiş bizi edilgin bir hâle sürüklemiştir. Bir neden yoktur görünürde ama daimi duygumuz bu olduğunda, yaşama karşı yapabilme arzumuzu kaybetmişizdir.

Peki, sıkıntı her zaman edilgin bir duygu mudur? Her zaman öyle olmadığını söyleyebiliriz. Sıkıntıyı olumlayan düşünürler de vardır. André Comte Sponville şöyle der mesela, “İçim sıkıldığı zaman, çok tatsız da olsa, bana hakikatten daha fazla yaşama arzusu veren başka hiçbir şey yoktur.”(4) İçimiz sıkılır çünkü hiçbir şey iyi değildir bu bizi bahsettiğimiz Sabahattin Ali karakteri gibi “sıkıntı bile duymayacak kadar” edilgin kılabilir ancak sıkıntı duyuyorsak aslında hâlâ yaşamla ilişkiliyizdir, bir şeyler yapabilme kudretimizi tam olarak kaybetmemişizdir. Comte-Sponville’in bahsettiği gibi “tatsız da olsa” yaşam için hâlâ bir şeyler yapma arzusu duyuyoruzdur. Bu açıdan Aylin Kuryel 68 Fransa örneğini hatırlatır(5): “Fransa’da 68 Mayıs isyanları başlamadan az önce Le Monde gazetesinde ‘Fransa sıkılıyor’ başlıklı bir yazı yayımlandı. Yazara göre, dünyanın birçok yerinde isyanlar gerçekleşirken Fransa’daki öğrenciler can sıkıntısı hastalığına yakalanmıştı. Oysa ki, sözü edilen gençlik, bu yazıdan birkaç hafta sonra ayaklanacak, sokaklarda barikat kuracak, duvarlara yazdıkları üzere hayal gücünü isyana çağıracaktı.” Fransız gazetesinin, “sıkıntı hastalığına” yakalandığını düşündüğü gençler, sıkıntıda kaybolup gitmediklerini isyan ederek göstermiş olurlar böylece, yine Kuryel’in anımsattığı gibi bir duvar yazısı da aslında bunun en önemli göstergelerindendir, “Situasyonist Enternasyonel kolektifinin sloganlarından biriydi: ‘Sıkıntı karşı-devrimcidir.’ Onlara göre, modern kapitalizm, gösteri toplumu ve onun kontrol altında tutmaya yönelik tasarlanmış şehir mekânı yalnızca sıkıntı üretiyordu ve bu sıkıntı eylemliliğe ket vuruyordu.” Sıkıntı gerçekten de bizi edilgin bir hâle taşıdığında “karşı devrimci” olabilen bir duygu, “istenç eksikliği”ni beraberinde getirebiliyor, bizi sıkıntıyla beklemenin içinde kaybedebiliyor ancak “68 Fransa” örneğinde görüldüğü üzere kapitalizme, şehir mekânı içine hapsedilmiş bir yaşama, gösteri toplumunun kontrol mekanizmalarına karşı bir uyanış şeklinde de tasavvur edilebilmiş. İlk paragrafta beklediğimiz bir şey olduğundan bahsetmiştik, işte belki de beklediğimiz şey bu sıkıntıyı bir şekilde aşmanın bir yolunu bulmak, bir umut, bir kıvılcım bizi sıkıntıyla yaşamanın dışına çıkarabilecek, etkin hâle getirecektir. En azından dünyanın direnişler belleğinde “sıkıntı karşıdevrimcidir” gibi bir sloganın olduğunu bilmek bile bizi bunun üzerine düşünmeye itebilir.

Svendsen, kadınların daha az sıkıldığından veya bunu daha az dile getirdiklerinden bahsediyor. Bunun hakkında düşününce sıkıntısıyla ünlü düşünürlerden Cioran geldi aklıma, sıkıntısını neredeyse yazmanın, varoluşun bir biçimi olarak kuran, şu cümlelerde olduğu gibi sıklıkla dile getiren bir düşünür kendisi: “Boğucu sıkıntılarımızı yatıştırmak, onları şüphelere dönüştürmek -korkaklığın, o herkese açık kuşkuculuğun bize ilham ettiği strateji…”(6) Cioran sıkıntısını bu kadar dile getirebilirken eşi Simone Boué, “Cioran’ın bütün metinlerini ben daktiloya geçiyordum. Burada, tebriki hak ettim. Vuruş hataları gördüğünde çılgına dönerdi”(7) diyordu, bu da şunu düşündürüyor, gerçekten sıkıntı üzerine düşünen yazarların çoğunun erkek olduğunu görüyoruz, acaba, kadınlar sıkıntılarını dile getirmeye pek vakit bulamıyorlar mıydı? Çünkü Didem Madak’ın “Kendim Ettim Kendim Buldum” şiirinde; “Bu dünyaya, yemeğin pişmesini, bebeğin doğmasını, çamaşırların kurumasını beklerken, çamaşırların kuruduğunu, yemeğin piştiğini ve bebeğin doğduğunu yazan bir kadının gelmesini diliyorum. Ayrıca bunları yaparken aklına mukayyet olmasını istiyorum. Ayrıca bebeğe iyi bakmasını diliyorum. Sıkıntılardan bir ev kurup ayakta tutmasını istiyorum”(8) ironik bir biçimde ifade ettiği gibi, “sıkıntılardan bir ev kurmak” kısmı mı kalmıştı kadınlara, bunun üzerine düşünmek gerekiyor. Derdimiz sabit bir kimlikle yorumlar yapmak, genel bir yargıya ulaşmak değil elbette ancak sıkıntı neden hep erkek yazarların sıklıkla dile getirdiği bir duygu sorusunu sormaktan kaçınmamalıyız.

Neyse ki kadınlar, quirler sıkıntılarını etkin kılmayı çoktan başardılar, geçtiğimiz günlerde Arjantin’de 14 yaşındaki Florencia Romano’nun katledilmesi sonrası Adalet sarayını yakan kadınların tutumu, sıkıntı varsa biz buradayız demenin önemli göstergelerindendi örneğin.

Sıkılmak yani can sıkıntısı duymak, yazı boyunca bahsettiğimiz gibi bizi bazen edilgin kılabiliyor, bazen beklemenin ortasında hiçliğe gönderebiliyor, etkin kılındığında ise isyana çağırabiliyor, pek çok duygu gibi insan varoluşunu farklı şekillerde etkileyebiliyor. Dünyada yaşıyorsak sıkıntı kaçınılmaz hatta sıkıntı duymamak, sıkıntının kendisi olabilir. Sanırım onu nasıl etkin kılacağımız önemli bir mesele, yoksa bekleyerek, sıkılarak, bir şey olsa, biri gelse de kurtulsak diye fırsat umarsak, hiçliğin ortasında kaybolup gideceğiz.

  1. Beckett, S., (2010), “Godot’yu Beklerken”, s. 103, (Çev. Uğur Ün-Tarık Günersel), İstanbul: Kabalcı Yayınları.
  2. Svendsen, L., F., H., (2008), “Sıkıntı’nın Felsefesi”, s. 22, 26, (Çev. Murat Erşen), İstanbul: Bağlam Yayınları.
  3. Ali, S., (2003), “İçimizdeki Şeytan”, s. 9, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
  4. Comte-Sponville, A., (2020), “Hayat Yaşamaya Değer”, s. 160, (Çev. Ercüment Tezcan), İstanbul: İletişim Yayınları.
  5. Kuryel, A., (2020), “Sıkıntı Var ‘Sıkıntı Var: Sıkıntı Üzerine Denemeler’”, s. 9-10, İstanbul: İletişim Yayınları.
  6. Cioran, E. M., (2013), “Burukluk”, s. 92, (Çev. Haldun Bayrı), İstanbul: Metis Yayınları.
  7. https://www.birartibir.org/a-dan-x-e/595-kediye-benzerdi
  8. Madak, D., (2014), “Pulbiber Mahallesi”, s. 83, İstanbul: Metis Yayınları.

Emek Erez Kimdir?

Çeşitli gazete, dergi ve online sitelerde, kültür-sanat alanında on beş yıldır yazılar yazıyor.