Sımsıkı sarılmak
Ülkelerin suni sınırları ve bayrakları çocuk oyuncağı gibi görünmeye başlar dizelerin ve melodilerin gölgesinde. Justin Sullivan, farklı bir yerden, mayadan gelse de bizi bize öyle güzel anlatıyor ki.
Sizlere merhaba dediğim ve bunun beni çok heyecanlandırdığı ilk yazımda, beni yazmaya teşvik eden başlıca unsur olan hikâye anlatma dürtüsünden yola çıkarak, hikâye anlatımını olabilecek en güçlü, etkili ve hatta harikulade niteliğe taşıyan müzikle birlikte anlatma yolundan, yani “şarkı”dan ve şarkı yazarlığından bahsetmek istiyorum. Bunu yaparken de bugüne kadar aklımın ve ruhumun en derinlerine dokunan usta bir hikâye anlatıcısını merkeze almak isterim. Geçen sene 40. yılını kutlamak üzere, organizasyonunu üstlendiğim Türkiye ayaklarını da kapsayan kocaman bir turneye hazırlanan ancak birçok solo sanatçı ve grup gibi pandemi nedeniyle tamamını ertelemek zorunda kalmış efsanevi İngiliz grup New Model Army’nin kurucusu, ana şarkı yazarı, solisti ve lideri Justin Sullivan’ın geçtiğimiz günlerde, ilkinden 18 sene sonra çıkan ikinci solo albümü Surrounded üzerinden belleyeceğim rotamı. Öyle ki, Sullivan’ın Navigating by the Stars adlı ilk solo albümü, çıkışından 1,5 sene sonra, doğup büyüdüğüm ve 19 yaşına basmadan ayrıldığım ülkeme 30 yaşında dümen kırıp dönme kararımdaki başlıca unsurlardandır. Oysa döndüğüm ülkemde 15 senedir içerisinde bulunduğum müzikle ve müzik sektörüyle ilgili her daim o kadar mesele var ki üzerine yazılası ve konuşulası; üstelik bazısı da fevkalade güncel… Önümüzdeki haftalarda zihnimden ve elimden geldiğince her birine değinmek için sabırsızlanıyorum.
Yazımın konusunun hikâye anlatıcılığı olması, merkezine de Justin Sullivan’ı almak istememin birkaç sebebi var. Canım kadar çok sevdiğim memleketimin, tabiatının, canlılarının, iyi kalpli insanının neredeyse milenyum başından beri maruz kaldığı varoluş mücadelesi, tahammül sınırlarını öyle zorlar hale geldi ki bize algılatılmakta olan tüm gerçekl(ikl)erden kaçabilmek ya da bazı gerçekleri sağlıklı işleyebilmek belki de her zamankinden daha fazla önem taşıyor. Bugün bireyin, şehrin, ülkenin, gezegenin başına ne geliyorsa özü ve sözü bir olmayanların güç ve nüfuz vanalarının başında oturmasından kaynaklandığına inanırım. Siyasetçiden sanatçıya, işverenden memura böyledir bu. Siyasetçi dediğin de sözünde halkın memuru, özündeyse çoğunlukla mahir illüzyonistler değil midir? Evet, hayat ikiliklerle ve zıtlıklarla doludur, hatta hayatın ta kendisi ikilik ve zıtlık üzerine kuruludur ama hemcinsine sağ gösterip sol vurmak, daha beteri, sol gösterip sağ vurmak hiç olmaması gereken okkalı bir zıtlıktır.
İşte bu çelişkiler yumağında dayatılanlar, yaşatılanlar ve algılatılanlarla yolda hikâyelerin, hele ki müzikli olanların peşinden gitmek hayalperest olduğu kadar da işlevsel bir eylem. Bu eyleme zemin sağlayan malzemenin yaratıcıları arasında bugüne kadar gördüğüm, tanıdığım en özü sözü bir sanatçıdır Sullivan. Sullivan, müzik sektörü gibi kaygan, omurgasızlık üzerine inşa edilmiş, daha doğrusu edilememiş, dolayısıyla asla yapılaşamamış bir zeminde 40 yılı aşkın varlığında önüne yuvarlanan koca fırsat paslarına rağmen sihirbazlığa başvurmamıştır, zira sözü zaten sihirdir, sihirlidir.
Buradaki ilk yazımda uzun uzadıya bir albüm kritiği yapmak, elim ne kadar buna gitse de belki çok iyi bir fikir değildir. Sullivan ve şarkı yazarlığı üzerine bir yazı değil, yazı dizisi, hatta kitap yazmak isteyebileceğimi hissediyorum düşündükçe. İnsanı heyecanlandırıp içini içinden taşıran değerdeki sanat eserleri, dalı ne olursa olsun, üzerine yazılıp çizildikçe, betimlenip eşelendikçe değerinden yitirecekmiş gibi hissederim bazen. Yine de Surrounded albümünden en özel ve değerli bulduğum birkaç şarkıya ve söz dizisine değinmek isterim. Bir İngiliz’in, pandemi döneminde uzun süreli bulunduğu Paris’teyken yazdığı bu şarkılardan gelen hikâyeler ve sözler nasıl da dünyamıza, hatta ülkemize dair bu kadar fazla şey anlatabiliyor! Özünü ve sözünü sevgiden ve insanlık halinden alan metinler ve şarkılar küresel değerlerdir, zira insana dair olan, sınırlar ötesidir. Ülkelerin suni sınırları ve bayrakları çocuk oyuncağı gibi görünmeye başlar dizelerin ve melodilerin gölgesinde. Justin Sullivan, farklı bir yerden ve mayadan gelse de bizi bize öyle güzel anlatıyor ki.
Birkaç dinleyişten sonra kenara ayırıp sımsıkı sarıldığım şarkılar arasında bulunan, albümün ilk teklisi “Amundsen”, 20. yüzyıl başlarının önemli kâşiflerinden Norveçli Roald Amundsen hakkında. Yalnız başına başkalarının cesaret edemediği bir işe kalkışan ve Güney Kutbu’na ulaşan ilk insan olarak kayda geçen Amundsen, göklere çıkartılan kişiliğinin ve başarısının iktidar-medya-toplum üçgeninin çıkar ilişkileriyle çarçur ediliyor; önce heykeli dikilen bir kahraman ilan edilip ardından birtakım söylentiler sonucu muazzam bir değersizleştirmeye maruz kalıyor. Toplumsal lincin nereden gelip nereye gittiğinin, kimden gelip kime yöneldiğinin bulanıklaştığı günlerde ne kadar da tanıdık bir olgu, değil mi? Kalbi bu denli kırılan bir insanın yapabileceği en güzel ve onurlu hareket ne olabilir peki? Gitmek, yani ortadan kaybolmak… Bunu da nakaratın sonuna konduruyor usta, anlatırken: “First they will welcome you home / There’ll be cheering crowds and the putting up of statues / Then slowly the people will turn / There’ll be whispers and money and then they will mock you / Time to be gone, time to be gone”. (“Önce seni tezahüratlarla karşılar ve heykelini dikerler / Sonra yavaş yavaş değişir insanlar / Fısıltılar ve para girer işin içine, senle dalga geçmeye başlarlar / [İşte o zaman] gitmek vaktidir, gitmek vakti”)
Albümde en sevdiğim şarkı olan ve isminin herhalde daha manidar olamayacağı “Akistan”da muhtemelen ne Türkiye’yi, ne de Türkiye’de nefes alabileceği alan gittikçe daralmakta olan kitleleri düşündü Sullivan. Yine de, insana ve hayata dair o engin kapsayıcılığıyla, değerlerini ve yaşam tarzını savunmak için yolun sonuna kadar gidebilecek ama bu yolda barıştan ödün vermeyeceklerden bahsedercesine şu dizeleri sıralıyor: “One time they tried to put a gun in my hand / but I said that I never would use it / They looked at me like they could not understand / That I’d die for a cause but not kill for it”. (“Bir keresinde elime bir silah tutuşturmayı denemişlerdi ama onu asla kullanmayacağımı söyledim / Bir dava uğruna öleceğimi ama asla öldürmeyeceğimi, anlayamamış gibi baktılar yüzüme”)
Sözlerden bu yazıya son olarak taşımak istediğim, “Clear Skies” adlı şarkıdan iki satır: “So wasn’t it always just this way, warring gods and squabbling children / And everybody hates the government and everybody wants to do the right thing”. (“Zaten hep böyle değil miydi?... Savaşan tanrılar ve münakaşa eden çocuklar / Herkes hükümetten nefret eder ve herkes doğruyu yapmak ister”).
Genellikle inançlar ve tanrılar vesilesiyle hüküm süren takım elbiseli, bıyıklı ve aynı zamanda genelde kel ve göbekli koca muktedirlerin heyula gibi gölgesinde ortalıkta koşturan, kum havuzunda oynayan, saçmalayan biz küçük çocuklar arasında bitmeyen bir savaş bu hayat, özellikle bu ülkede. Keşke bu gölgeden kurtulabilmek için, elimizdeki akıllı telefonların kullanışlı klavyelerinde birbirinden nüktedan mini destanlar yazarak mütemadiyen kendini ve benzerini pohpohlamak yerine gerçekten dişe dokunur eylemler yapılabilse.
*Bu yazı tamamlandığında henüz umuma açık mahallerde müziğin saat sınırlamasıyla ilgili açıklama gelmemişti.