Megan’ı öldüren kimdi?
Tate Taylor’ın yazar Paula Hawkins'in romanından uyarladığı “Trendeki Kız”, psikolojik bir polisiye. Usul usul gelişen ve sonuna kadar merak duygusunu taşıyan bu film, ikinci yarısıyla beraber nefes kesiyor.
Rachel… Tom Watson’la, Anna’yla olan ilişkisi yüzünden boşanmış. İç sesiyle bir şeyler anlatan Rachel, kocasının Anna’yla ilişkisini e-postadan öğrenmiş. Sonra da içmeye başlamış. Şimdiki gibi. Şuurunu da yitiriyor Rachel içmeye başladığında. İçki içtiğinde belleğini siliniyor adeta. Hudson Nehri boyunca New York şehrine uzanan tren hattında pencereden dışarı bakarken geçmişini ve evliliğini düşünüyor. Bu banliyödeki zengin evlerinin birinde kendisi de yaşıyordu uzak olmayan geçmişte. Kocası Tom hep çocuk sahibi olmak istemiş. Rachel doğuramamış. Kazandıkları paralar tüp bebek denemelerine gitmiş hep. Tom, asabi ve agresif (saldırgan) bir insan. Ama bu sıkıştığı zamanlarda ortaya çıkıyor birden. Yönetmen, filminde çoğu anı Rachel’ın bulanık zihninin içinden düşen algılarla yansıttığı için belki de bu yüzden seyirci şüphe yanılsamaları içine düşüyor hep. Aslında heyecan verici bir şeydi bu. Film bittiğinde anlamlaşacak belki bu. Tom, Rachel içtiği zaman bazı şeylerin belleğinden silinmesini kullanarak onu yönlendirerek deliliğin sınırlarına sürüklüyor. Yönetmen Taylor, George Cukor’un Patrick Hamilton’ın oyunundan 1944’te uyarladığı siyah-beyaz “Guslight-Işıklar Sönerken” filmindeki bu bellek oyunundan küçük ilham almış.
Anna… Tom’la Rachel’ın ayrılığına neden olmuş genç kadın. Şimdi Tom’la evli ve ona bir kız bebek doğurmuş. Rachel, telefonla hem Tom’u hem de Anna’yı taciz ediyor. Bir defa Anna’nın bebeğini kucağına almış. Bu bebeği kendisi doğurabilseydi mutluluğu devam eder miydi?
Megan… Scott Hipwell’le evli. Anna’nın bebeğinin dadılığını yapıyor. Onun da kocası bebek istiyor Megan’dan. Megan da iç sesiyle anlatıyor. Kocasıyla tutku dolu sevişmeler yaşasa da bebek doğurmak istemiyor Megan. Bir ilişkisi mi vardı, yoksa bu onda travma mıydı? İçinde hep bir suçluluk duygusu var. Psikiyatr Kamal Abdic’in muayenehanesinde vicdan azabını dindirmeyi arıyor Megan.
USULCA DİKİZLEYEN KAMERA
Yönetmen Tate Taylor, Jackson-Misisipi'de 1973'te doğdu. Sinemaseverler bu yönetmeni yakından biliyorlar. 2011 yapımı "The Help-Duyguların Rengi" filminde Amerika'daki derin ırkçılığı anlatmıştı. Büyük yönetmen Steven Spielberg’ün desteklediği Taylor, 2016 yapımı “The Girl on the Train-Trendeki Kız” filminde usulca kamerasını bu üç kadının etrafında dolaştırarak eksik parçaların bir araya getirmeye çabalıyor. Filmde geriye dönüşler anlatıma gerçekten büyük katkı sunmuş. Bununla beraber Rachel’ın zihninde flaş gibi parlayan anlar da çarpıcı kurguyla aralar serpiştirmiş. Filmin fonunda duyulan dingin müzikler sanki Rachel’ın içinden dışarı çıkıyormuş gibiydi. Yönetmen her şeyi dingin bir dille anlatmak istemiş. Yavaş yemek gibiydi. Gri gökyüzü altında geçen filmin yer yer gri mavimsi görüntülerinin de farkına varılmalı.
Film, romancı-gazeteci Paula Hawkins'in aynı adlı psikolojik romanından uyarlandı. Bu polisiye roman, "Trendeki Kız" adıyla 2016'da İthaki Yayınları'ndan çıktı. 1972'de Zimbabve'de doğan İngiliz yazarın önceki kitapları dilimizde yayımlanmadı daha önce.
MEGAN'IN SIRLARI
Aslında bu filme dokunurken, merak duygusunu da azaltmadan dokunmak gerekiyor. Polisiye filmlerde, özellikle de katilin kim olduğu final bölümünde ortaya çıkan yapıtlarda. Gerçekten bu film gizemli ve perdenin içindeki atmosferin içinde dolaşarak hakikate ulaşmak gerekiyor. Megan, neden bebek doğurmak istemiyordu? Geçmişteki o travma neydi? Yönetmen, bu travmanın derinliğini çarpıcı anlarla perdeden yansıyordu. Megan’ın ilişkisi onu trajediye sürüklerken, görünenin ardındaki bilinmeyenler de perdeye yansımaya başlıyor. Elbette alkolü bırakan Rachel’ın parçaları bir araya getiren belleği de gerçeğin ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Kadın polis dedektifi Riley de filmin kamerası kadar dingin. Şüphelense bile önyargılı değil. Olayın çözümüne katkısı yokmuş gibi görünse de her şeyi serbest bırakarak gerçeğin bir yerde ortaya çıkmasına yardımcı oluyor sanki.
Yönetmen, sarışın Megan’ın güzelliğini kaba bir yansıtmayla değil, estetik fotoğraflarla yansıtmış. Megan, Rönesans sanatçısı Michelangelo’nun heykellerinden düşmüş gibiydi bu filmde. Onun çıplak beyaz vücudu fotoğraf sanatına da çok şey katıyordu. Yönetmen bununla beraber filmdeki şiddet anlarını da estetik yansıtmış. Ama o anlara bakabilmek yer yer insanı zorluyor. Megan’ın ormandaki trajik sonu ürperticiydi. Katilin ölümü de öyle. Polisiye roman ve sinemasına tutkun olanların, özellikle de filmin ikinci yarısıyla beraber mutlu olabilirler. Elbette filmin ilk yarısı da önemliydi. Karakterlere yakından dokunmak gerekiyordu çünkü. Bu filmdeki tüm kadınlara da merhaba diyoruz, ayrıca.
Trendeki Kız (The Girl on the Train)
Yönetmen: Tate Taylor
Roman: Paula Hawkins
Senaryo: Erin Cressida Wilson
Müzik: Danny Elfman
Görüntü: Charlotte Bruus Christensen
Oyuncular: Emily Blunt (Rachel), Haley Bennett (Megan), Rebecca Ferguson (Anna),
Justin Theroux (Tom), Luke Evans (Scott), Lisa Kudrow (Monica), Allison Janney (Riley), Édgar Ramírez (Dr. Abdic), David Ross (Gibby)
Yapım: DreamWorks-Reliance (2016)