Pelin Esmer: Sinemanın cinsiyeti, milliyeti, sınıfı olmaz!
Yönetmenliğini Pelin Esmer'in yaptığı İşe Yarar Bir Şey, izleyici karşısına çıktı. Esmer ile, Türkiye sinemasını ve sinemanın politik tutumunu konuştuk.
DUVAR - Pelin Esmer’in yönetmenliğini yaptığı, senaryosunu Barış Bıçakçı ile beraber yazdığı, son filmi “İşe Yarar Bir Şey” bu Cuma vizyona girdi. “Oyun”, “11’e 10 Kala” ve “Gözetleme Kulesi” isimli filmlerin de yönetmenliğini yapan Esmer, “İşe Yarar Bir Şey” ile 36. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde FIPRESCI ödülü alırken, 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde de en iyi senaryo, en iyi kadın oyuncu ve en iyi görüntü yönetmeni ödüllerinin sahibi oldu.
Başak Köklükaya, Öykü Karayel ve Yiğit Özşener’in başrolünde oynadığı “İşe Yarar Bir Şey”, bir şair ile oyuncu olmak isteyen bir hemşirenin yolculuğunu konu alıyor. Pelin Esmer ile yönetmenliğini yaptığı son filmi “İşe Yarar Bir Şey”i, tanıklık mefhumunu ve kişisel olanın politik olma halini konuştuk: Yarattığı sanat eserini yeterince hayati bulmayıp zaman zaman daha işe yarar bir şeylerin peşine düşmeye kalkışan bir sanatçının böylesine bir deneyimi nasıl yaşayacağını hayal etmek istedik.
Filminizde yansımalara sık sık yer verdiğiniz görülüyor. Camdan yansıyanlar dışında, gölgeler ve siluetler de varlığını hissettiriyor. Bu durumun sinemanın varoluşuna bir saygı duruşu olduğunu varsayarsak, yansıyanın gerçeklikle ilişkisini nasıl yorumlarsınız? Görünenin ne kadarı yansıyandır?
Yansımamıza sebep olan ışık ve onun kuvvetine bağlı bu. Bazen ışık o kadar güçlüdür ki, yansımamız daha gerçek görünür. Bazen de ortamda hiç ışık yoktur, yansıyamayız bile. Elimizde ancak gördüğümüz kadarının gerçekliği vardır. Gerisi hayal etmeye kalır. Benim için sinema da böyle bir şey işte.
Keza yine yansıma meselesine dönersek, Godard bu kavramı sınıfsal olarak şu perspektife oturtuyor: Burjuva sinemacılar gerçeğin yansımasına odaklanır, biz ise yansımanın gerçekliğine… “İşe Yarar Bir Şey” bu bakış açısından bakıldığında sınıfsal olarak nasıl bir noktada duruyor?
Sinemanın cinsiyeti, milliyeti, sınıfı olmaz diye düşünüyorum, filmde anlatılan karakterlerin vardır, o ayrı. Ama bu da o filmi bir sınıfa mensup kılmaz. Filmler, festivaller ve vizyon için bazı kategorilere göre sınıflandırılıyor mecburen ama sinemacının sınıfına göre bir kategori aklıma pek yatmıyor doğrusu. Burjuva sinemacı diye kastedilen kim acaba? Bergman mı? Haneke mi? Biz dediği kim? Ken Loach mu? Godard mı? De Sica mı? Bence hepsi eserlerini kendi yöntemleriyle o alanda, gerçekle onun yansıması arasındaki bölgede işliyorlar.
Sinemanın aynı zamanda bir temsil sanatı olduğunu da düşünürsek, filmin senaryosunu baz aldığımızda şairlerin modern hayatın kurtarıcıları olduğunu söyleyebilir miyiz? Şairler kahraman mıdır?
Şairler öyle kahramanlıktan çok hoşlanan insanlar değiller bence. Olsa olsa belki anti kahramanlığı kabul ederler. Benim için şairler, içinden çıkamadığım bazı zor anlarda imdadıma yetişen dostlar. Bence herhangi bir zaman ve mekâna da ait değiller. Bu yaz Mersin’in köylerinde bir belgesel çekimi için dolaşırken çay içmek için mola verdiğimiz bir köy kahvesinde bana bir teyzeyi anlattılar. Rahmetle andıkları köyün şair teyzesi… Arada bir içinden çıkamadıkları durumlarda, nasıl yorumlayacaklarını bilemedikleri anlarda teyzeyi kahveye davet eder, bir şiir yazmasını isterlermiş. O da oracıkta bir dörtlük yazar hepsini kurtarırmış.
“Tanıklık/ tanık olma” mefhumu filmin en önemli özelliği bizce. Film baştan sona bu kavram üzerine inşa edilmiş gibi gözüküyor. Sinemanın varoluşunu ve bugüne kadar ki biçimlenişini düşündüğümüzde tanıklık her daim güncelliğini koruyan bir mefhum. Modern insanın tanıklığı ile sinemanın tanıklığı arasında ne gibi bir fark sizce? Ya da bir fark var mı?
Tanıklığın bir adım gerisi merak. Merakın bir adım gerisinde de insanın kendini tanıma ve sınama arzusu var. Bir adım daha geri gitsek, işe yarar bir şeyler yapma ihtiyacıyla karşılaşabiliriz. Bu filmde de şair karakterimiz sadece tanıklık etmekle kalmıyor, tren yolculuğu boyunca müdahil olmadan, camın arkasından izleyip sadece tanık olduğu görüntüler dışında. Ama Canan’a eşlik etmeye karar verdiği andan itibaren sadece tanıklıktan bahsedemeyiz artık. Hayatı boyunca onun peşini bırakmayacak oldukça hayati bir durumun tam göbeğinde kendi rızasıyla etkin bir rol oynuyor. Tanık değil müdahil oluyor. “Gel beni öldür dese bir bana, ne yaparım?” Kafanda bu soruyu sorup, iyi kötü bir yanıt bulur çıkarsın işin içinden, nasılsa gerçek olmayacağını bilmenin rahatlığıyla.
Burada, genç ve korkunç bir stres altında kalmış bir kadını kollama isteği de var, merak da var, “peki, kendini böyle bir durumun içine gerçekten yerleştir de gör bakalım” diyerek kendi kendine bir meydan okuma, bir sınama da var, böylece işe yarar bir şey yapmış olur muyum acaba sorusu da. Yarattığı sanat eserini yeterince hayati bulmayıp zaman zaman daha işe yarar bir şeylerin peşine düşmeye kalkışan bir sanatçının böylesine bir deneyimi nasıl yaşayacağını hayal etmek istedik. O yüzden filmi tanıklıktan ziyade tahayyüller üzerine kurduk diyebilirim.
Yine sinema ve temsil meselesine dönersek, filminiz, farklı meşreplerden gelen pek çok kadının ortaklaştığı, beraber hareket edebildikleri ve sorunlu erkek karakterlerin problemlerini çözdüğü bir yapı üzerine kurulu… Odağına kadın dayanışmasını oturttuğunuzu varsaydığımız “İşe Yarar Bir Şey”, Pelin Esmer’in kişisel politik anlayışını yansıtıyor diyebilir miyiz?
Kişisel politik anlayışımı paylaşma alanı sinemadan çok daha reel mekânlar oldu. Sinemayı gerçeğin ya da herhangi bir görüşün direkt yansıması olarak görmediğim için belki de. Filme en başından belli bir kavrama, fikre dair bir şey söylemek motivasyonuyla başlamıyorum. Sinemayı tespit alanı olarak görmediğimden... Sinema tespitin ötesinde bir şeyler veriyorsa beni heyecanlandırıyor. Burada da kadın dayanışmasına dair bir film yapmak düşüncesinden ziyade şair bir kadının peşine düşmek heyecanıyla yola çıktım. Sonunda izleyene böyle bir dayanışma duygusu da geçtiyse ne güzel ama bunu hedefleyerek, buna dair bir film yapacağım diyerek yola çıkmam.
Bunu gündelik hayatımda bizzat yaşamayı tercih ederim. İşe Yarar Bir Şey özelinde konuşursak, buradaki kadın karakterler erkek, erkek karakter de kadın olabilirdi. (Trendeki dörtlü kadın masası hariç bak!) Oldukça farklı bir film olurdu mutlaka, onu da izlemek isterdim. Bu filmde kadına ya da erkeğe özgü güçlerden ya da zaaflardan ziyade hayat ve ölüm üzerine kafa yorduk. Anlatmak istediğimiz hikâyeyi bu kadın-erkek kombinasyonuyla en rahat anlatabileceğimizi düşündük.
Arthouse ya da bağımsız sinema yapan bir yönetmen olarak, nasıl tanımlarsanız artık, filmlerinizin aynı zamanda yapımcısı olmanız durumunu nasıl yorumlarsınız? Bu durum şu an Türkiye’de bağımsız sinema yapan yönetmenlerin hemen hemen büyük çoğunluğunun ortak yönü. Fakat bildiğim kadarıyla sinema haricinde başka bir sanat dalında böyle bir şey yok. Bir ressam resmini bitirip “hadi bakalım bir galeri açayım da satayım şunları” demiyor. Yönetmen olarak bir sanatçı, ürettiği eserin ticari boyutunu neden düşünmek zorunda kalır?
Sinema diğer sanat dallarına göre çok pahalı bir sanat dalı. Maddi getirisi de götürüsü de büyük olabilir. Büyük risk almayı gerektiriyor. Bu riski göze alan bağımsız yapımcılarımız var elbette ama birkaç filmden sonra eğer filmin masrafları dahi çıkamamışsa haklı olarak vazgeçiyor ya da ara veriyorlar. Geçim derdi denen bir gerçek var. Dolayısıyla benim gibi pek çok yönetmen mecbur olunca yıllarca hayalini kurduğu film için aynı zamanda yapımcılık da yapmak zorunda kalıyor. Oldukça yıpratıcı ve zaman alıcı bir şey, idealin bu formül olduğunu söyleyemem. Ama gerekiyorsa yapılıyor işte.