Arif Çağatay Özkan: İşler zor olmayınca zaferin tadı olmuyor
Yönetmen Arif Çağatay Özkan ile ilk filmi hakkında konuştuk. Özkan, "Ünlü oyuncularımız olmadığı için dağıtımcıların ve eleştirmenlerin filmimize fazla şans vermediğini de biliyorum" dedi.
DUVAR - Arif Çağatay Özkan ile ilk filmi Amigos'u, bağımsız sinemayı ve gişe filmlerini konuştuk. Konu usta - çırak ilişkisine gelince Özkan, “Sadece sinemada değil, tüm hayatta da böyle… Başkalarının izinden gidenler hiçbir zaman kendi izlerini bırakamazlar” dedi.
Arif Çağatay Özkan kimdir?
Hayatı sinema yoluyla anlatmayı seven bir yolcuyum. Yazarak, oynayarak, görsel olarak sunarak bazı yollar deniyorum. Üniversitede mühendislik eğitimi aldım. Ama sinema kulübünün kapısından girdiğimde, “Ben de yapabilirim, daha iyisini yapabilirim, yapacağım” dedim. Fizik mühendisliğini bitirmem sanırım benim birçok konuyu matematik ve mühendis kafasıyla yorumlamayı, çözmeyi öğretti.
Sinema bir sanat ama onun da bir matematiği, sistemi ve kuralları var. Öğrenmeye çalışıyorum, kendimi eğitmeye, yolculuğumda daha etkin ve donanımlı olmaya çalışıyorum. İlk filmimi çekerken yönetmenliği bilmiyordum ve hala eksik olduğum birçok alan var. Üzerinde çalışıyorum ve üstesinden gelemeyeceğim şeyler değil. Amigos ilk filmim, ilerledikçe her zaman öğrenecek bir şeyler bulacağım.
Sinemada usta- çırak ilişkisini nasıl yorumlarsınız. “Ustam” dediğiniz bir sinemacı var mı?
İnsan kendini keşfedene kadar çeşitli yolları deniyor, ruhunu çözmeye çalışıyor. Bu arada hocalarını da seçiyor. Ama esas olan bu yolculukta kendisine uygun olanı bulması, bu yolu ve hocasını bulduktan sonra kendini geliştirmesi, rekabetçi olması ve en son süreçte hocasını veya hocalarını geçmesi gerekiyor. Son aşama budur. Bu konuyu çok güzel anlatan bir Japon atasözü var. Ben de tamamen aynı fikirdeyim: Hocanın bilgisinin yanı sıra, çırağın ustasının erdemlerini ve duruşunu da sorgulaması lazım.
Böyle genel bir tanımlamadan sinema için özel tanımlamaya geçersek, ben şahsen kendime yakın gördüğüm, anlatım metotlarını ve tekniklerini beğendiğim birkaç yönetmenden etkilendim. Hayran olduğum, takdir ettiğim ustalar, üstatlar var ama onları geçemediğiniz sürece tarih sizi hiçbir zaman yazmayacaktır. Bu ustalar bana kalsın, zaten birkaç filmden sonra sinema sanatında hangi yönetmenlerden etkilendiğim, kimlere hayranlık duyduğum ortaya çıkacaktır. Benim bunu dile getirmem yerine insanların bunu zamanla keşfetmesi daha doğru olacaktır.
Ama kişisel olarak hayat felsefem şu, sadece sinemada değil, tüm hayatta da böyle; başkalarının izinden gidenler hiçbir zaman kendi izlerini bırakamazlar. Ben kendi yolumdayım, rotamdayım. Evet, ustalardan etkileneceğiz ama bir yerden sonra, yolculuğun bir noktasından sonra yalnız olacağız. Bunun için erken belki ama daha ilk günden beri benim hayat felsefem hiç değişmedi. Hem hayatta hem de sinemada... Ben kendi filmlerimi çekeceğim. Evrene ve sonsuzluğa izimi bırakacağım.
Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?
Yapımcı para kaynağı yaratan ve yönetmenle aynı hedef için yürüyen, yürümesi gereken kişidir. Biraz tüccardır, yani para odaklıdır ama böyle olması da gerek... Sinema çok pahalı bir sanat… Yönetmeni ile işçi- işveren ilişkisi yerine ordunun farklı birimlerini yöneten komutanlar gibi bir ilişkisi olmalıdır. İyi ve verimli bir sette mutlaka dozunda gerilim olmalıdır. Ben biraz rüzgârlı, fırtınalı ve zor havayı seviyorum. İşler zor olmayınca zaferin tadı olmuyor.
Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırılması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?
Önce çok basit bir fikir çakıyor kafamda, bir şimşek, bir kıvılcım belki. Sürekli not alıyorum, her an, her dakika. Yanımda sürekli bir defter var. Aylar, bazen yıllar geçiyor, tüm notlar birikiyor, cümleler, sahneler, görüntüler, müzikler... Sonra Kuantumsal bir patlama oluyor ve masaya oturup bir gecede yazıyorum. Amigos'u iki senede, Anafartos'u ise on senede yazdım, başka bir senaryomu ise bir buçuk ayda yazdım. Stalker isimli fantastik romanımı ise on beş yaşımdan beri yazıyorum, neredeyse otuz sene olmuş ve daha ortasına bile gelemedim.
Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?
Doğru değil, ama sınırlarını bilmek, mevcut şartları iyi analiz etmek ve kendinize karşı dürüst olmanız gerek. Bir filmin senaryo aşamasında bile yönetmen ürününün ne olduğunu zaten biliyordur. Stratejini ona göre yapmak zorundadır. 1.90 boy ortalaması olan İsveç takımına karşı, 1.60 boy ortalaması olan takım havadan oynarsa sonucun ne olacağı belli.
Bu yüzden, “Ben yaptım oldu, ben sanatçıyım, hayatı böyle görüyorum, ne yapsam olur” mantığı yerine belki olaya biraz daha matematiksel, daha mantıklı ve mütevazı bakmalıyız. Bu cevapta aslında daha önce sorulan bir soruya kısmi bir cevap oluyor. Senaryolarımı yazarken içimden geldiği gibi yazıyorum, değerlendirme ve analiz kısmını daha sonraya bırakıyorum. Bazen şartlar geçtikçe olgunlaşması gerekiyor projenin, bazen beklemek gerekiyor.
Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?
İster bağımsız ister bağımlı olun filminizi beyazperdeye getirmek zorundasınız, yoksa evde oturur kendi başınıza seyredersiniz. Sizi beyazperdeye çıkaracak kişi ise dağıtımcı... Dağıtımcılar belki de bu oyundaki en sert adamlar ve bu oyunu çok sert oynuyorlar ama onlara da kızmamak lazım. İşin gerçek resmi çok net... Onlar para kazanmak zorunda, salonlar para kazanmak zorunda, sinemacı para kazanmak zorunda. Sinema salonlarına seyirci gelmezse kimse para kazanamaz. Söyleyin bana bir salonda Recep İvedik veya Cem Yılmaz’ın filmi oynuyor, diğer salonda ise Amigos… Sinema sahibi veya dağıtımcı hangisini ister, hangisinden para kazanır? Ben de masanın öteki tarafında olsam ben de gişe yapacak ve para kazanacak filmi tercih ederim.
Kimse kızmasın, gerçek durum bu. Sinema pahalı bir sanat, eğer para kazanmak istiyorsanız başka işler yapacaksınız. İlk filminizi çektikten sonra inanılmaz acılar ve sıkıntılar çekeceksiniz, dağıtımcılar filminizi vizyona sokmayacak, girse bile sınırlı salonda olacak ve muhtemelen para da kaybedeceksiniz. Ama yirmi sene emek verip büyüttükten sonra o film benim için neredeyse oğlum gibi, bu arada oğlum Kaan kızmasın. İnsan evladına yatırım yapıp, büyüttükten sonra ondan para kazanmayı bekler mi? Benim için cevap şu: Hayır. Sonuç ne olursa olsun onunla gurur duyacağım. Ama eğer bir yönetmen filmine evladı gibi bakmıyorsa, para kazanma derdindeyse kusura bakmasın biz onunla aynı düşünmüyoruz.
İlk filmini çeken bir yönetmen eğer bir stüdyo tarafında finanse edilmiyorsa zaten bağımsızdır, parayı kendisi bulmak zorundadır. Eğer gerçekten bu işi yüreğiyle istiyorsa zaten parayı bulacak ve tüm diğer sorunları aşacaktır, eğer bulamıyorsa ve çok fazla ağlıyorsa demek o kadar da çok istemiyordur demektir.
Sizce günümüz Türkiye Sineması’nın en büyük problemi nedir?
Her anlamda orijinal olmak ve para bulmak… Yönetmen olarak farklı bir kafanız olmalı, senaryonuz orijinal olmalı, tarzınız farklı olmalı… Siz veya filminiz deyince farkınız, orijinalliğiniz ilk akla gelmeli. Sıradan şeyleri yaparsanız sıradan olursunuz. Farklı bir şey yaparsanız izinizi bırakırsınız, o zaman para da kendiliğinden bulunur. Tabi biraz çılgın, tutkulu ve inatçı olmak lazım... Türkiye’de film çekecekseniz filminizin aynı zamanda yapımcısı olmak zorundasınız, parayı bulmak zorundasınız.
Bu aslında o kadar kötü bir şey değil. Madem bu kadar istiyorsunuz, sinema aşkıyla ve tutkuyla yola çıkmışsınız kusura bakmayın ne yapıp ne edip o parayı da bulacaksınız. “Ben filmimi çekeceğim parayı da başkası versin!” fikri, güzel bir fikir ama böyle bir dünya yok dışarıda. İnsan tutkusu için savaşmalı, bahane bulmamalı. Yapamıyorsa o kadar istekli değil demektir. Ben paramı kendim buldum, insanlar gezerken, tatile giderken ben biriktirdim, çocuğumun okul parasını bile kullandım. Eğer zor geldiyse vazgeçeceksin. Uzun ve karanlık bir tünele giriyorsunuz, karanlıkta savaşmayı öğrenmiş olmanız gerekir.
Oyuncu- yönetmen ilişkisi üzerine ne düşünüyorsunuz?
Oyuncu filmin en önemli taşıdır, oyuncu seçimi en önemli seçimdir. İyi oyuncularla çalışmak isterim, ünlülerle değil. Çünkü filme katkı sağlayacak olan iyi ve kaliteli oyunculardır. Maalesef Türk toplumunda genetik bir hastalık olan yükseldikçe, büyüdükçe oluşan kişilik erozyonu bu sektörde de var. İnsanlar ünlü oldukça, paraya doydukça eskiye oranla daha şımarık ve saygısız oluyor. Dağıtımcıların ve yapımcıların ünlü oyuncu takıntısını da anlamış değilim. Bana ilk sordukları soru “Kim oynuyor?” oluyor.
Zaten paraya ve şöhrete doymuş oldukları için kendilerini zorlamıyorlar, rolü geliştirmiyorlar ve böyle olunca ben verim alamıyorum. Oyunlarından daha çok kaprisleriyle uğraşıyoruz. Ben bu süreçlerle vakit kaybetmek istemiyorum. Bana aç adam lazım, aç oyuncu, başarıya ihtiyacı olan, yıllardır böyle bir fırsatı bekleyen adam... İşte o adam kendini de gösterir, filme de her şeyini verir. Ünlü adam zaten doymuştur, size vereceği bir şey yoktur. Son yılların filmlerine, gişelerine bakın zaten, sadece ünlü, tanınan oyuncular olduğu için gişe yapan bir film varsa, batan on tane film var. O zaman diyoruz ki asıl olan, senaryo ve karakter… Karakteri canlandıracak ve üstüne bir şeyler koyacak olan, oyuncudur. İyi oyuncuyu severim ama iyi insan, mütevazı insan olursa daha çok severim.
Yönetmenliğini yaptığınız ilk filminiz “Amigos” ne zaman vizyona giriyor? Gişede şansınızı nasıl görüyorsunuz?
Amigos: Meksika Hazinesi, 11 Ağustos 2017’de vizyona giriyor. Ağustos ayının yaz ayı olduğunu, insanların fazla sinemaya gitmediğini biliyorum. Ünlü oyuncularımız olmadığı için dağıtımcıların ve eleştirmenlerin filmimize fazla şans vermediğini de biliyorum. Üstelik o haftalarda birbirinden güçlü filmler olacak. Bu yüzden çok zor bir rakip ile deplasmanda oynayacak ve kendisine şans verilmeyen bir takıma benzetiliyoruz. Ben de aynı şeyleri düşünüyorum. O yüzden ekibime söylediğim şey şu: Keyfini çıkarın, çıkıp oynayın, keyif almaya bakın. Ama şunu da ekleyeyim, benim için keyif almak kazanmaktır.
Amigos'a kimse şans vermiyor olabilir ama biz ona güveniyoruz. Amigos ilk başta sadece bir kâğıt parçasıydı, ama insanlar ona inandı, emek verdi, her şeyini ortaya koydu, herkesin bir parçası oldu. Artık yaşayan, nefes alan bir varlık... Onu canlandırdık, o da bizim gibi yaşıyor. Ona tutkumuzu, yüreğimizi, terimizi, emeğimizi verdik, ona can verdik. Onun da bize borcunu ödemesi gerek. Çünkü o bizden sonra da yaşayacak. Onda hepimizden bir parça var. Tüm ekipten, oyunculardan, dostlardan... Eğer kendi gibi olursa, savaşırsa sonuç ne olursa olsun, onunla gurur duyarız. Yarışı birinci veya yirmi üçüncü bitirmesi önemli değil, ona emek verenleri utandırmayacaktır. Ama bir şeyi biliyorum eğer yapması gerekeni yapar ve kendisi gibi savaşırsa kimsenin kendisini geçmesine izin vermeyecektir.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Biz çok yorucu ve uzun bir maratonu bitirdik. 1'inci veya 123'üncü olmak çok önemli değil. Sahaya çıkıp yapmanız gerekeni yapıp, savaştıktan, terledikten sonra başınız dik oradan çıkmak en büyük zaferdir. Benim için en büyük gurur, 11 Ağustos sabahı filmimizin afişini sinemanın önünde görmek olacaktır.
Hepimiz her an, her gün seçim yapıyoruz. Seyircide 11 Ağustos günü bir seçim yapacak. Amigos afişinin önüne geldiği zaman, kendisini çağıran bu maceraya cevap verip, uzaklara yelken açacak veya sırtını dönüp gidecek.
Biz kıyıdan biraz uzaklaşacağız eğer seyircide bu maceraya bizimle beraber katılmak istiyorsa onları bekliyoruz.