YAZARLAR

Silvio Berlusconi’nin ardından: Hayatı bir iletişim problemiydi

Berlusconi, popülizm olmasa onu icat edecek bir insandı. Bir gazetecinin seveceği türden bir siyasetçiydi. Bitmek bilmez bir haber malzemesiydi. Ya söylemiyle ya eylemiyle manşet verirdi. Skandal üretirdi. Bir bakıma gazetecilerin ekmeğiydi. Sokaktaki insan için de etkiliydi. Bu yüzden hep gündemde kaldı. Ama kutuplaşmış siyasi yaşam ve parti-şirket anlayışıyla çok tartışılacak, sıkıntılı bir miras bıraktı.

 1.

İtalyan bayrağında üç renk var ama şu an İtalya sadece iki renkten, iki duruştan ibaret. Berlusconi’yi sevenler ve sevmeyenler… 1993’ten beri İtalyan siyasetinin, çok daha öncesinden ülkedeki popüler kültürün bir parçası olan müteveffa başbakan Silvio Berlusconi, ömrünü müthiş kuvvetli bir mıknatıs gibi yaşamayı seçti. İnsanları ya kendine çekti ya da uzaklara itti. Arası yok. 

Berlusconi ailesine ait medya devi Mediaset’in televizyon kulesinde dün “Ciao Papa” yazıyordu. Güle güle Baba… Kendi medyasının babasıydı elbette ama mafya babalarının ve Vatikan’daki Papa’nın her daim baba figürü olduğu İtalya’da Berlusconi, “Baba” diye hiç anılmadı; yine de bizim “Baba”ya, Süleyman Demirel’e benzer şekilde dönüp dönüp tekrar iktidara geldi. 1994’den itibaren üç defa başbakan oldu, üç defa koltuktan düştü. Toplamda dokuz yılla (1994-1995, 2001-2006, 2008-2011) İtalya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren, yani Mussolini’den beri en uzun süre koltukta kalan başbakanıydı. İktidarını popüler kültürdeki hâkimiyetiyle de birleştirince, dünya görüşünü de siyasi hayata iyice yerleştirdi.

Neydi Berlusconi’nin siyaseti? 

Patroncu, piyasacı, iş bitirici, adına merkez sağ dense de merkezci falan değil dibine kadar sağcı, çoğu zaman da radikal sağla paslaşmacı ve en nihayetinde kutuplaştırıcı bir siyaset. İlk geldiğinde, kendi ifadesiyle “temsil edilmeme riski olan, kafası karışmış, yönünü kaybetmiş, öksüz kalmış seçmenlerin” adresi olmak derdindeydi. Tespiti yerindeydi. Doksanların başında neredeyse mafyaya teslim olmuş, yolsuzluk soruşturmalarına boğulmuş, büyük savcılarını art arda saldırılara kurban vermiş İtalya’da seçmenin hem morali bozulmuş hem de kafası karışmıştı. Daha tutarlı bir adres arayışı vardı. Bu adres, İtalyan Komünist Partisi’nin ardılı olarak kurulmuş “Partito Democratico della Sinistra” (Sol Demokratik Partisi) olabilirdi. Berlusconi’nin başını çektiği koalisyon, kararsız oyların sola kaymasını engelledi. Kirlilikten, yolsuzluktan şikâyetçi İtalyan halkı lider olarak gidip Berlusconi’yi seçti. “Benim zengin olmama gerek yok, zaten zenginim” diyen Berlusconi’yi… 

2.

Berlusconi’nin, onu en iyi anlatan kare olduğunu düşündüğüm bir fotoğrafı var. Seksenlerden kalmış görünen, ahşap duvar panelli bir odada, tek başına. Dokuz televizyon ekranı açık, yayında. Zengin işadamı Berlusconi, ellerini ceket ceplerine iliştirmiş, dimdik ayakta. Arkasında Roma’yı çağrıştıran bir heykel…Yeni görkem. 

İtalya işte bu mesajı sevdi. 

Berlusconi, bildiğimiz Berlusconi olmazdan önce halihazırda bir medya deviydi. İtalyan televizyonunu sıradan olmaktan çıkarıp “seksileştirmek” iddiasındaydı. Gullit’i, Van Basten’ı, Rijkaard’ı, Maldini’si ve daha bilumum starıyla Avrupa’yı sallayan Milan futbol kulübünün sahibiydi. Dergileri, gazeteleri vardı; büyük bir kitap yayıncısıydı. 

Halkın aklını çelecek ne varsa, Berlusconi’nin cebindeydi. Roma İmparatorluğu’ndan beri büyüklük özlemi çeken sağcı İtalyanların teselli niyetine kabullendiği skandallar da dahil. Her şey mesajın içindeydi. 

Zaten hayat onun için bir mesaj alma, mesaj verme biçimiydi. Bir iletişim meselesi. Bir defasında “benimle yatmak isteyen ama istediklerini bilmeyen birçok kadın var, hayat bir iletişim problemi” demişti. Bunu bile demişti. 

Berlusconi’nin kendisi de buydu zaten. Bir iletişim problemi. Büyüklük özlemi çeken insanların zihnini uyuşturan, onlara tatlı masallar anlatan, o sırada kendi işine bakan ve esasında toplumsal olanı, kamusal yararı felç eden siyasetçilerin en cinfikirlisi…   

3.

Berlusconi, popülizm olmasa onu icat edecek bir insandı. 

Hollanda gazetesi NRC ölümünü haberleştirirken, “Daha 1994 yılında bile Trumpyen bir liderdi” demiş. Ne büyük haksızlık! Evet, öyleydi ama bu benzerlik aksi yönde işledi. Trump muhtemelen ondan kopya çekti. Üstelik kopyayı iyi de çekmedi. Berlusconi’nin bir medya imparatorluğu ve Avrupa’nın en büyük kupasını almış bir futbol takımı vardı. Trump, onca zenginliğine rağmen böyle araçlara hiç sahip olamadı ve tarihe birinci döneminin sonunda seçim kaybeden ender Amerikan başkanlardan biri olarak geçti. 

Trump için belki “Yeni Berlusconi” denebilirdi; İtalyan muadiline göre tek avantajı siyaseti İtalya’da değil her şeyi daha büyük ölçekli olan ABD’de yapmasıydı. Ama her şeye karşın, Berlusconi’nin renkliliğiyle Trump da boy ölçüşemezdi.

İlginç bir insandı Berlusconi. Bir gazetecinin seveceği türden bir siyasetçiydi. Bitmek bilmez bir haber malzemesiydi. Ya söylemiyle ya eylemiyle manşet verirdi. Skandal üretirdi. Bir bakıma gazetecilerin ekmeğiydi. Ama sokaktaki insan için de etkiliydi. Hakkında konuşması, atıp tutması bile ilginç anekdotlar duymanıza yol açardı. Bir İtalyan’a Berlusconi’yi sorsanız, meşrebine göre, ya uzun bir şikayet ya da övgü listesi duyardınız ya da en fazla bir iki kesik cümlenin böldüğü hoşnutsuz bir sessizlikle karşılaşırdınız. Aynı soruya bin defa muhatap olmanın hoşnutsuzluğudur bu. “İtalya’da Berlusconi’den başka konuşacak konu yok mu”nun hoşnutsuzluğu… Berlusconi’nin abartılı hayatı sadece İtalya’nın siyasetini ve sosyal hayatını domine etmekle kalmıyordu; İtalya’ya dışarıdan yönelen bakışın da kendinden başkasını görmesine izin vermiyordu. Aynısını Tayyip Erdoğan’la yaşadığımızı söylemeliyim. Türkiye hakkında sınırlı bilgiye sahip yabancılar, sadece Erdoğan’ı görüyorlar, onu soruyorlar, onu merak ediyorlar, onunla yetiniyorlar. Ama elbette Berlusconi ile Erdoğan arasındaki fark, Erdoğan’ın görece renksizliği yanında Berlusconi’nin bir hikâye pınarı olması. 

Erdoğan, Berlusconi

Erdoğan da Berlusconi’yi severdi. Sınıfın yaramaz çocuğu gibi takılan bu teklifsiz, sıcak ve protokole pek takılmayan adamın yanında kendini rahat hissettiğini tahmin ediyorum. Zirvelerdeki fotoğraflara bakarsanız, ikisinin yan yana olduğu, gülüştüğü çok fotoğraf görürsünüz. Berlusconi de muhtemelen kendisi gibi popülist olan ve soğuk nevale Kuzey Avrupalılardan uzak duran Erdoğan’ın dostluğundan hazzediyordu. Erdoğan’ın bir zamanlar en yakınındaki Yalçın Akdoğan’ın yazdığı “Tarihe Düşülen Notlar” isimli kitabında iki lider arasındaki ilginç bir diyalog da vardı. Diyalog, Berlusconi’nin İtalya’da onu ziyaret eden Erdoğan’a kravat hediye etmesiyle başlıyordu: 

Berlusconi: Kravatları sakın başkasına hediye etmeye kalkma. Arkasına isim yazdırdım. Para vermediğin anlaşılır.  

Erdoğan: Madem özel yaptırıyorsun, bari biraz şık şeyler yaptırsaydın. 

Berlusconi: Çizgililer 10 yıl önce modaydı.

Erdoğan: Daha geçen hafta Roma’dan aldık bunları.

4.

Şakalı anekdotları bırakıp gerçek hayata gelirsek… 

Berlusconi müthiş bir siyaset makinesi üretmişti. “Şirket” gibi işleyen, şirket mantığıyla siyaset üreten bir parti yapısı kurmuş ve bunu da siyaseten geçerli bir formül haline getirmişti. Berlusconi’nin partisi “Forza Italia” esasında bir şirketten başka bir şey değildi; yine Berlusconi’nin şirketi Fininvest’in reklam departmanından türemişti. Bölge temsilcileri, müdürleri, PR’cıları, reklamcıları, kampanyacılarının çabalarıyla işliyordu. Taşraya bayilikler veriyordu. Bu bayiliklerde “solun yalanlarına” karşı Fininvest’in yetenekli kampanyacılarının yazdığı sloganlar halka yayılıyordu; bir yandan da vergi iadesi, banka kredisi kolaylıkları gibi pratik bilgiler öğretiliyordu.

Ne eksik ne fazla. Parti şirketi kurulmuştu. 

Sene 1993’tü. Hayat bu yönde akıyordu. Doksanların ortamı bu hayata müsaitti. Zaten üç aşağı beş yukarı hayat her yerde böyle yaşanıyordu. Reklamcıların, yeni nesil işadamlarının (iş insanı değil “işadamı” olduğunun altını çizeyim) kral olduğu yıllar. Lifestyle yılları… Tek tek reklamcıların isimlerini biliyorduk; ürünlerinin tanıtım sloganları ezberimize giriyordu (halen de ezberimizdedir). Popüler kültürün her alanında bu hava hâkimdi. Kitap dünyasında da… Örneğin doksanlarda gölgelerdeki yazar Emre Yılmaz’ın “Genç Bir İşadamına Öğütler”i patlamıştı. Sonra “Şeytanın Fısıldadıkları” geldi. Reklamcı kökenli yazar Frédéric Beigbeder’in Avrupa’yla beraber Türkiye’yi de sallayan eserleri (bizdeki fiyatı enflasyon yüzünden sürekli değişmek zorunda kalan) “3.99”, “Aşkın Ömrü Üç Yıldır” “Aşkın Ömrü Evde Uzar” peynir ekmek gibi satıyordu. 

Bu açıdan Berlusconi’nin Türkiye’deki karşılığı Erdoğan değildi. 2002’de Forza Italia kokan Genç Parti’yle siyasi hayata girmiş ama baraj altında kaldıktan sonra soluğu yurt dışında alan Cem Uzan’dı. 

Halihazırda medya devi olan… Halihazırda futbol kulübü sahibi olan Cem Uzan.

Berlusconi’nin Türkiyesi, Cem Uzan’ın Türkiyesi. Paralel evrende, Cem Uzan’lı bir Türkiye yaşansa, Genç Parti iktidar olsa veya bir ihtimal Uzan Türkiye’de kalmış olsa yaşanacak Türkiye…

Eninde sonunda yine aşırı sağa varacak, seküler merkez sağ… 

Berlusconi’nin de bırakıp gittiği gibi…

5.

Berlusconi’nin mirası şu: Amerikan modeline uygun bir şekilde kutuplaşmış bir İtalya. Kutbun bir tarafında artık “merkezi” bir özelliği falan kalmamış aşırı sağ. 

Malum, aşırı sağla uzun flörtünün sonunda, bu akımın temsilcisi mevcut İtalyan başbakanı Giorgia Meloni’nin bir anlamda elinden tutan da Berlusconi’ydi. Ardında böyle bir İtalya bırakıp gitti. 

Ama daha da önemlisi, ardından “şirket partisi” mirasını bırakıp gitti. Kuzeyinden güneyine, Hollandasından Fransasına onun kadar açık olmayan birçok sağ, merkez sağ siyasetçi ülkesini ve partisini şirket gibi idare etme ihtimalini onunla sevdi. Bunun Türkiye’deki izdüşümü de gün gibi…

Yazının başında “sevenleri kadar sevmeyenleri var, kuvvetli bir mıknatıs gibi” demiştim. Popülist sağın sesi Libero gazetesi, onun arkasından “Böylesi gelmeyecek” diye atmış manşeti. Bir de başyazısından solculara çıkışmış: “Hayatını ondan nefret etmekle geçiren, kariyerini ona karşıtlıkla kuran solcular, Berlusconi’cilere göre daha yetim kaldı” demiş. 

Başyazıdaki şu yersiz zamansız öfke bile kimin haklı olduğunun resmi değil mi?


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.