Bir Yunan tragedyası: Jon Snow
Aristoteles 'Poetika'da, tragedyadaki öykülemeyi tartışırken “karmaşık tragedyalar”da iki unsurdan bahseder: “Tanınma” ve “baht dönüşümü”. Oedipus’u hatırlarsak, orada baba Laios’un lanetlenmesiyle Oedipus bir nevi tanrıların öç alma aracına dönüşmüştü.
Sezai Koyunbakan [email protected]
DUVAR - GOT’un kurgusunun bir Yunan Tragedyası olduğu yönündeki yorumlar, dizinin seyrini Jon Snow’un hikayesi olarak okursak epeyce yerinde. Aristoteles 'Poetika'da, tragedyadaki öykülemeyi tartışırken “karmaşık tragedyalar”da iki unsurdan bahseder: “Tanınma” ve “Baht dönüşümü”. Oedipus’u hatırlarsak, orada baba Laios’un lanetlenmesiyle Oedipus bir nevi tanrıların öç alma aracına dönmüştü. Böylece, Oedipus “dünyaya tanıtılıyordu". Aristoteles’in kastettiği “tanınma” ise her şey olup bittikten sonra, Oedipus birilerini öldürdükten, kraliçeyle evlendikten sonra kimin kim olduğunun açığa çıkmasıyla olup bitenlerin iç yüzünü öğrenmesidir.
Tanınma bu anda gerçekleşir. İşte bu “tanınma” anının öyküde yer alması için işin içinde bir de “unutma” ya da “silinme” olması gerekiyor. “Unutma” ise aslında Oedipus’un “öcün aracı” olarak dünyaya tanıtılmasının “silinmesi”dir; nitekim öldürülmesi için verildiği kişiler Oedipus’u öldürmediklerinde ve başka bir çifte evlatlık verdiklerinde Oedipus’un dünyaya tanıtılması silinmiş veya unutturulmuştur.
Jon Snow kimdir? Altıncı sezonun ortasına kadar Ned Stark’ın “piçi” olarak izlediğimiz bu karakterin en azından biz izleyiciler için gerçek kimliği, Bran Stark’ın “görüleri” yoluyla açıklık kazanır: Hem Stark kanı taşımaktadır hem de Targaryen. Ned Stark, Jon Snow’un babası değil dayısıdır; Lyanna Stark’ın oğludur. Babası ise Çılgın Kral'ın oğullarından, Ejderha Kayası’nın prensi Rhaegar Targeryan’dır (Ejderhalara ad veren Daenaryes abilerinin ismini vermiştir ve birinin adı Rhaegar’dır; yani Snow’un babasının adı. İleride Jon Snow’u bu ejderhaya binerken bulursak şaşırmayalım).
Ned Stark, Dorne yakınlarında bir kulede doğum yapmakta olan Lyanna Stark’ı bulur ve ölmeden önce bebek Snow, Ned’e teslim edilir. Çocuğu koruyacağına dair Lyanna, Ned’e söz verdirir. İşte tragedyalardaki kurgu gereği ortaya çıkacak “tanınma”nın ilk aşaması burada gerçekleşir ve Ned, Snow'un “dünyaya tanıtılması”nı unutturmak durumunda kalır. Snow’un doğduğu yer “iki yasalılık”ın içinde dünyaya tanıtılan bir konumdur: Birisi krallığın yasalılığınca tanıtılır ve bundan dolayı öldürülmesi gerekmektedir; çünkü Targaryen kanı taşımaktadır ve bu haliyle eski hanedanın temsilcisi olarak tahta hak iddia edebilir. İkinci yasalılık ise Stark sülalesince Snow’u dünyaya tanıtır; bu yasalılık ise Snow’u öldürülmesi gereken olarak tanıtmaz da yaşaması gerektiğini dile getirir.
Ned, Jon Snow’a “gözü gibi” bakmak istediğinden onu birilerine teslim etmez ve kendi oğlu olarak Winterfell’e götürdüğü için ister istemez Stark’larla bağı kurulduğunda dünyaya bir “piç” olarak tanıtılır. Oysa, dizi boyunca izlediğimiz ve kurguda çözülmesini izlediğimiz tüm “düğümler”in nedenir Jon Snow’un doğumu. Jon Snow’un doğumuna kadar olan olaylar Westeros kıtasındaki tüm siyasal dengeleri çözecek olaylardır; bundan dolayı da aslında dizi boyunca Jon Snow’un yeniden kıtayı birleştiren kişiye dönmesi ilginçtir.
DEĞİŞTİRİLEMEYEN KADER
Jon Snow’un annesi Lyanna Stark, Robert Baratheon ile nişanlıdır. Robert bir hanedanın en önde gelen kişisidir ancak kral değildir elbet. Fakat Lyanna, Çılgın Kral’ın oğlu Prens Rhaegar tarafından kaçırılıp alıkonunca Robert, Çılgın Kral’a karşı isyan başlatır. Bu isyanın sonucunda üç yüz yıldır hüküm süren Targaryenler tahttan olurlar; Robert de tahta geçer. Fakat ortalık durulmaz; Robert Lyanna ile evlenemediğinden (ölmüştür) güçlü bir aristokratla Lannister’lerin Cercei’siyle evlenmiştir.
Cercei’nin Starklara öfkeli olmasının nedeni ise kendisiyle evlenmiş olan Robert’in Lyanna’yı unutamamış olmasıdır. Velhasıl Lyanna Stark’ın kaçırılmasıyla birlikte kıta bir daha durulmamıştır. Eğer Jon Snow doğmamış ve Lyanna ölmemiş olsa bunların hiç birisi olmayacaktı. Üstüne üstlük Starklar, Lyanna’nın kraliçe olması sayesinde tahta ortak olmuş olacaklardı.
Taht, kıtadaki güç unsurların hepsinin denge halini temsil etmektedir. Tahtın gerçek sahibi, izlediğimizde içten içe “tuttuğumuz” kişidir. O kişiye baktığımızda “işte denge unsuru” diye geçmektedir içimizden ancak böyle ifade etmemiz şart değil. Sırf bu yüzden birçok kişi GOT’un ilk sezonunu yeniden izleyemez, nedeni ilginçtir: Kızgınlık. İlk sezonu izleyen herkes Ned Stark karşısında kıtadaki güçleri dengeye getirecek kişi olduğuna dair derin sezgiler beslemiştir ama Ned, Serçeparmak gibi, Örümcek gibi, Cercei gibi sürekli alavere-dalavere çeviren kişiler tarafından ve Joffrey gibi pespaye bir kralca idam ettirilmiştir (Joffrey öldüğünde bütün izleyiciler için gökyüzünde havai fişekler patlıyordu). Westeros yıkılsa yeridir anlayacağınız.
O halde dengeler yeniden kurulurken en güçlü rollerden biri, Bran Stark’ın olacaktır (Bir önceki yazıda açıklanmıştı). Çünkü o duvarın inşaatını üstlenmiş olan “kurucu ata” Bran’i temsil etmektedir. Hem de fazlasıyla. Duvar inşa edilirken aynı zamanda çeşitli büyüler kullanılmıştır ve bu büyüleri tesis edenler Ormanın Çocukları'ydı. Dizi boyunca Ormanın Çocukları'nı sadece bir kere gördük. O da Bran Stark’ın Üç Gözlü Kuzgun’a dönüşme serüveninde Kutsal Ağaçlar'ın kalbine gittiği zaman.
Yani Bran Stark’a verilen Üç Gözlü Kuzgun konumu Ormanın Çocukları'nın koruması altındaydı. Bran, geçmişteki ve şimdi olup biten herşeyi görebildiği gibi herkesi kontrol de edebilmektedir. Onun sayesinde de Jon Snow’un kimliği açıklık kazanacaktır; çünkü şuanda biz izleyicileri katmazsak, Westeros’ta Snow’un bir Targaryen olduğunu bilen tek kişi Bran. Jon Snow’un en önemli rolü savaşçılığından ziyade kıtadaki siyasal dengelerin yeniden sağlanmasında gerçekleşecek gibi.
Tekrar “tanınma” diye tabir ettiğimiz tragedyalar ile ilgili konuya geçebiliriz. Tragedyalarda dikkat ederseniz “yazgı” söz konusudur. “Yazgı” hikayenizdir. Hikayeniz sizin kim olduğunuzu söyler. “Tanınma” her ne kadar sanki “belli bir toplumsal konuma doğmak” gibi görünse de açıkça o toplumsal konumu sürdürmekten ziyade o toplumsal konumun potansiyel olarak doğurduğu eylem imkanlarınca çıkar ortaya. Bulunduğunuz toplumsal konumu sürdürmenin kendisi belki de hiçbir zaman sizi “tanıtmaz”; eylem ise tam da bir süreklilik içinde algılanabilecek toplumsal konumdan sıyrılmanın yeridir.
Bizde “yazgı” genelde “kadercilik” denen olumsuz içerimiyle söz konusu edilmektedir ama bu yönüyle birlikte “eylem” vurgusu, kendi içinde taşıdığı “kopuş” olgusunu yadsır; çünkü bizdeki “kadercilik” tuhaf biçimde “bir şeyi sürdürme, başa gelenleri kabullenme” şeklinde yorumlanır ve içten içe bakış açısını kişinin “toplumsal konumuna” yönlendirir. Var olan toplumsal konumu “değiştirmeye” çağırır. Bu haliyle de “toplumsal konum”u “iktisadi” bir okumaya tabi tutar.
“Eylem” ise bir denklem ile ilişkili değildir; sürüp giden toplumsal konum ile ilişkili değildir; şimdiye kadar sizi taşımış koşullarla bir hesaplaşmanız sonucunda gerçekleşen rasyonel bir edim değildir. Eylem, tam da sizi taşıyan koşullardan bir kopuşun gerçekleşip zaman üstü olan değerlerle temas etmenizle ortaya çıkar. Eylem, şimdiyi unutur. Bundan dolayı Nietzsche, “eylem öncesi delilik”, “eylem sonrası delilik” gibi kavramlar ortaya atmıştır; kendi toplumsal denkleminizden nasıl koptuğunuzu fark edip kendinize şaşakalırsınız. Sırf bu yüzden de eskilerde, kimi eylemlerinden dolayı hapse düşenlere “kader mahkumu” derlerdi. Ya da “feleğin çarkı” işlemiştir, feleğin çarkından geçmişsinizdir.
KADERCİLİK İKİ FARKLI SİYASALLIK İÇİNDE KONUMLANDIRILABİLİR
Genelde dünyayı kabullenme olarak yorumlanan “kadercilik” tek tanrılı dinlerde yanlış konumlandırılmaktadır: Tek tanrılı dinlerde söz konusu olan şey “tanrısal adalet” fikridir; tanrısal adalet sizin bu dünyadaki zararınızın giderileceğini telkin ettiğinden bir geri çekilmeye neden olur; yoksa “kadercilik”ten değil. “Yazgı” veya “kader” kavrayışı karşısında bugün geliştirilmiş ve olumsuzlanan “kadercilik” söylemi iki farklı siyasallık içinde konumlandırılabilir ancak: Birisi “kutluluk arayışı” olarak tamamen bir kimlik söylemi içinden kurulan topluluktur ki bu bilinç bugün ürettiğimiz “topum-topluluk” gibi literatürü ve “toplumsal düzlem”i tanımaz, “sosyoloji”yi tanımaz ve “yazgı”dan bahseder; ikinci siyasallık ise bizim tabi olduğumuz, kutluluk arayışı değil de mutluluk arayışı olarak “toplumsal düzlem”i işaret edendir ve geçmişe bakarak söz konusu olmamış bir “kadercilik” keşfeder.
Bugün herhangi birimiz “doygun kimlik” sahibi olamıyoruz. Buna “aşınmış siyasallık” da diyebiliriz. Elbet bundan “devlet” sorumlu ama biz de, yüzyılların eşitliksizci mirası yüzünden buna teşneyiz. Herhangi birimizin kim olduğuna dair bir söyleme sahip olduğu söylenemez. Tam anlamıyla bir “unutuş”a maruz kalıyoruz. Bu unutuşun yeri devlet altında kendi varlıklarını sürdüren çeşitli “topluluklar”ın devlet ile uzlaşmak zorunda kalmış olmasıdır.
Burada “topluluk” derken, birilerinin çok bilinçli bir şekilde kendilerini “siyasal” düzlemde bir birlik içindeymiş gibi sunmalarına gerek yoktur; bir mahalle, bir köy, bir aşiret, dinsel bir cemaat veya etnik bir unsur devletin birlikli gördüğü “toplum” içinde kendi siyasal kimliğiyle var oldukça bir “topluluk”tur. Ancak erginleşme, bir kişiye dönme, bir isme sahip olma, devlet çatısı altında sorunlu hale gelmektedir; söylem olarak basit kaçabilir ancak bir ailenin çocuğuna “okulunu oku, olaylara karışma” demesi erginlenmenin ertelenmesinden başka bir anlam taşımaz; daha kötüsü kendisinin yetiştirdiği kişiye işlediği “siyasallığı” silmesi demektir.
Modernlik der Bauman; evde başka yasalılığın, çarşıda başka bir yasalılığın geçerli olmasıyla başlamıştır. Arendt’i hatırlarsak devlet ile birlikte kamusal alanın geçimlik yeri olan “toplumsal alana” döndüğünü söylüyordu (Eylem’den bahsederken de kavram çerçevesi Arendt’ten devşirildiğini belirtmek gerek). Toplum içinde kendi bütünlüklerini sürdüren “topluluklar” için de devletin tesis ettiği kamusallığın bir nevi “çarşı” olarak görüldüğü; asıl kimliğin orada ifşa edilmediği yollu bir anlayış hakimdir; yerindedir de, çünkü bir topluluğa üye kişi kendi yasalılığı ile devletin yasalılığının ne tür bir çekişme içinde olduğunu derinden bilir ve devlet ancak olsa olsa “çarşı” olarak kabul görebilir. Bu, çatışmadan kaçınmak için bir uzlaşma arayışıdır elbet.
Son dönemde özellikle AKP tabanı için devlet ile kurduğu ilişkinin bu türden olduğu söylenebilir. Gerçekten de devleti tamamen “çarşı”ya dönüştürmüş durumdalar ama kendilerini muhalif olarak konumlandıranların durumu nedir? Muhaliflerin genel tutumu “devlet ile diyalog”dur; isterseniz sokağa, eyleme çağırın, bu diyalog “vatandaş olarak kimlik edinmişlik”e dayanıyor. Hangi koşulla? Elbet bu alanla, devletin tanımladığı kamusal alanla tanışmadan önce var olan “siyasal bünye”yi silerek.