Ertem Göreç: Gerçekleri söylemekten korkmayacaksınız!
Ertem Göreç ile bir araya geldik ve Türkiye Sineması üzerine konuştuk. Göreç "Hani millet meclisinde yazıyor ya, ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!’ diye, ha siz de işte kafanızın içine yazacaksınız ‘seyircisiz sinema yapılamaz!" dedi.
DUVAR - Ertem Göreç ile bir araya geldik ve Türkiye sineması üzerine konuştuk. Konu sinema yapmak isteyen gençlere gelince, nasihatlerde bulundu: "Hani millet meclisinde yazıyor ya, ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!’ diye, ha siz de işte kafanızın içine yazacaksınız ‘seyircisiz sinema yapılamaz!’. Seyirciyi dışlarsan, o da seni dışlar. Bu ilkiydi… İkincisi, ilgi çekici olmayan bir konu ile ilgili film yapılamaz. Şimdi üçüncüsünü söyleyeceğim: Gerçekleri söylemekten korkmayacaksınız!"
İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?
Hayal meyal hatırlıyorum, bir Arap filmiydi. Arap bir şarkıcı vardı o zaman, çok meşhur bir adamdı, Abdulvahap isminde, onun oynadığı bir filmdi. Şarkı söylüyordu filmde sık sık, bir sevgilisi vardı, kötü adamlar vardı filan, çok melodramatik bir filmdi.
40’lı yıllar sanırım…
40’ların başı, evet… 1931 doğumluyum, o film de 1941’de filan oynuyordu herhalde.
Hangi sinemada izlediniz?
Emin değilim ama Taksim Sineması’dır diye hatırlıyorum.
Sinemaya ‘’kurgucu’’ olarak girmişsiniz, kurguculuğunuzun yönetmenliğinize bir katkısı oldu mu sizce?
Ben Kabataş Lisesi’nde okuyordum, 1947’de, 1948’de filan. Galatasaray’da, milli takımda filan da basketbol oynuyordum. Arnavutköy’de oturuyoruz. Orhan ağabeyi (Atadeniz) gördüm bir gün. O zaman Türkiye’deki en iyi montajcıydı. Onunla bir konuştuk filan, sonra onu ziyarete gittim, Kodaman Sokak’a, Nişantaşı’na. Orada işte plato vardı, film çekiyorlar, stüdyolar filan. Girişte de montaj yapıyorlar, bir odada. Gittim işte, ‘’hoş geldin’’ filan dedi, oturdum oraya, Orhan ağabeye bakıyorum.
Film montajlıyor işte… Bakıyorum, kulağının arkasından film çıkarıyor birleştiriyor, beğenmiyor onu atıyor, cebinden bir film çıkarıyor onu koyuyor filan, onu da beğenmiyor ikisini koyuyor, yerlerini değiştiriyor filan, bakıyorum ben de arkadan, ortaya bambaşka bir şey çıkmış. Çok ilgimi çekti, sabaha kadar onu izledim. Eve gittim dedim ki, "bütün köprüleri atıyorum, ben montajcı olacağım" dedim. Montaj filmin beynidir. Hâlâ da benim için ayrı yeri vardır film montajının.
Sonra?
Kabataş Lisesi’ni bıraktım, bir yandan da milli takımda basketbol oynuyorum, onu azalttım. Kız arkadaşlarım filan vardı, onlarla da irtibatı kestim, Orhan ağabeyin yanında montaj asistanı olarak çalışmaya başladım. Şimdi, filmin fikri aklına gelince kurguluyorsun, yazarken kurguluyorsun, çekerken kurguluyorsun, bittikten sonra bu sefer mekanik kurgu başlıyor ve son kez kurguluyorsun. Bir yönetmenin montaj bilmesi gerekir.
'USTALARIMDAN ÇOK YARARLANDIM'
Yönetmenliğini yaptığınız ilk film 1959 yılında çektiğiniz ‘’Kanlı Sevda’’ filmdi… Ama asıl sükseyi ‘’Otobüs Yolcuları’’ ve ‘’Karanlık Uyananlar’’ filmleriyle yapıyorsunuz. Sizce o filmleri özel kılan neydi?
Ben 10 sene asistanlık yaptım. Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Orhan Arıburnu benim ustalarımdı. Ustalarımdan çok yararlandım. Özellikle Memduh Ün, eski sporcu olduğu için erken yatardı, erken kalkardı. Hava kararır kararmaz, onun bir battaniyesi vardı, çekerdi üzerine, yatardı. Yatmadan önce de bana "Hadi Ertem, kalan sahneleri de sen çek." derdi. Senaryo üzerine de beraber çalışırdık zaten, bir de yanında uzun seneler çalıştığım için onun dünyasını da iyi kavrıyorum. Onun için onun yönetmenliğini yaptığı filmlerde benim çektiğim sahneleri kimse ayıramazdı. Bir tek eşim anlardı benim çektiğim sahneleri.
"Kanlı Sevda"yı bu süreçten sonra mı yapmaya karar verdiniz?
Bu deneyimlerden sonra 1959’da "Kanlı Sevda"yı yaptım. Bir köy filmiydi… Ama ben daha önce iki tane köy gördüm. Biri Arnavutköy, öbürü Kadıköy… Alanya’ya gittik, köy filmi yapacağız ama kamerayı koyacak yer bulamadım. Memduh’a telefon ettim, "Yetiş!" dedim, "Ben bu filmi çekemeyeceğim." Memduh, "sıkıntı yapma, ilk filmini çekiyorsun, heyecanlanma" dedi. Neyse çektim filmi ama çok kötü bir film oldu. Sonra kendimi cezalandırdım, bir sene daha asistanlık yaptım.
Bu bir seneden sonra mı ‘’Otobüs Yolcuları’’nı yapmaya karar verdiniz?
Evet, ama şimdi, "Otobüs Yolcuları"nın iki tane özelliği var. Onu atlamamak gerekir. İlki, Vedat Türkali’nin senaryosu olması… İkinci ise 27 Mayıs’tan sonra yapılmış olması… Çünkü 27 Mayıs’tan önce inanılmaz bir sansür vardı, ama ondan sonra "görece" bir özgürlük ortamı oluştu. Bu ortamda da "toplumcu gerçekçi" bir akım başladı. "Otobüs Yolcuları"nı kıymetli yapan şey, bu akıma dâhil olmasıdır.
Bu akım hangi filmle başladı?
Metin Erksan’la başladı bu akım. Metin Erksan, hepimizden daha fazla toplumsal meselelere eğiliyordu. Bir de sezgileri çok güçlüydü, bu sezgilerde akımın ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Onun 1952’de 'Karanlık Dünya' diye bir filmi vardı. O film, bunun ilk işaretiydi. Sonra yaptığı filmlerle biraz biraz geliştirdi bu düşüncesini. Sonra 1961’de ben 'Otobüs Yolcuları'nı yaptım. Halit Refiğ’in, Duygu Sağıroğlu’nun bu akım ile ilgili çalışmaları oldu. Şimdi bu akımda, 7 sene içerisinde 12 tane film çıktı. Bunlardan üçü benim filmim. 'Otobüs Yolcuları', 'Karanlık Uyuyanlar' ve 'Kızgın Delikanlı'… 'Kızgın Delikanlı' da gene Vedat Türkali’nin senaryosu, başrolde de Göksel Arsoy oynuyordu. O filmde, Türkiye’deki toprak meselesini irdeleyen bir filmdi. Mesela o meseleleri daha iyi bilen bir arkadaş çekseydi, muhtemelen daha iyi bir film olurdu. Mesela Yılmaz Güney çekseydi o filmi, daha iyi olurdu. Ben bazı şeyleri çok iyi bilmediğim için o mesele ile ilgili eksik kaldım.
Farkındaysanız bu akımın içinde ne Atıf Yılmaz, ne Yılmaz Güney, ne de Memduh Ün var. Bunlar gerçekçi filmler çekiyorlar ama toplumsal bir olayı gerçekçi bir dille anlatmıyorlar. Hikâyenin bir yerinde toplumsal bir olaya dokunup geçiyorlar sadece. Ama mesela diğer yönetmenlerin yaptığı filmler öyle değil. Bakınız, filmde olan öykülerin temeli hep toplumsal meselelere dayanmıştır. 'Toplumcu gerçekçi' akımın son filmi de 1967’de Yılmaz Güney’in öyküsünü, Lütfi Akad’ın senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı 'Hudutların Kanunu' filmidir. 1960’da başlayan bu akım, 1967’de, 7 sene sonra bitti.
YILMAZ GÜNEY TOPLUMCU GERÇEKÇİ DEĞİLDİ
Yılmaz Güney’in 'Umut' filmi 1970’de çekiliyor. Umut, 'toplumcu gerçekçi' bir film değil mi?
Yapma Allah aşkına, o 'toplumcu gerçekçi' bir film mi? Kişisel bir adamın hikâyesi o. Toplumla ne ilgisi var o filmin? Toplumsal dediğimiz zaman, topluluğun hikâyesi olacak o. O film öyle mi? Üçkâğıtçı bir herif var, define kazıyım da zengin olayım diye, onun hikâye üzerine yapılmış bir iş. Toplumla ne ilgisi şimdi? Bireysel bir hikâye var orada. Ben Yılmaz’la beş tane film çektim, çok iyi arkadaşımdı. Çok severdim, çok takdir ederdim o ayrı ama toplumsal bir sinema yapmadı o.
'Umut'un toplumcu gerçekçi bir film olduğunu düşünüyorum, bunun için de şu sahnelerle örneklemek isterim…
O öyle bir tek sahneyle olmaz. Filmin temeli nereye oturuyor, önemli olan o. Oradaki adam hazineyi bulmaya ve zengin olmaya çalışıyor. Şimdi bunun üzerine toplumsal bir şey kurulur mu? Sen yanlış değerlendiriyorsun. İlk önce şu önemli, toplumsal olay nedir? İkincisi de toplumsal bir sinema dili nedir? Yani bir aşk hikâyesi gibi anlatırsan olmaz. Yılmaz Güney’in hiçbir filmi ‘’toplumsal gerçekçi’’ akımın içine girmez.
'Sürü' ve 'Yol' da mı 'toplumcu gerçekçi' değil?
Onlar iyice abuk subuk filmler. O filmlerin toplumsal olaylarla ilgisi yok. Hep insanların hikâyesi var. Yani oradaki dört kişinin kendi hikâyeleri var. Bu seks filmleri başlayınca filan, 'artık ben bunu yapamam' dedim ve Almanya’ya gittim. Oğlum oradaydı, 'bir sene sonra dönerim' dedim ama altı sene sonra döndüm. 'Yol'u orada izledim ben 1980’de. Orada yaşayan göçmenler vardı, onlar filmi görünce başladılar alkışlamaya, camlar filan zıngırdıyor. Orada işte bir harita vardı, üzerinde isim de yazıyor. Sonra bir de ona dublaj filan yapmışlar, o ismi silmişler, kesmişler, biçmişler, yıllar sonra bir daha izledim, iyice abuk subuk bir film olmuş, piçe dönmüş resmen. 'Yol' toplumsal gerçekçi bir film değil, kendi kafasında bir dünya kurmuş, özendiği bir dünyayı anlatmaya çalışmış. Yani böyle bir şey yok, o haritada yazan şey gibi.
Bu akımın ortak özellikleri neydi sizce?
Türk Sineması’nda, daha doğrusu Yeşilçam’da bir bütün içinde, birbirlerine danışarak, birbirlerini destekleyerek, birbirleriyle iftihar ederek üretim yapmalarıydı. O dönemde yapılan filmlerin içerisinde bu ruh da var. Tabi ki halka dayanan, Türk kültürünü, Türk sanatını, Türk insanını yücelten ve onlara hitap eden bir sinema akımı bu… Onun için bunları hala seyreder insanlar. Geçen mesela bir tane genç geldi, 'Otobüs Yolcuları'nı izlemiş, anlata anlata bitiremedi. İşte, mesele burada… Sen eğer filmini gerçeğe dayandırmışsan, halkın anlayabileceği bir şekilde anlatmışsan film kendini korur, eskimez.
Seyircisiz sinema olmaz, gençlerin en büyük eksiği o. 'Kendi kafamda kendime göre film yaparım' diyor, seyirciye hitap etmiyorsa hiçbir önemi olmaz ki öyle filmin. Akrabaları bile seyredemiyor. Onun için Yeşilçam’ın büyüsü oradan geliyor. İnsanların fedakârca çalışmaları ve dayanışma ile üretim yapmaları…
Yeni dönem Türkiye Sineması’nda beğendiğiniz bir yönetmen var mı?
Şimdi, 1914 yılında sinemamızın başlangıcı varsayarsak 1994’te Yeşilçam Sineması’nın bitişi diyebiliriz. O yıl, bizim dönem bitti ve yeni bir dönem başladı. O yeni dönemdeki arkadaşların, Türkiye’nin sosyal ve ekonomik durumu ile ilgili olarak farklı bir sinema anlayışları var. O anlayış benim bakış açıma ters geliyor. Klasik sinemacı değil bunlar. 'Globalizm' diye bir şey çıktı. 1994’ten sonra sinemadaki bu anlayış, 'globalizm'in etkisiyle ortaya çıktı. Kimse kimseyi dinlemiyor, herkes birbirinin üzerine basıp geçmeye çalışıyor filan. Bireysel bakış açısıyla oluşmuş birtakım çalışmalar ortaya çıktı 1994’ten sonra. Bu arkadaşların yaptığı şeylerin halkla bir ilgisi yok. Bir arkadaşımın çocuğu var mesela, ödüller filan da arıyor arada bir.
İsmi ne?
İsmini söylemem. Filmini seyrettim. Böyle rezil bir şey olamaz. Bütün filmi elinde kamerayla çekmiş. Yakın planlar filan, eğri büğrü böyle. Midem bulandı, seyredemedim. Bir şey de söylemek istemiyorum, yarısından sonra bir bahane buldum, çıktım gittim. Dayanamadım yani, o kadar kötü bir şey olamaz.
Beğendiğiniz bir isim var mı?
Mesela şimdi tersi bir örnek vereyim o zaman. Nuri Bilge Ceylan… Onun filmlerini Türkiye’de seyreden kimse yok. Onun filmleri Türkiye’de doğru düzgün gösterilmedi bile. Seyircisi olmayan sinema yapılamaz. Şimdi bu adamın bir özelliği var. Türkiye’de seyircisi yok ama dünyada var. Entelektüel ve donanımlı bir sanatçı… Dışarıda var onun seyircisi… Seyirciyse o da seyirci. Türk Sineması yapmıyor bence. Fransız filmi, İngilizce filmi diyebilirsiniz ama Türk filmi değil. Hangi grup seyrediyorsa onların filmidir o. Şimdi bu adam, böyle filmler yapıyor, yurtdışında ödül alıyor, ülkemizin adını duyuruyor ne güzel ama bir de bu adamın benzerleri ortaya çıkmaya başladı. Onun gibi filmler çekmeye çalışıyorlar, burada kimse anlamıyor onların çektiği filmleri, yurtdışına gönderiyorlar, yurtdışında da kimse anlamıyor.
Bu adamın tek zararı bu oldu. 1994’ten sonra onun filmleri gibi filmler yapmaya çalıştılar. Bir de o tarihten sonra sinemamızın adı da değişti. Şimdi bunlar kendilerine Türk Sineması değil de Türkiye Sineması diyorlar. 'Tamam' bir şey demedik, 'bizden sonraki dönem için ne derseniz deyin ama bizim döneme karışmayın' dedim ben de. İsterseniz 'entelektüel sinema' deyin, ne isterseniz deyin. Ama geriye doğru karışmayın. Bizim dönemimize Türkiye sineması derseniz, orada durun. Tecavüz etmeyin ona.
Bir ara Antalya Film Festivali’nde de oldu bu tartışma…
Oldu ama yapacak bir şey yok. Bizim dönemimize karışmayın.
Peki, Türkiye sinemasında takip ettiğiniz ya da filmini gördüğünüz başka bir yönetmen var mı?
Arada festivale gidince görüyorum filmleri, kapıya en yakın koltuğa oturuyorum, 15 dakika izliyorum, böyle uzun uzun planlar varsa ve o planlar bir şey anlatmıyorsa, zaten büyük bir çoğunluğu da bir şey anlatmamaya çalışıyor, sıvışıyorum gidiyorum. Beğendiğim bazı arkadaşlar var ama. Mesela Derviş Zaim başlarken iğrenç bir filmle başladı sinemaya.
'Tabutta Röveşata'yı mı diyorsunuz?
Evet, felaket bir filmdi. Gayri insanı, gayri mesleki bir filmdi. Hem sineması çok kötüydü, hem de aldığı tip, çok menfi bir insan tipiydi. Gidiyor dünyanın en güzel hayvanını alıyor, onu soyuyor, sonra da öldürüyor. Böyle iğrenç bir şey olamaz yani. Ama ondan sonra toparladı, ayakları suya erdi. 'Filler ve Çimen' diye bir film yaptı, aynı yönetmenin çektiğine inanamazsın. Hatta daha sonra 'geleneksel Türk sanatları'na dayadı sinemasını, tıpkı 'toplumsal gerçekçi' sinema gibi. Bence Derviş Zaim, en kötü noktadan en doğru yola sıçradı ve bunu kısa bir zamanda yaptı. Onun için onu kutluyorum. Oraya yönlenmesi bile takdire şayan. Onun dışında 'Mandıra Filozofu'nu çok beğendim. Çağan Irmak’ın filmlerini de beğeniyorum. Yavuz Turgul’un filmlerini de beğeniyorum.