'Şimdi' hep çok geçtir: Hafıza, yas, güneşin örttükleri, Aftersun
Aftersun’ın etkileyici final sekansında çoğumuzu hüngür hüngür ağlatan şey babayla kızın son yemeğine eşlik eden güzel Candan Erçetin şarkısı değil sadece. Çocukluğun, anın, kaybettiğimiz kişinin geri döndürülemezliğiyle yüzleşmek. Bizi ısıtan güneş çekilmiş, dünyanın ve hayatın akşamına gelmişiz, an şefkatini alıp gitmiş ve geri dönmeyecek bir daha. Yanan yerlerimizse hep acıyacak.
Yılın sonu ve yeni yılın başı listelerle dolup taşıyor. Her şeyin herkesçe ulaşılabilir olduğu bir çağda, her yıl aşağı yukarı aynı filmler, diziler, romanlar farklı sıralamalarla listeleniyor. Çağımıza özgü dinamikler bu listeleri keşif ve paylaşımın hazzından çok bir günü yakalama, söz söyleme, listeleyenler listesine girme çabasının bir parçası kılıyor gibi görünüyor. Ama Umberto Eco’nun, Spiegel’e verdiği bu röportajda dediği gibi, postmodern çağda iyice yaygınlaşsa da, listeler her zaman önemliydi. Listenin, sonsuzluğu anlaşılır kılmak isteyen kültürün kökeni olduğunu söylüyor Eco. Bu söyleşideki, beni en çok etkileyen, defalarca başvurduğum tespiti ise şu: “Çok cesaret kırıcı, aşağılayıcı bir sınırımız var: Ölüm. Sınırları, dolayısıyla sonu olmadığını varsaydığımız tüm şeyleri sevmemizin nedeni de bu. Her zaman ölümle ilgili düşüncelerden kaçmak için bir yol bulunur. Listeleri severiz, çünkü ölmek istemeyiz…”
Yaratma çabasının önemli bir parçası olan bu “ölümlülük bilgisi”nden, geçen hafta sinemaya dair son kitabı ve daha birçok şey üzerine uzun bir sohbet ettiğimiz Murathan Mungan da bahsetti. Bu benim için çok değerli sohbet ve kitaba dair yazım yakında bu köşede olacak. Zamanın hızı ve öğütücülüğü, kurmaca eserlerle ilişkinin doğurduğu hazzın önüne geçeli çok oldu belki ama yine de hem kendi ölümlülüğümüzle başa çıkabilmek için hayatı sanatla, kurmacayla anlamlandırma çabamız sürüyor. İyi ki sürüyor, aksi halde boş kabuğa dönerdik. Hem sevdiklerimizin altını çizmek, onları ölümsüz/unutulmaz kılmak hem de kendi beğenimizi bu ölümsüzlüğe iliştirerek hayattan büyük bir şeyin bir parçası olmak için de listeler yapmayı sürdürüyoruz.
Listeleme “rekabetinin” yanı sıra değişen seyir deneyiminin yarattığı bir başka şey de, filmler, romanlar, dizilere dair beğenilerin giderek artan biçimde bir aşk/nefret ikiliğiyle, büyük hararetle ifade edilmesi. Bundan da daha önce birkaç yazımda bahsetmiştim: Filmlerin, dizilerin yarattığı tartışma heyecanını sevsem de bu futbol takımı tutar gibi savunma/yerme işi bana zamanın ruhunun tatsız yanlarından biri gibi geliyor. Bu konuda Robert McKee’nin güzel bir sözü var, arada bir alıntıladığım: "İnsanlar kimliklerini başkalarının yaratıları üzerinden inşa ediyor artık." Böylelikle futbol yıldızıyla sevilen film/yönetmen arasında pek bir fark da kalmıyor. Žižek de pandemiye ilişkin bir makalesinde “üçüncü dalga bir akıl hastalığı dalgası olacak” diye buyurmuştu. Salgının getirdiği yoğun “hayatsızlık” içinde filmlerin, dizilerin yarattığı bu duygu fırtınalarını bir parça da bu açıdan değerlendirmek gerektiğini yazmıştım ben de. Bitmeyen pandemiye artan pahalılık ve siyasal, toplumsal çıkışsızlık eklendikçe de hayatımız film olmadı maalesef ama filmlerden ibaret gibi bir şey oldu. Bir türlü toparlanamayan masalar gibi yaşanamayan hayatların ve aşkların yerini de hepten ekranlar aldı. İnsanlar kendini gerçekleştirmekten ve hayat pratiklerinden uzaklaştıkça gerçek hayat duygularının yerini sanal ve kurmaca aşklar, heyecanlar, hınçlar, öfkeler alıyor. Filmleri sevmekten çıkıyor olay, sevdiğimiz filmler bizim yerimize yaşıyor, çarpışıyor, kazanmaları ve kaybetmeleri epey şahsi bir hal alıyor.
Son zamanlarda bu aşk/nefret döngüsünden payını en çok alan filmlerden biri de “Aftersun” oldu. İskoç yönetmen Charlotte Wells’in bu ilk uzun metrajlı filmi festivallerde büyük ilgi ve ödüllerle karşılandı, bizde de FilmEkimi’nden itibaren çok sevildi, “yılın en iyileri” listelerinin başına kondu. Birkaç gün önce MUBI’de daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluştu. Bu çok beklenen filmin seveni kadar sevmeyeni, “bu muymuş, bana hiç geçmedi, sinema bu değil…” diyeni de çok oldu, farklı kesimlerden. Ben filmi çok beğenenlerdenim. Bence sinema tam da bu. Çok daha farklı ve katmanlı bir anlatıya sahip olan bambaşka filmler için de bunu söyleyebilirim. Sinemanın mucizesi de bu çeşitliliğinde zaten, görsel dünyası, dili, meselesi hatta genel olarak “çapı” apayrı filmlerin hem kalbimizi kırabilme, hem de kendimize ve dünyaya başka bir mesafeden baktırabilme becerilerinde.
Üzerine çok konuşuldu ama bilmeyenler için mini özet: “Aftersun” boşanmış genç ebeveynlerin çocuğu olan 11 yaşındaki Sophie’nin (Frankie Corrie) 30 yaşındaki babası Callum’la (Paul Mescal) Türkiye’de yaptığı bir yaz tatilini anlatıyor. Bu kısa tatilde Callum 31 yaşına basarken “gelecekte” 31 yaşında, bir kadın partneri ve bebeği olan Sophie’nin kaybettiği babasıyla bu tatile dair anılarının canlandığını görüyoruz. Ama flashbackler üzerine kurulu bir film değil bu, filme hâkim olan zaman, kısa çakmalarla gördüğümüz yetişkin Sophie ile sıçradığımız “şimdi” değil geçmişteki o yaz tatili. Bu yaklaşık 100 dakikalık film, baba-kız arasında, hiçbir “büyük” olay içermeyen, durağan ve neşeli anlarıyla sıradan bir tatili, daha çok da Sophie’nin gözünden anlatıyor. Akıllı telefonların olmadığı bu dönemde kızın el kamerasıyla yaptığı çekimler, polaroid fotoğraflar ve filmin hızıyla kurulan görsel dünya bizi her açıdan 90’ların dokusuyla buluşturuyor. Callum’u Sophie’den ayrı gördüğümüz zamanlar çok sınırlı (en etkileyici sahnelerden olan kilim satın alma ve Callum’un ağlaması gibi…) ama bunlar da bakış açısını Sophie’den uzaklaştırmıyor, onun hayal ettiği, zihninde tamamladığı anlar olarak düşünebiliyoruz. Tüplü televizyona yansıyan bir siluetten havuz dibi çekimlerine, tüm filme hem dönemin teknolojisinin hem de bir çocuğun bakış açısının etkisiyle bir yarım yamalaklık hâkim ki Wells’in dehası bu yabancılaştırıcı anlatımı hafızanın ve yasın mekaniğiyle mükemmel biçimde harmanlamasında. İlk 80 dakikada yer yer sıkılma payı da içeren bir “sıradan mahrem”e dahil olma hissiyle beraber farkında olsak da olmasak da hafızamızın kapıları birer birer açılıyor. Kendi çocukluğumuza, kendi yaz tatillerimize değil sadece, varsa hayatımızdaki büyük bir kaybın “öncesine” götürüyor film bizi. Bu nedenle kimilerine hızlı bir toparlama gibi gelen çok etkileyici final sekansında çoğumuzu hüngür hüngür ağlatan şey aslında (en azından tek başına) baba kızın son yemeğine eşlik eden güzel Candan Erçetin şarkısı değil. Çocukluğun, anın, kaybettiğimiz kişinin geri döndürülemezliğiyle yüzleşmek. Zamanda defalarca yolculuk yapsak da ne anları geri getirmenin ne de bir kopuşu önlemenin mümkün olmadığını bilmek. Bizi ısıtan güneş çekilmiş, dünyanın ve hayatımızın akşamına gelmişiz, an şefkatini alıp gitmiş ve geri dönmeyecek bir daha. Yanan yerlerimizse hala acıyor, hep acıyacak.
Filmin iki oyuncusu da müthiş. Paul Mescal’se son derece ekonomik biçimde, eksiltilerle anlatılmış bir “yaralı erkek karakteri” canlandırmada olağanüstü. Kendi hayatını tam kuramadan çocuk sahibi olmuş, anlatamadığı ve belki de anlayamadığı bir depresyonu yorgun gülümsemesinin ardına gizleyen bu genç adamın bu dünyada uzun süre kalmayacağı o kadar belli ki. Çocukluk ve yakınlık sezgisiyle Sophie alttan alta bunun hep ayırdında belki. Yine de bu sezgiye rağmen yas çok uzun sürer ve hafıza insanı korurken bazen kendisine de kapatan zalim bir arkadaştır.
En kahraman babalardan çok sıkıldığımdan ben babadan çok bir ağabeyi andıran Callum’u çok sevdim. Film beni erken yitireceğimizi hep sezdiğimiz, yine de gittiğinde tüm bu sezginin acıya hiçbir bağışıklık kazandırmadığını, yasın bir provasının olmadığını anladığımız ağabeyimle anılarıma, bir yaz tatiline götürdü. “Hayatımın en mutlu yazıymış, bilmiyordum.” İki izlemede de darmadağın etti film beni ama iyiydi, buna değerdi.
Bazı filmler bizi oldukça kişisel bir yerden de kavrar. Çocukluğunda bir aile üyesi aynı zamanda yakın arkadaşı olmuş ve omuza sürülen güneş kreminin şefkati gibi o iki kişilik dilin de benzersizliğini tatmış, büyük bir kayıp yaşamış birinin “Aftersun”dan etkilenmemesi çok güç. Ama hepimiz çocuklukla beraber o “zamanım var” hissini, bir yaz tatilinde sıkılmanın bile lüksünü, en çok da şefkati yitiriyoruz. Her açıdan iddiasız ama hatırlamak isteyen herkes için çok güçlü, benzersiz bir film “Aftersun.”
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI