İki Dil Bir Bavul’un ortaya çıktığı dönemde ‘barış’ ihtimali vardı
Senarist ve yönetmen Orhan Eskiköy, ‘’İki Dil Bir Bavul’’ ve ‘’Babamın Sesi’’ filmlerinin senaristliğini ve yönetmenliğini yaptı. Ödüllü yönetmen ilk film deneyimlerini anlattı.
DUVAR - Senarist ve yönetmen Orhan Eskiköy, ‘’İki Dil Bir Bavul’’ ve ‘’Babamın Sesi’’ isimli birkaç sene önce çok ses getiren filmlerinin senaristliğini ve yönetmenliğini yaptı. Bu filmler ile Adana ve İstanbul Film Festivallerinde ödüller aldı. Her iki filmde kökeni toplumsal meselelere dayanan öyküleri anlatıyor. Yönetmen Orhan Eskiköy ile ‘’Yönetmenler İlk Filmlerini Anlatıyor!’ konseptli röportaj dizimiz için buluştuk.
Yönetmenler ilk filmlerine her zaman ayrı bir önem gösterir. Yaşamları boyunca ilk yaptıkları filmle anılacaklarını düşündüklerinden diye sanıyorum. ‘İki Dil Bir Bavul’ filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu? Keza aynı kaygılar ‘Babamın Sesi’ filmi için de geçerli oldu mu?
Bir filmi yapmaya karar vermeden önce kendime sorduğum sorulardan başlıcası, ben bu filmi yaparken ne öğreneceğim? Kendime kattığımı düşündüğüm şeyler başkalarına ne katılabilir? Çünkü sanat, sinema benim açımdan bu toplumsal işbölümünün bir parçasıdır. Terzinin yapamadığını ben yapıyorum, benim yapamadığımı terzi yapıyor. Tabi ki sorunlarımız aynı değil, başka başka sorunlarla boğuşuyoruz. Bu işin benim açımdan böyle bir tarafı var.
Parti başkanları, sokakta konuşan insanlar, toplumun çeşitli kesimleri Kürt Sorunu üzerine çeşitli mecralarda konuşuyor iken, ‘onların bilmedikleri, görmedikleri ne var?’ diyerek yola çıkmıştım. Bir arkadaşımın anlattığı küçük bir hikâye bana ilham vermişti. Bir sınıfta öğrenciler ve öğretmen birbirlerini anlayamıyorsa, bu ülkedeki iletişimsizliğin güçlü bir temsiliydi bana göre. ‘’İki Dil Bir Bavul’’, bu iletişimsizliği gündeme getirme açısından işe yarayacaktı. O yüzden o filmi yapmak istedim.
Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Kürt Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu?
Türkiye’de doğmuş, büyümüş biri olarak, kendimi Türkiyeli olarak görüyorum. Yaptığım filmleri de kategorize etmek gerekirse Türkiye Sineması olarak görüyorum. Açıkçası bu kavramlara çok ihtiyacımız olduğunu da düşünmüyorum. Bir tane amacımız olmalı bizim. Bu ülkede nasıl barış içinde yaşayabiliriz? Nasıl mutlu olabilir? Bunun hesabını yapmalı. Gerisi de çok önemli değil.
POLİTİK BİR SİNEMA YAPMA NİYETİNDEYİM
Politik bir sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Niyet olarak, politik bir sinema yapma niyetinde olan birisiyim. Fakat ‘’bunun içini doldurabilecek güçlü filmler yaptım mı?’’ sorusunun cevabını bilmiyorum. ‘’Bireyi ilgilendiren her şey politiktir’’ diye bakarsanız, evet politik filmler yapıyorum. Baktığınız zaman, filmlerimde bir sınıf tartışması yok, politik bir bakış açısının arkasında durmuyor. Buralarda da aslında politik sinema kategorisinden çıkıyor. Ben film yaparken, ‘’insanı ilgilendiren toplumu da ilgilendirir’’ fikriyle yola çıkıyorum. Bazı toplulukları ilgilendiren sorunlarla ilgili filmler yapmaya çalışıyorum. Onları anlamaya çalışıyorum, onların kendini anlatmasına aracı olmaya çalışıyorum.
Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?
Her filme başlamadan önce temel bir soru var: Bu filmi çekebilecek miyim? Başka hiçbirşey düşünemiyorum. Bu filmi dağıtabilecek miyim, festivalde gösterebilecek miyim, para kazanabilecek miyim gibi sorular aklıma gelmiyor. Sadece tek bir soru: Bu filmi çekebilecek miyim? Bu filmi çekmek için para bulabilecek miyim? Bulamayınca da budamaya başlıyorum. Şunu atayım, bunu atayım, bu eksik kalsın, şu ekipmanı kullanmayayım diyorum. Aynı zamanda filmlerimin yapımcısı da olduğum için atabiliyorum. ‘’En sonunda da ben başka film yapamayacağım galiba’’ noktasına geliyorum. Sonra baştan başlıyorum.
Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?
Ben genelde birbirleriyle bağlantılı konuları, sorunları geliştire geliştire başlıyorum. Bir filmi çekerken ya da yazarken aldığım birtakım notlar oluyor. Onlar üzerine şekilleniyor aslında bir sonraki senaryo. Yaptığım okumalar bu yöndedir. Ben belli bir bakış açısıyla dünyaya baktığım için, o bakış açısının içine giren mevzular bana çarpar yani. Bir roman da okusam, şiir de okusam, film de izlesem notlar alırım.
Bir fikri değerli buluyorsam da geliştirmek için de o yönde okumalar yapmaya çalışırım. O konuda filmler yapılmış mı, onlara bakmaya çalışırım. Sonra da yazarım yani… Yazdığım senaryolar başı ve sonu arasında çok büyük değişimler geçirirler. İlk yazdığım şeyi çok severim, sonra birilerine okuturum. Sonra ondan nefret ederim. Sonra başka bir şey yazarım, ondan da nefret ederim. Aşk ve nefret ilişkisi içerisinde versiyonlar yazarım. Sonra da onu çekebilecek miyim, o bütçeyle diye düşünmeye başlarım. Sonra onu budamaya başlarım. Ortaya çekilebilecek bir senaryo çıkar.
Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizi kategorize eder misiniz?
Aslına bakılırsa film, filmdir. Festival filmi ve gişe filmi ayrımını yönetmen yapmaz. Farazi konuşuyorum ama şu anda ‘Başka Sinema’nın dağıttığı filmleri bütün salonlarda gösterseler insanlar sinemaya gitmeyecekler mi? Bizim yaptığımızın dışında filmler gösterilmese, insanlar bu filmleri gidip görecekler ya da bir kesim ortaya çıkacak diyecek ki ‘bunların yerine başka filmler yapalım, onlar seyredilsin.’ Şu anki ticari filmler, tüketim çağının sonucu olarak ortaya çıkmış. Bu durum edebiyatta da karşılığı var, resimde de var, müzikte de var… Popüler kültürün ortaya çıkardığı bir sonuç aslında bu…
Dolayısıyla film, filmdir. Sıkıcı film vardır, eğlenceli film vardır, korku filmi vardır v.s. Festival filmi diye bir şey yoktur. Ama sinema salonlarını dolduran diğer filmlerin karşısında da bizim gibi filmlere sadece festivaller kaldığı için böyle bir ayrım çıkmış durumda. Az önce söylediğim gibi tam tersi, içinde sadece gülmece, birtakım skeçlerden oluşan filmler sadece festivallerde gösterilecek diye bir kanun çıkarsak o zaman onlar sadece festival filmi mi olacaklar? İçinde yaşadığımız çağın bir sonucu olan bir karşılaşma durumu bu. Daha da kötüye gidecek gibi gözüküyor ama ben böyle bir ayrım olduğunu düşünmüyorum.
Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?
Ben tabi ki filmlerin seyirciler tarafından izlenmesini istiyorum. Bunu herkes ister. Bir yazar da kitaplarının okunmasını ister. Bir müzisyen de eserlerinin dinlenmesini ister. En başta söylediğim gibi toplumsal iş bölümünün de bir parçası olarak, bizim yaptığımız işin sonucu da perdede ortaya çıkar. Ama ‘’şöyle bir numara çekeyim de insanlar filmimi izlesin’’ diye bir senaryo da yazmam. Benim izleyemeyeceğim bir filmi insanlar izlesin istemem. O anlamda sıkıcı bir tarafı olsun istemem. İyi işler söyleyen, iyi şeyler gösteren bir şey olsun diye senaryo yazıyorum. Başka bir kaygım da yok. Şu dağıtımcı filmi sahiplensin diye bir saikle senaryo yazmam.
Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı? Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır?
Sinemanın kesinlikle bir işlevi vardır. Tıpkı araba yıkayıcının ve terzinin de bir işlevi olduğu gibi. Her film toplumsal bir meseleyi gündeme getirmek zorunda değil tabi ki. Filmler çözüm üretmez, birtakım tespitler yaparlar, o durumun anlaşılır olmasını sağlarlar. Temsili bir iştir, sinema. O temsilin içinde insanlar birtakım duygular, anlamlar bulabilirler insanlar. Kendilerini dönüştürmek için de bunu kullanabilirler. Sinemanın böyle bir işlevi olabilir ancak. Ben etik olarak doğru olsun isterim yazdığım şeyin. Bir durumu yaşayan bütün taraflarını perspektifin anlamaya ve görmeye çalışırım.
BAĞIMSIZ SİNEMANIN DURUMU İÇLER ACISI
Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?
Bağımsız sinemanın durumu içler acısı… Geniş kitleleri yakalama şansı elinden alındı. Ben ilk filmimi yaptığımda, dağıtmak istediğimizde 25 salon bulabilirken şu an dağıtımcının insafına bağlı olarak en fazla 12 salon bulabilir diye gözüküyor şu an. Bu sayı daha da azalıyor çünkü önceden filmin uzunluğuna da bağlı olarak 5-6 seans yapabiliyorken şu an 3 seans yapabiliyor en fazla. Alternatif olarak ne yapılabilir diye düşünmek gerekiyor tabi. Ancak Türkiye’de yaşayan insanlar, internetten bir ürünü satın alma kültürünü tam olarak oturtmuş değil. Yasalar da o çerçevede hala boşluklar bulunduğu için interneti kullanmak pek doğru değil.
Şu an bağımsız sinema için yapılacak en doğru şey, düşük bütçeli filmler yapmak. Tabi bu yaratıcılığı da sınırlayan bir şey… Ama bir yanıyla da yaratıcılığı arttırıyor. Çünkü az paran var, daha uzun yol nasıl gidersin, bunun hesabını yapmaya başladığında daha yaratıcı fikirler ortaya çıkarma şansın var. İlk filmini yapacak arkadaşların güçlü bir yapımcısı yoksa nasıl düşük bütçeli film yaparım diye düşünmeleri gerekir. Bende şu anda üçüncü filmimi henüz bitirmişken, ‘’bir sonraki filmimi yapabilecek miyim, yapabileceksem bunu düşük bütçeli olarak nasıl yaparım, nasıl bir hikâye yazmalıyım ki bunu düşük bütçe ile çekebileyim’’ diye düşünüyorum.
Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir?
Beni sinema yapmaya heveslendiren kişi Angelopoulos’tu. Onun ‘Sonsuzluk ve Bir Gün’ filminden çok etkilenmiştim. Defalarca seyrettim. Filmin içindeki şiir duygusu beni çok etkiledi, çoklu zamanlar, çoklu anlamlar… Türkiye’de ilk etkilendiğim kişi Zeki Demirkubuz’du. Angelopoulos’un yaptığının tam tersiydi yaptığı, gerçekçiliğinden çok etkilenmiştim. Yılmaz Güney, Türkiye Sineması’nda etkilendiğim en önemli kişidir. Sinemasının içinde muazzam detaylar vardır, onun politik olarak ortaya koyduğu şeylerden de etkilendim tabi ki. Nuri Bilge Ceylan’dan son dönemde etkilendim. Onun detaycılığından çok etkilendim. İzini Kiarostami’de bulabiliriz bu detaycılığın. Bergman, İnamura, Kieslowski etkilendiğim diğer yönetmenler…
OKUMADAN YAZILMAZ
Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?
Okumadan yazılmaz tabi. Film izlemeden film çekilemez. Bu yüzyıl için konuşursak, arkamızda bıraktığımız büyük bir külliyat var sinema açısından. Çok sayıda kitap var. Birisi yönetmen olmak istiyorsa film seyretmeli, öykü yazmak istiyorsa öykü okumalı, şiir okumalı, roman okumalı tabi ki. Liste çıkarmak benim açımdan mümkün değil.
Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?
Son dönemde yeni kuşak açısından en büyük problem, sanırım yapımcının yokluğu problemi… Hem televizyona iş yapan, hem bağımsız iş yapan yapımcı benim bildiğim kadarıyla yok. Televizyondan kazanıp sinemaya aktarabilen ya da sinemadan kazanıp yine sinemaya aktarabilen bir yapımcı yok. Maalesef sınırlar sert bir biçimde ayrılmış durumda. Yapımcı benim açımdan, o filmin neden yapıldığına dair fikri olan kişi de olmalı. Yapımcı sadece para bulan kişi değildir. O yönetmene neden güvendiğine, neden inandığına dair cevap vermeli. Onun dışında tabi o filmin en iyi şekilde çekilmesi için gerekli zamanı ve parayı da yaratması gerekiyor. Ancak böyle bir ilişki kurulabilir yönetmen ve yapımcı arasında.
‘İki Dil Bir Bavul’ filminin ortaya çıktığı siyasal atmosfer ile bugünkü siyasi atmosferi karşılaştırdığınızda ne gibi sonuçlar ortaya çıkar? Bugün bu filmi yapmak mümkün olur muydu?
‘İki Dil Bir Bavul’un ortaya çıktığı dönemde, ‘barış’ ihtimali, silahların bırakılması ihtimali ortaya çıkmıştı. O nedenle de filmin algılanması çok kolaylaştı. İnsanlar neden birbirlerini anlamadıklarının çıkış noktasını görüverdiler sandılar. Özellikle ‘Kürtlerin anadilde eğitim istiyoruz’ deme şansı ortaya çıktı. Türkler açısından da ‘Şu öğretmenin yaşadığına baksana, neler çekiyor burada, ne gerek var buna’ diyebilmesi gerçekleşmişti ama işler tersine dönüverdi. Böyle bir dönemde böyle bir film yapmak isteniz yaparsınız yine ama insanlara ulaştıramazsınız. Mümkün değil yani…
Biz alkışlanmıştık o filmi yaptığımız için, şimdi yapsanız karşılığı farklı olur. Olumsuz anlamda söylüyorum bunu. Karanlık bir döneme girdik, giriyoruz. Şimdi de yaptığımız filmler, insanların karşısına çıkartılmıyor. Salonlar o yüzden yok. Televizyonlar filmlerimizi göstermek istemiyor. Çünkü televizyonlarda konuşulan şeyleri yanlışlama ihtimali var bu filmlerin ve anlaşılır. Siyasi atmosfer bu yüzden gerim gerim geriliyor. O yüzden muhalif sesler susturulmaya çalışılıyor. ‘’Bu yaptığınız yanlış’’ diyen insanlar o yüzden cezaevine konuluyor. Gene bir film yaparsınız, fikrinizi söylersiniz ama bunu ulaştıramazsınız. Ulaştırırsanız da karşılığı farklı olur.
BEN NEDEN YAPIYORUM?
Yönetmenliğini yaptığınız her film seyirciyi ‘yüzleşme’ye davet ediyor, diyebilir miyiz?
Ben bir film yaparken, ‘’Ben neden film yapıyorum?’’ diye soruyorum. Yüzleşme mi, yoksa karşılaşma mı? Ben bunu karşılaşma olarak görüyorum. Yüzleşme de hesap verirsiniz, karşılaşma da o anda karşılaşırsınız tavrınızı o anda belirlersiniz. Böyle bir fark var arada galiba. ‘’Şimdi ben neyi keşfedeceğim, kendimle ilgili nelerle karşılaşacağım?’’ diye soruyorum. ‘’İki Dil Bir Bavul’’ da öyledir. Öğretmen ve öğrenciler karşılaşırlar. ‘’Babamın Sesi’’ de öyledir. Bir ‘’oğul’’ kendi geçmişiyle karşılaşır. Şu anda da önce karşılaşabilmemiz lazım. Bir sonraki aşamada yüzleşeceğiz ve hesap soracağız, hesap vereceğiz, itiraf edeceğiz, cezalandırılacağız filan. Henüz o aşamada değiliz.
Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir? Yanı başımızda yıllardır sansüre karşı mücadele eden ve başarı gösteren İran Sineması örneği varken, sizce Türkiye Sineması sansüre karşı bir başarı sağlayabilecek mi?
Sansürün kendisini boş verin. Tavır olarak yapamadığım şey benim canımı çok sıkıyor. Birileri sansürlemek, engellemek ister. Birileri, düşüncelerinizi söylemenin önüne geçmek ister, ceza vermek ister ama onun karşısında tavır alamamak çok can sıkıcı. Özellikle de kendisini bir yere koymuş insan açısından o tavrı takınamamak çok can sıkıcı bir şey. İşte ilk Antalya Film Festivali’nde ‘’Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’’ filmi ile ilgili sansür meselesi ortaya çıktığında, şimdi çektiğim filmin proje ihtimalini sunma ihtimalim vardı. Ama sansür ortaya çıkınca ‘Hep beraber çekelim projelerimizi, festival iptal edilsin’’ tartışmasını yaptık.
Fakat maalesef o birlikteliği oluşturamadık. Birkaç arkadaş daha çekti galiba. Beraber tartışma yürüttüğümüz hatta şimdiye kadar politik filmler de yapmış bazı arkadaşlar, o festivalde yer almayı içlerine sindirdiler. Bir sonraki sene İstanbul Film Festivali’nde ‘’Bakur’’ gösterilmeyince, o filmler çekildi ve o festival iptal edildi. Hâlbuki iptal edilmesi gereken festival, Antalya Film Festivali’ydi. O festival iptal edilseydi, o alan kazanılmış olacaktı ve İstanbul Film Festivali iptal edilmeyecekti. Hâlbuki karşılaştıracak olursanız Antalya Film Festivali, festival filan bile değil yani. Olan İstanbul Film Festivali’ne oldu.
Birlik sağlanamadığı sürece, sansüre karşı yapılacak fazlaca bir şey yok. Sinemacıların kendi faydalarına o festival ödüllerinde bulunmamaları gerekir. Başka bir şansımız yokmuş gibi gözükebilir ama öyle yapılacaksa yapılmasın daha iyi o festivaller bence.