YAZARLAR

Şimşek programı Türkiye’yi krize sürüklüyor

Bu program eğer başarılı olursa, bizi 2013 yılına yani günümüzdeki birikim modeli krizinin başlangıç noktasına götürecek. Yani iktidarla bütünleşmiş muhalefetin iktisatçılarının alkışları eşliğinde, sürekli krizler yaratan bu ekonomik yapının yeniden üretilmesini sağlayacak.

Ekonomide olan biten halen insanların canını yakmaya devam ediyor ama seçim öncesinde Altılı Masa muhalefetinden duyduğumuz feveranlar ve eleştiriler bir anda ortadan kayboldu! Bunun temel nedeni, bu kesimlerin ‘kendimiz olmasa da fikirlerimiz iktidarda’ düşüncesiyle Mehmet Şimşek yönetimine destek vermeleridir. Oysa Şimşek programı Türkiye’yi yeni bir krize sürükleyecek adımları atıyor. Bu gidişi alkışlarla savunan muhaliflerin, iktidarın işbirlikçisi olmaktan öte bir tavrı ve siyasi varlığı yok.

Mehmet Şimşek’in Hazine ve Maliye Bakanlığı'na atanması sonrasında yapılan devir-teslim töreninde yaptığı konuşmadaki ‘rasyonellere dönüş’ ifadesi bu dönemin temel mottosu oldu. Peki dönülen yerde ne var diye sorduğumuzda birikim modeli kriziyle karşılaşıyoruz. Bu yazıda Şimşek programının önceki istikrar programlarıyla benzeşen ve farklılaşan yanlarına işaret edip, neden bu tip istikrar programlarının yeni krizler doğurduğuna değineceğim.

ŞİMŞEK PROGRAMI

Şimşek programında nelerin olduğunu hatırlamak için geçtiğimiz beş ayı özetleyelim. Öncelikle TL’nin sert bir şekilde değersizleşmesi (eski tabirle devalüasyon), seçimi takip eden günlerde gerçekleşti. Ardından, özellikle ücretli çalışanların sırtına bindirilen büyük vergi artışları yapıldı. Programın üçüncü bileşeni de kademeli faiz artışları olarak gerçekleşti.

Bu gelişmeler olurken enflasyondan faydalanan firmalar süper-kârlar açıklamaya devam etti. Yani bir yanda hayat pahalılığı krizi altında ezilen ücretliler, diğer yanda bu süreçten süper kârlar elde ederek çıkan firmalar var. Şimşek programı, enflasyonun yükünü ilk grubun (ücretli çalışanların) sırtına yüklemeyi ve ikinci grubu (firmaları) kayırmayı amaçlıyor.

Şimşek programı, esasında tipik istikrar programlarının bileşenlerini andırıyor, bu açıdan pek de orijinal değil. Kısaca 1980’lere ve 1990’lara bakarak günümüze dönelim.

1980’LER VE 1990’LAR

Örneğin 24 Ocak 1980’de ilan edilen ancak uygulanması 12 Eylül darbesi sonrasında mümkün olan istikrar programında da bugünkü Şimşek programına benzer özellikler vardı; devalüasyon, vergi artışları ve faizlerin serbest bırakılması. Her iki program da döviz kıtlığı ve enflasyon sorununu çözmeyi amaçlıyordu. Ve yine her ikisinin özünde emeğin baskılanması yoluyla reel ücretlerin düşürülmesi ve iç talebin sınırlanması yatıyordu. Ancak bu benzerlikler yanında farklılıklar da var. En önemli farklılık faiz politikasında, zira 1980’ler ile günümüz arasında bu alanda önemli değişiklikler yaşandı.

1989 sonrasında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, bu alandaki en önemli değişikliktir. Bu sayede, politika yapıcılar için enflasyonu düşürürken ekonomik büyümeye devam etmek gibi ‘mucizevi’ bir yol açıldı. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, ücret baskılaması ve vergi artışları yanına faiz artışları eklendiğinde (hele artışlar pozitif reel faiz verecek düzeyde olursa) bu gelişme yabancı sermaye girişlerini cezbetmeye başladı. Sermaye girişleri sonrasında oluşan döviz bolluğu nedeniyle TL’nin değerlenmesi, enflasyonu kontrol altına almanın temel aracı olurken, bu gelişme kemer sıkmanın gevşetilmesine de olanak sağladı. Ancak kısa dönemde sermaye girişlerinin yarattığı bu olanaklar, orta vadede yüksek cari açığı kronik hale getirdi ve dış borçların büyümesine yol açtı.

AKP’Lİ YILLAR

1990’lar, sermaye hareketlerinin serbestleştiği yıllarda yaşanan krizlerle şekillendi. Kendinden öncekilerin daha gelişkin bir versiyonu olan 2001 krizindeki istikrar programı, zaten 1990’lar boyunca meşruiyet krizi yaşayan siyasi eliti siyaset sahnesinden sildi ve 2002 seçiminde AKP’li yılların kapısı açıldı.

2000’li yıllarda sermaye girişleri sayesinde TL değerli tutuldu ve değerli TL enflasyonun kontrol altında tutulmasını sağladı. Küresel finansal konjonktürün olumlu seyretmesi nedeniyle bizim gibi ülkelere akan paranın varlığı, daha düşük faiz koşullarında da ekonomik büyümenin sağlanmasını mümkün kıldı. Yani düşük faiz ve yüksek büyüme gibi bir başka ‘mucizevi’ formül mümkün hale geldi. Ta ki, bunu mümkün kılan sermaye girişleri durana kadar.

YENİ KRİZLERE DOĞRU

Sermaye girişlerini cezbedecek faiz artışları ile TL’deki istikrarı sağlayıp enflasyonu kontrol altına almak, Şimşek programının özü. Ancak bu istikrar programı, Türkiye’nin temel sorunlarına herhangi bir çözüm getirmiyor. Dahası, finansal istikrarı, fiyat istikrarını ve ekonomik büyümeyi giderek daha fazla sermaye girişlerine bağlı hale getirmeye neden oluyor. Bu program eğer başarılı olursa, bizi 2013 yılına yani günümüzdeki birikim modeli krizinin başlangıç noktasına götürecek. Yani iktidarla bütünleşmiş muhalefetin iktisatçılarının alkışları eşliğinde, sürekli krizler yaratan bu ekonomik yapının yeniden üretilmesini sağlayacak.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.