Esra Saydam: Türkiye Sineması'nın sorunu cimrilik!
Yönetmen Esra Saydam sinemaya dair görüşlerini ve yeni projelerini anlattı. Saydam'a göre 'Türkiye Sineması'nın en büyük sorunu cimrilik.'
Yönetmenliğini Nisan Dağ ile beraber gerçekleştirdiği ilk filmi “Deniz Seviyesi” ile yurtiçi ve yurtdışı festivallerden ödüller alan Esra Saydam ile sinemanın pratiği ve teorisi üzerine sohbet ettik. Saydam’a Türkiye Sineması’nın en büyük sorununu sorduğumuzda, “Politik gelişmelerle doğru orantılı olarak hababam şekillenmeyecek, iyi hikâye ve iyi filme destek çıkabilecek fon kaynaklarının olmaması” diyerek sorumuzu cevapladı.
Yönetmen kimdir?
Anlatacak hikâyesi olan veya olan derdini bir hikâyenin üzerinden anlatmak için zihnini en az bir iki sene bir film projesine teslim edebilecek kadar deli olan kişi. Aynı zamanda az görülenleri görebilen ve gördüklerini aktarmak için de saatlerini ve günlerini yapayalnız bir odada geçirebilen bazen de bir orkestra şefi gibi sette 30 kişiyi idare etmek zorunda kalan canlı varlık.
Sinemada usta- çırak ilişkisini nasıl yorumlarsınız. “Ustam” dediğiniz bir sinemacı var mı?
“Usta” ve “çırak” lafı benim sinema dünyama çok ters düşen kavramlar. Sadece aklı ve ruhu bana hitap eden yönetmenler olabilir ama o kişilerle de direkt bir iletişimim yok. Aslına bakarsanız olmasa da daha iyi çünkü nedense yakınına girince genellikle hayal kırıklığı yaratan insanlar olabiliyoruz.
Asistanlığınızın yönetmenliğine kattıkları nelerdir?
Sadece bir gün… Bu sene Tribeca Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazanan Rachel Israel adlı arkadaşımın film okulundaki ilk kısa filminde yönetmen asistanlığını bir günlüğüne yapmıştım.
Saat tutup, insanların yapmaları gereken şeyleri doğru zamanda yapmalarını sağlamak benim kafama uyan görevler değil. Yapamıyorum. Bir gün denedik, olmadı. O yüzden reji asistanlarına buradan tekrar saygılarımı sunarım. Çok zor işi başarıyorlar.
Kuşağınız yönetmenlerinin aksine yönetmenliğini yaptığınız filmlerin senaryolarını siz yazmıyorsunuz. “Auteur” kavramı yönetmen olarak size ne ifade ediyor?
Uzun metrajlarımı genelde kendim yazıyorum ama Nisan Dağ ile beraber ilk uzun metrajımı yazdım. “Auteur” kavramı çok fazla kişi için kullanıyor. Yani filmini yazıp yöneten her kişi benim için “auteur” değil. Göreceli bir açıdan “auteur” tanımını değerlendiriyorum. Yani bir vizyonu, felsefesi olan kişiler benim için “auteur”dür.
Wong Kar-wai, Alfonso Cuaron, Lars Von Trier, Lynn Ramsay, Stanley Kubrick, Christopher Nolan vs. Hepsinin karakterlerine ölüp bitmiyorum ama işlerini bilen insanlar.
Öte yandan, neredeyse on senedir bu sektörde zaman geçirmiş bir yönetmen ve yazar olarak gerçekten sinemanın ‘ekip’ projesi olduğuna inanıyorum. Yani ekibin içindeki enerji filmin her karesine, her pikseline yansıyor. Örneğin, sette görüntü yönetmeni veya yönetmen ile bir oyuncu arasında bir elektrik söz konusu ise bu gerçekten kamera lensine yansıyor. En azından ben bu yoğun hissi hem seyirci olarak hem de yönetmen olarak hissedebiliyorum.
Çekenin sevgi ile çektiğini her yerimde hissediyorum. Hikâyenin sahibi genelde 1-3 kişidir. Çekim planlarının sahibi de 1 veya 2 kişi ama büyük ekrandaki film, ekip ve ekibin tüm enerjisiyle ortaya konulmuş bir filmdir. Yönetmen egosu diye bir durum var. Yargılamıyorum. Galiba doğamızın bir parçası ama sürekli de herkese “auteur” deyip bu egoyu pompalamamıza da gerek yok.
Sinemadaki dağıtım sorunsalını nasıl yorumlarsınız? “Başka Sinema” kavramının pratikte bir karşılığı olduğunu düşünüyor musunuz?
“Başka Sinema” inanılmaz bir fikirdi. İlk reklamlarını ve bana yaşattığı pır pır sevinci hatırlıyorum. İnanılmaz emek harcandı. Başlatan kişilerin gözünde de ben heyecanı ve azmi görmüştüm. Ancak aksaklıkları oldu ve bu aksaklıklar ortaya çıktığında sektörden birçok insan bu tekneyi tamir edip tekrar denize indirmeye çabalamak yerine, yapıcı olmayan eleştirilerle “Başka Sinema”yı negatif bir yere mahkûm etti ama “Başka Sinema” hala ayakta ve seçkileri hala çok güzel.
Türkiye’deki en büyük dağıtım sorunu değişmeyen ‘kafamız’ diye düşünüyorum. Ortalama bir seyirci hala ‘Bu festival filmi,’ ‘Psikolojik film ama bu’ veya ‘Normal sinemalarda oynamaz mı abla bu?’ diyorsa, ilk önce bizim bu kafaları değiştirecek Türkiye genelince bir PR kampanyası yapmamız lazım. “Deniz Seviyesi”, “Başka Sinema”da oynadı ama çok kazanmadı ancak biz yine de var olma formülü bulduk.
Filmimizi, yabancı yapımcılarımız sayesinde online olarak Amazon Prime’a koyduk (Kuzey Amerika’da) ve inanın bir sene içinde Türkiye gişesinde kazandığımızın 5 katını kazandık. Size “Böyle geçiniyorum” diyebilirim.
Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen-
yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?
Birçok defa yapımcılık yapmış bir yönetmen olarak şunu diyebilirim. Benim ideal yapımcım, filmin geliştirme aşamasından beri, yönetmen/yazarın yanında destekçi olarak duran, yönetmenin gerekirse her gün beraber öğle yemeği yemekten sıkılmayacağı ve hikâye yorumlarına saygı duyduğu, kendi bünyesinde finansal kaynakları olmasa bile potansiyel fon kuruluşları ve yatırımcılarla medeni ve bilinçli toplantılar gerçekleştirebilecek, projeye olan bağımlılığı sadece kendi kariyerine odaklı olmayacak, gerçekten filmin hikâyesini hissedebilecek veya en azından yönetmenin vizyonuyla duygusal bir bağ kurabilecek, proje tökezlediğinde sadece kendini düşünmeyecek, ama aynı zamanda da yönetmen için bir muhasebe görevlisi veya yürütücü yapımcıdan daha çok şey ifade edebilecek kişi.
Bu tabii ki stüdyo yapımcısı tanımı değil ama sanırım tasvir ettiğim yapımcı türlerine bizim şu an çok ihtiyacımız var. Gururla söyleyeyim ki böyle yapımcılar tanıyorum. 2-3 tane var ama o kadar çok suistimal edilmekten ve haklarının ödenmemesinden korkuyorlar ki, siz onları keşfetmezseniz, onlar size yanaşmayacak çünkü onların zaten güvendiği ve inandığı yönetmenleri var.
Sizce günümüz Türkiye Sineması’nın en büyük problemi nedir?
Politik gelişmelerle doğru orantılı olarak hababam şekillenmeyecek, iyi hikâye ve iyi filme destek çıkabilecek fon kaynaklarının olmaması. Bir de cimrilik... Kaynakları diğer insanlarla paylaşmaktan korkmayalım. Yanımızdaki ne kadar güçlenirse sinemamız da o kadar güçleniyor çünkü.
Yeni proje var mı?
Var. New York’ta İngilizce çekeceğim, kaotik bir ortamda evrilen garip bir arkadaşlık hikâyesi. Dolaylı olarak Türkiye’de hissettiğim kalp kırıklıkları ve kızgınlıkları anlatan bir film olacak. Senaryosunu şu an yazıyorum. Bir de “Soytarı” adlı Türkiye’de çekeceğim bir projem var. Onun senaryosu hazır. Doğru zamanını bekliyorum.