C. Özgün Özçelik: Aklıma minnoş insan öyküleri düşemedi
Ceylan Özgün Özçelik ile yönetmenliğini yaptığı ilk filmi hakkında konuştuk. Özçelik, "Memleketimizin öyle direkt ve ağır etkileri var ki üzerimizde aklıma minnoş insan öyküleri düşemedi" dedi.
DUVAR - Ceylan Özgün Özçelik ile yönetmenliğini yaptığı ilk filmi Kaygı'yı, sinema- vicdan ilişkisini ve bağımsız sinemayı konuştuk. Konu politik sinemaya gelince Özçelik, ilk filmi Kaygı'yı “Bir gün uyanıp “A ben politik sinema yapayım” demedim ama memleketimizin öyle direkt ve ağır etkileri var ki üzerimizde aklıma minnoş insan öyküleri düşemedi.” sözleriyle açıkladı.
Onlar Birbirini Sevdiler Ama, Adil ya da Değil! gibi kısa film çalışmaları yaptınız. Kısa film sizin için ne tür bir anlam ifade ediyor?
Onlar Birbirlerini Sevdiler Ama, absürt müzikal yapmaya çalıştığım bir kısa filmdi. Tecrübesizliğin acıklı bir tezahürü olarak hayalimde canlandırdığım gibi olmadı. Kurgusu itibariyle çok kesmeli bir yapısı olduğundan her planı onlarca açıdan çekmem gerektiğini sanıyordum. Çekimi de kurgusu da haftalar sürdü. Sonucu itibariyle acıklı bir girişimdi.
Adil ya da Değil, bir önceki kısa filmimden aldığım dersler neticesinde ince çalıştığım bir psikolojik dramdı. Taslak çizimlerle ve provayla sete girdik. Bir üçüncü sayfa hikayesi kurguladım. Amacım ondan bir kabus çıkartmaktı. Steadicami, tek plan çekimleri ve ses tasarımını deneyimledim. Biçim olarak ilk uzun filmim için hazırlandığım bir çalışma filmiydi.
Soruyu, bir sinema seyircisi olarak yanıtlarsam, kısa film, anlamını, can alıcı bir fikirde ve o fikri askıda bırakmayan keskin anlatım dilinde buluyor.
Kaygı filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?
BKM, Ay Yapım, TAFF kadar büyük bir şirketle çalışmıyorsanız, kimse size “Buyurunuz, size para, siz kiranızı düşünmeyiniz, gece gündüz senaryonuza odaklanınız.” demiyor. Yani para zaten bağımsız sinemacılar için bir filmin yazımından çekimine, festivalinden duyurulmasına her aşamasında şiddetle önemini hissettiriyor.
Kaygı’yı yazarken siyasal hiçbir kaygım olmadı. Ama itiraf etmem gerekirse festival ve vizyon zamanı biraz oldu. Yazım aşamasındaki daha temel kaygılarım doğru mekânları bulabilmek, doğru ekibi kurabilmek ve doğru oyuncularla çalışabilmekti. Onları buldukça umutlanıyorsunuz. Her güzel karşılaşma filme yansıyor.
Kültürel kaygım, filmin yurt dışında ne kadar anlaşılacağına dairdi. İktidarın, medyanın ve mekansızlaştırmanın kuvvetli bir unutturma efekti var. Bunun seyirciye geçmesini diliyordum. Duvardaki fotoğrafın, stadyum sahnesinin ya da camın bağlamayla kırılmasının yüzde yüz anlaşılmasını beklemiyorum dışarıda. Ama bir de şu var. İktidarların, kentleri ve insanları dönüştürerek gerçekleri bellekten ve tarihten silmeye çalışması Türkiye’ye özgü bir durum değil asla. Her şey bir yana, sinema hali hazırda bölgesel kodlarla evrensel dil yakalamak için kafa yorduğumuz bir sanat değil mi? Yaşadığımız coğrafyadan etkilenmeden ne kadar dürüst bir sinema yapabiliriz?
Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Bir gün uyanıp “A ben politik sinema yapayım”, demedim ama memleketimizin öyle direkt ve ağır etkileri var ki üzerimizde aklıma minnoş insan öyküleri düşemedi. Kendi hafızasızlığımdan korkuyordum Her yıkımdan, her sesten, her haberden endişeleniyordum. Hepimiz gibi… Senaryoya başladığımda en çok önemsediğim, filmin ve başkarakterin kamerayla ilişkisiydi. Diyaloglar bitmeden sahneyi nasıl çekeceğimi çiziyordum. Biçimsel dilde garantici olmamak, referanslarıma saygısızlık etmemek ve bir yandan özgün bir anlatının peşinden koşabilmek istiyordum. Hayalim, bizi boğan ve hatta delirten ülke atmosferinden gerilimli bir hatırlama öyküsü çıkartmaktı. Nihayetinde politik bir film oldu, evet.
Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?
Elbette taşır ve taşımalı. Ama bunun bir ölçüsü de olmalı. Sinemanın işlevi biraz karışabiliyor. Misal, bir filmden var olan düzeni değiştirmesini beklemek haksızlık. Ya da hemen uygulamaya konulacak elzem çözümler üretmesini… Filmler meclis araştırması önergeleri değil ki. Senaryo, önergeler ve yanıt metinlerinden oluşamaz. Filmlerin çözüm sunmasını bekleyen bakış bana hayli iddialı geliyor. Kaygı, tüm unutturmalara karşı hatırlamanın bir direniş çabası olduğunu söylüyor ve sokağa çıkmayı öneriyor. Daha fazlasını, daha net hatlarla çizmem sağlıksız olurdu. Kimlikler konusunda filmin kafası karışabilirdi. Nihayetinde siyasetçi değil, yönetmenim. Çözümü, oy verdiğim insanlardan duyabilmeyi isterim.
Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?
Ekonomik ve sosyal anlamda en dipteyiz sanırım. Fon olarak ülkedeki tek kaynak Bakanlık… Tıkanma orada başlıyor. “Bağımsız sinemacı destekleyelim.” diyen “sanat sevdalısı” bir kurum var mı? Ben hiç rastlamadım. Diyelim, maaşlı işinizden ruh sağlığınıza kadar her şeyden vazgeçtiniz ve filminizi çektiniz. Tek derdiniz filmi seyirciyle paylaşmak… Ama gelin görün ki salonlar bomboş… Dağıtımdaki tekelleşmeyle boğuşmak yerine, “Bu filmler bu kadar izleniyor zaten!” gibi kaderci bir yaklaşıma teslim olmuş durumdayız. Acıdır ki sektörel anlamda çözüm odaklı bir çalışma yok.
Sistemi değiştirmek, onunla mücadele etmek için ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bağımsız kanatta bir film, yirmi bin seyirciye ulaştığında bunu büyük başarı kabul ediyoruz. Metroları, panoları, sokakları boy boy afişlerimizle süsleyecek bütçelerimiz yok. Haliyle “filmin duyurulması” çaremizi sosyal medyada aramaya mahkûm oluyoruz. Ama bir gerçek var ki sosyal medya hiçbir zaman bağımsız filmlerin yüz binlere ulaşmasını sağlayamayacak. Bağımsız filmler, ekonomik geri dönüşü sadece festivallerde ve cüzi TV satışlarında arıyor.
Bu hal, her anlamda içler acısı… Kirayı nasıl ödeyeceğinizi düşünmekten senaryo yazamıyorsunuz. “Hayal gücü” epey fantastik bir yetiye dönüşüyor. Hayal edecek gücü bulamıyorsunuz çünkü. Sinema yapma sevdası her şeyin değil belki ama bir şeylerin çözümü… Bu cümlenin ne kadar romantik durduğunun farkındayım. Yine de tutunmak ve bırakmamak gerekiyor. Sürekli denemek. Size inanacak tek bir kişi bulana kadar herkesin kapısını çalmak. Bir yıl, üç yıl, beş yıl… Pes etmemek. Pes edilmediği sürece her şeye rağmen olacağına inanıyorum.
Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?
Sayısız yönetmenden etkilensem de Stanley Kubrick ve Chantal Akerman’ın yeri ayrı. İskandinav ve Güney Kore sinemasının hayranıyım. Uçlarda sevdalı olduğum filmler Mauvais Sang ve Walkabout. Ağzım açık izlediğim binlerce sahne sayabilirim ve hepsini çekmek isterdim tabii ki. Gel gör ki kültlerin içinden bir seçim yapamıyorum. Bu sebeple günümüz sinemasından bir örnek vereyim. 21. yüzyılın en iyi yönetilmiş ve kurgulanmış anti-kahraman filmi olarak gördüğüm Hanna’nın 'The Escape From Camp G' sahnesini çekebilseydim, huzur içinde ölebilirdim.
Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?
Yapımcı, bir filmin fikir aşamasından itibaren yaratıcı ve ekonomik sürece dâhil olan ve filmi terk etmeyendir. Çünkü doğal olarak yönetmen dışında herkes farklı bir aşamasında filme giriyor ve o aşama sona erdiğinde veda ediyor. Filmin yazımından çekimine, jenerik tasarımından sesine, posterinden dağıtımına her adımda yönetmenin az çok yanında olabilecek ve olması gereken tek kişi yapımcı. Yönetmenle yapımcının birbirini doğru anlaması, birbirine güvenmesi ve saygı duyması hayati önem taşıyor. Bu, aynı zamanda yapımcının filmi iliklerine kadar özümsemiş olduğunun da bir göstergesi... Böylece filmin var olabilmesi için doğru bir yol çizecektir.