YAZARLAR

Sinefillikten taraftarlığa

Antalya Altın Portakal Film Festivali, son yıllarda sinema kültüründeki dönüşümün görünür hale geldiği bir mecra oldu bu yıl. En karikatür haliyle “yazcı mısın, kışçı mı?” diye diye özetlenebilecek, ruhunu sosyal medyadan alan taraftarlık ruhu festivale de sirayet etti. Bu, filmlerden ve yaratıcılarından bağımsız, sağlıklı değerlendirmeyi, aykırı söz söylemeyi güçleştiren bir durum haline geliyor.

Antalya Altın Portakal Film Festivali, hem son yılların en heyecanlı ve rekabet içeren filmleriyle hem de ödül töreninde yapılan konuşmalarıyla geçen haftanın kültür gündeminin başköşesinde yer aldı.

Ben de bir hafta boyunca ulusal yarışmada yer alan on film hakkında görüşlerimi dile getirdim. Kuşkusuz eksikleri, gedikleri, fazlaları var bu görüşlerin. Özellikle bazı filmlerin hazmı hayli zordu ve belki biraz daha vakit geçmesi gerekiyordu üzerinden. Ama kısa süre içinde değerlendirmek gerekiyordu. Mümkün olduğunca soğukkanlı kalmaya, filmler hakkında çok iddialı cümleler kurmamaya dikkat ederek anlattık derdimizi. Ama böyle olmayanlar da vardı.

Son dönemin bilinen tartışmalarından, filmlerle ilişkilerini sosyal medya üzerinden kuran, filmlere dair fikirlerini bu mecrada dile getiren ve belirli bir kitle ile iletişim halinde olan yeni nesil bir ‘film yorumcusu’ var artık. Bu çağın kaçınılmazlarından. Çünkü sosyal medya sayesinde herkes her şey hakkında yorum yapabiliyor. Dolayısıyla ‘ilk yapan siz olun’ sloganı daha da önem kazanıyor burada. Kimi basın gösterimlerinde de gördüğümüz ama Altın Portakal’da arşa çıkan bir durum oldu bu. Biz daha filmin finalinin yarattığı etkiyi hazmetmeye çalışırken, daha jenerik akarken tweetler atıldı. Bunun iyi tarafı, film çıkışı tuvalet kuyruğunda sıra beklerken canımız sıkılmıyor, bunları okuyor olmamızdı.

Bu bir çağ gerçeği. Filmciler de bu yorumları nasıl değerlendireceklerine dair kendi tutumlarını almıştır diye düşünüyorum. Altın Portakal, festival atmosferinin Antalya dışının gündemine sosyal medya üzerinden sokulduğunu gösterdi. Bu filmlere dair hakkıyla, hakkaniyetli ve derinlikli bir yorum yapılıp yapılmadığı ayrı mevzu. Ama sosyal medyada oluşturulan kamuoyu giderek kendi çekirdeğini aşan, soğukkanlılığına inandığım insanları ve hatta o filmi/ filmleri görmemiş olan başka kentlerdeki sinemaseverleri de kapsamaya başladı.

Bir şeyle, durumla bağlanmadan, taraf tutmadan ilişki kuramayan, ya çok sevip ya da yok sayan bir ruh hali var haylidir. Özellikle Twitter’da her türlü meselede ikiye bölünmeyi seven, bir şeye ancak öteki üzerinden bağlanan bir eğilim var. Kimi zaman mavra olarak ele alınsa da yazı ancak kışın karşısına koyarak savunan bir bakış bu. Bu yıl Antalya’da biraz da bu atmosfer vardı.

‘Film tutmak’ bir sinefil geleneği! Bir nedenden bir filme çok bağlanmak, onda hayatın anlamını bulmak, yılın, on yılın, tarihin en iyilerinden ilan etmek de öyle. Bu, filmlerle yoğun ilişki kuran herkes açısından gayet anlaşılabilir. Ama özellikle işin içine ödül girince mesele taraftarlık düzeyine çıkıyor bir süredir. Altın Portakal ödül töreni bunu iyice görünür kıldı.

Emin Alper’in “Kurak Günleri”nin gösterildiği günden itibaren festival kamuoyunun genel favorisi olduğu belliydi. Hatta bu kamuoyu Antalya’ya gelmemiş, filmi izlememiş olanları da kapsayacak şekilde genişledi. Haliyle kapanış gecesi “Kurak Günler”e giden her ödül büyük bir nümayişle karşılandı salonda ve sosyal medyada. Bunu ödül kazanan sinemacıların konuşmaları da destekledi. Finalde En İyi Film Ödülü “Kurak Günler”e değil de, Özcan Alper’in “Karanlık Gece”sine gidince son dakikada takımı aleyhine haksız penaltı verilmiş taraftar serzenişleri sardı ortalığı! Üstelik sosyal medyada yakınanların çoğu, iki filmi de görmemişti bile. Asıl şaşırtıcı olan iki filmi de görmüş olup, jürilerin bazen böyle sürpriz kararlar verdiğini, festivallerde her zaman kamuoyunun uzlaştığı filmlerin ödül kazanamadığını klişe tabirle “başka jürilerin başka filmlere ödül vereceği”ni bilen insanların da bu koroya katılması oldu. Bu yorumların ardından bu kez, yine filmi izlememiş Özcan Alper severler cevap yetiştirmeye başladı diğer gruba. Böylece bir kısmı filmleri görmemiş iki taraf oluştu. Bir derbi sonrası taraftar atışmalarına döndü ortalık. Rasyonalite kayboldu bir anlığına.

Böylesine bir taraftarlığa dair söylenecek en basit şey, “Bu ödüllerin parası da, prestiji de size gelmiyor arkadaşlar, sakin” olabilir. Üstelik bu filmlerin yaratıcıları (ödül almamaya üzülseler bile) birbirleriyle bu tür bir ilişki kurmuyorlar. Film üretmenin, göstermenin bu kadar ağır koşullar altında gerçekleştirildiği bir dönemde rekabet kadar dayanışmayı da önceliyorlar. Hatta şu sıralar dayanışma daha öne çıkmış bile olabilir. Ama bu kakofoni, taraftarmışçasına bir filmi sahiplenme, soğukkanlı bakamama durumunun ‘profesyonellere’ kadar ulaşmış olması düşündürücü. Genel beğeninin dışında, ‘aykırı’ söz söylemeye kalkanların bir kısmının da ortalığı trollemek ve ilgiyi kendisinde merkezileştirmek çabasında olduklarını biliyoruz artık.

Bu ahval ve şerait içinde soğukkanlı olmaya çalışarak ama aynı zamanda ‘trol’ durumuna düşmemeyi de başararak ‘genel beğeni’nin dışında söz söylemeye, analiz yapmaya girişmek giderek beyhude hale geliyor. Bu “ya hep ya hiç” atmosferi filmleri de, yaratıcılarını da, maalesef bizim mesleği de peşine takıp götürüyor. Bir zamanların tesellisi “Tweet uçar, yazı kalır!” sözü de kesmiyor artık!