Bir ilk film: Benim Varoş Hikâyem
Benim Varoş Hikâyem (“My Suburban Stories”) kişisel bir hikâye. Yönetmen doğduğu, büyüdüğü ve ülkece “tuhaf” bulunan mahallesine gider ve karşısındakileri konuşturur. Aksiyon yoktur söz gelimi; en büyük aksiyon motorcuların yaptığı hareketler ve güvercin çalmanın inceliklerini öğreten karakterlerdir...
Başka bir dilden Türkçeye çeviri mesaisi mizah malzemesi bile olmuştur. Kanımca Türkiye’nin gelmiş geçmiş en özel mizahçısı olan Umut Sarıkaya’nın Naber dergisinde “uyarladığı” kimi hikâyeler bunun şahikası mesabesindedir. Çeviri kitaplarla ilk tanıştığım yıllarda “banliyö” kelimesini Sezen Aksu şarkılarını yanlış anlarcasına yanlış anlıyordum. Sonradan göbekten ilişkili olduğunu öğreneceğim “banliyö treni” benim için “kompartıman” gibi bir şeydi çünkü. TDK’nın verdiği cılız karşılığa göre “yörekent” demek banliyö. Aslında, anladığımız gibi, taşra yahut varoş demek.
Son yıllarda daha sofistike kelimesiyle, periferi. Bir hakaret kelimesine de dönüşen “varoş” en çok kullandığımız olsa gerek (sanıyorum Gülse Birsel’in aynı sakızı çiğnemekle yorulan dizilerden birinde, zengin karikatürü bir taşralı kadın hakaret olarak bu kelimeyi tekrarlıyordu). “Kenar mahalle” de var tabii.
Yunus Ozan Korkut çok genç bir yönetmen. Ankara’da mühendislik eğitimi alırken esas hayali sinemayla uğraşmaya başlamış, medarı maişet için reklam filmleri de çekmiş, daha şimdiden başka bir uzun metraj senaryo tamamlamış bir yönetmen. gazeteduvar.com’daki Adem Erkoçak söyleşisinde (23 Mart 2017) hikâyesini özetliyor: “16-17 yaşlarında yetersiz bir fotoğraf makinesiyle Ceyhan’da fotoğraflar çekerdim. Çok kötü fotoğraflardı. O sırada filmler de ilgilimi çekmeye başladı. VCD satan, kiralayan dükkânlar vardı. Oradan film alıp izlerdik. Ama dandik, sanatsal değeri olmayan şeyler. Bir gün Amores Perros filmini izledim. Hayatımı değiştiren şey o oldu. Yani, Amores Perros’tan sonra film çekmek istediğime karar verdim. 18 yaşındaydım. O gün bugündür bu hikâye böyle. Ömrümü yedi bu tutku.”
Dünya sinemasıyla boy ölçüşecek bir sinema olmaya dönem dönem yaklaşan, lakin ekseriyetle askerî darbeler, sansür kurulları, devletin nazlı desteği (önemli ölçüde kösteği) ile geriye düşen bir sinema Türk sineması. Bu, elbette kendi dilini oluşturmuş yönetmenlerin çıkmasına mani teşkil etmiyor.
Metin Erksan (Susuz Yaz gibi bir filmin 1963’te çekilmiş olması gerçekten dehşet verici), Halit Refiğ, Lütfi Akad, Ertem Eğilmez gibi örneklere, kendi gramerini aşkın biçimde bulmuş Yılmaz Güney örneği eklenmiş. Yılmaz Güney’in Adana’dan zuhur ettiği bilgisi de mühim bu yazı bağlamında. “Eşkıya’dan sonra” dönüşmüş sinemada da çarpıcı örnekler var. Yeni Sinemacılar deneyimi, Demirkubuz ve Ceylan’ın filmleri, nihayet Yeşilçam’ın yeniden üretildiği örnekler, endüstriyel sinemanın da başarı sağlaması ve kanımca çok önemli bir viraj olarak en nihayet A Ay, 9, Vavien, Bornova Bornova, Tepenin Ardı, Sivas, Sarmaşık gibi filmlerin çekilmesi, yeni bir dil arayışının artık belirginleşmesi. Bu yeni dil arayışının içinde, Tepenin Ardı yönetmeni Emin Alper’in Abluka’sının bambaşka bir kıymet taşıdığını düşündüğüm şerhini düşerek Adana’ya döneceğim.
Adana, Türkiye’nin en kalabalık altıncı şehri. Bazı şehirler, kimi özel dönemlerde sanatçılar tarafından tekrar keşfedilir. Bir dönem Ankara, kesintilerle Diyarbakır, kısacık bir süre Yozgat, genelde İstanbul’a göçenler tarafından dönüp bakılan İzmir... gibi. Adana da ülkenin kolektif hafızasında “güneşe ateş açılan” yerdir bir bakıma. Her şehrin bir jargonu, bir iç dili var kuşkusuz. İş ki ona yakından bakabilmekte.
Adana, son yıllarda yakından bakılan “şanslı” memleketlerden biri oldu. Bütün bu şehir hikâyelerindeki temel espri, elbette “merkez”e, yani İstanbul’a uzaklık. Uzaklaştıkça artan handikaplar, yeri gelir üretimin avantajı haline gelir. Bazen sadece bir kişi, tek başına şehri (yahut daha küçük lokasyonu) hafızalara sokar. Aklıma Ülkü Tamer’den öğrendiğimiz “Allaben”, Cemil Kavukçu’dan öğrendiğimi İnegöl, Ece Ayhan’dan öğrendiğimiz Çanakkale örnekleri geliyor. Adana, bu meyanda tırnak içinde şanslı. Ama gazetelerin, artık mizaha dönüşecek denli Adana Adliyesi’nden üçüncü sayfa haberi yapması, sanırım şans kısmını tartışmaya açıyor. Kırşehir de çok şanslı bir memleket sayılmaz kâğıt üstünde. Pek şanslı sayılmayacak bu Kırşehir’de, üstelik tarihleri boyunca horlanmış abdalların içinden Çekiç Ali, Muharrem Ertaş, Şemsi Yastıman, Neşet Ertaş gibi isimlerin çıkmasını merkezden bakıp şans olarak okuyabiliriz ama kazın ayağı, içinde yaşayan için perde perde. Adana konusuna da bu ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor kanımca.
Yılmaz Güney fenomeninin işgal ettiği yer açık. Filmlerinin büyüklüğü ve gücü de ortada. Üzerinde uzlaşılmış, risksiz, kokusuz bir deha da değil üstelik Güney (“Pütün”den “Güney”e gidişin de altını çizelim). Kimine göre filmleri gereğinden fazla abartılmış biri. Kimine göre zaten lümpen, kabadayılığı yücelten, aldığı cinayet cezasının şaibesi bile tartışılmaması gereken bir kimse. Ülkenin çelik çekirdeğini oluşturan muhafazakâr mukaddesatçı kalabalığa göre ise zaten bölücü ve düşman. Ama bu fenomen, genç yönetmenler için daima aşılması gereken, en azından boğuşulması gereken bir fenomen olarak kaldı. Uzun süre de kalacağa benzer.
Adana’dan çıkmış ve üstelik Adana’yı (esasen Ceyhan’ı) bizzat filminin meselesi yapmış Yunus Ozan Korkut’un da Güney’i izlediğini, onunla boğuştuğunu tahmin etmek zor değil. Ama Korkut’un bu ilk filmde, yani Benim Varoş Hikâyem’de izlediği yol nispeten başka.
Benim Varoş Hikâyem (“My Suburban Stories”) kişisel bir hikâye. Yönetmen doğduğu, büyüdüğü ve ülkece “tuhaf” bulunan mahallesine gider ve karşısındakileri konuşturur. Aksiyon yoktur söz gelimi; en büyük aksiyon motorcuların yaptığı hareketler ve güvercin çalmanın inceliklerini öğreten karakterlerdir. Filmde (genellikle oturarak) konuşan karakterlerin gerçek olup olmadığını tam anlayamayız.
Amatör ligde oynamış topçunun maç satma hikâyeleri mesela, izleyiciyi şüphelendirmek için çekilmiş gibidir. Ama filmin bütününde sırıtmaz, hatta belki en çok güldüren karakter olur. Kadınlar da öyle; hem muhtar karakteri, hem mühendisliği terk edip mahallesine dönen kadın karakter, hem de bekâr kız kardeşler o mahallenin “erkek egemen” diline oldukça aykırıdır ilk bakışta. Velakin filmin dilinin “doğallığı” içinde iliştirilmiş gibi durmazlar. (Bonkörce doğallık diyenler, bu tabiri de tırnak içine aldırdı sağ olsunlar.) Bu meyanda, Benim Varoş Hikâyem belgesel ile kurmaca arasında, güvenli gibi görünen ama aslında güvensiz, tekinsiz bir yerde kurar dilini. Bu da bir ilk film için mahcup iddia taşır. Şundan mahcup: Yönetmen film üzerine konuştuğunda bunun “kişisel bir hikâye” olduğunun altını çizer. Alaylı oluşuna vurgu yapar. Kırılgan bir tabiatı olduğunu özellikle vurgular.
Şundan ise iddialı: Daha ilk filmden çok risk almıştır. Sinema kamusu, popüler sinema izleyicisi, son dönemdeki Adana kültü, hatta bizzat mahallelisi karşısındadır. Bu yazı yazıldığında film Adana Altın Koza Film Festivali’nde özel gösterim yapmıştı ve görüldüğü kadarıyla salon tıka basa dolmuştu ama ulusal film kategorisinde yarışamamıştı.
Şahsi muhavere kısmıyla sona yaklaşalım. O zaman adı henüz Benim Varoş Hikâyem olmamış “My Suburban Stories”in teaser’ını eşim gösterdi heyecanla. Birkaç defa izledikten sonra yönetmeninin kim olduğuna baktım. Çok sevmiştik kısacık teaser’ı. Film bitmiş, hatta festival dolaşmış sanıyordum ben.
Aslında “Burada ne zaman gösterime girecek?” diye sormak için Yunus Ozan Korkut’a ulaştım internet üzerinden. Konuşmamızın üstünden kısa bir süre sonra yüz yüze tanıştık. Filmin kurgusunun henüz bitmediğini, eylülün sonunda sinemalarda oynayacağını söyledi. Heyecanlı yorumlarımın adını danışmak koydu. Dolayısıyla (bence bu çok özel) filmin üretim sürecinin son kısmına şahit olmak imkânı da buldum. Bu da sonu olsun yazının: Yönetmenin o zamanlar bahsettiği “eylülün sonu” artık geldi. Film, birçok şehirde sinemalarda oynamakta. Yönetmeninin aldığı “riskin” yerinde izlenmesi gerektiği kanaatindeyim.