Yol mu ayrımı?
Şiirin, bir nesne olarak şiirin algılanmasına dair, bence büyük bir kusur taşıyor Yol Ayrımı. Tıpkı Cem Yılmaz’ın tek kişilik gösterilerinde “yüksek şiir” algısının nihayetinde gidip Yahya Kemal’e dayanması gibi. Bize her konuda “etraflı düşünmeyi” ve hatta adlı adınca “bakış açımızı değiştirmeyi” öğütleyen bu isimlerin, gün geldiğinde yıkıcı olmayı göze almış bu isimlerin konu şiir olduğunda sergiledikleri tembellik göz kamaştırıyor gerçekten.
DUVAR - Şu günden geriye dönüp bakınca, “Diriliş Ertuğrul TRT’si”nde nasıl yayınlandığı şaşkınlık sebebi olan Leyla ile Mecnun’un popüler kalıplarından biriydi soru ekiyle cümleyi ayırmak. İskender mesela, Mecnun’a “Yol ayrımı var ileride!” dese, Mecnun “Yol mu ayrımı?” diyebilirdi kolaylıkla. Diyalogların kimi zaman sonsuz saçmalığa açıldığı dizide bu kalıp hem “yeter bu saçmalık” manasını taşırdı, hem de “al saçmalıkta el yükseltiyorum” iddiası.
Yavuz Turgul’un Yol Ayrımı (2017) filmi vizyonda. Turgul’un yazdığı ve yönettiği filmlerinin mütemmim cüzü olarak Şener Şen başrolde. Bu ikilinin film yazarken ve yaparken birbirlerini bekledikleri artık sır değil. Bu bekleyişin şahane ürünlerini izledik; kanımca en başta Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990), elbette Muhsin Bey (1987), gene elbette Eşkıya (1996). Turgul’un yönetmediği ama senaryosunu yazdığı ve gene Şener Şen’in başrolünde olduğu yahut başrolü paylaştığı filmler: Banker Bilo (1979), Çiçek Abbas (1981), Şekerpare (1983). Bunların içinde, Şekerpare’nin hakkıyla değerlendirilmediğini düşünürüm hep. Bu meyanda, YÖK’ün tez merkezine bakayım dedim, Turgul’un adının bizzat içinde geçtiği (biri doktora tezi olmak üzere) 12 lisansüstü tez varmış; birine bakayım dedim. Daha tezin gerekçesi kısmında, yani aslında metnin “tezinin” ilan edildiği bölümde Ertem Eğilmez’in adının Ertem Yenilmez şeklinde yazıldığını görüp kapattım.
Şenay Aydemir’in Yol Ayrımı ile alakalı “Bir ‘gönül yarası’ daha” başlıklı, oldukça isabetli teşhisler içeren yazısında çok önemli bir “taviz” cümlesi var: “Oyuncudan vazgeçemiyorsanız, hikayenizden taviz vermek zorundasınız belki de.” Neden? Çünkü Şener Şen’in annesini oynayan karakter, neredeyse onunla yaşıt. Hatta Aydemir’in de söylediği gibi, kimi sahnelerde ondan daha genç görünüyor. Kan kardeşi, lise arkadaşı ondan epey küçük. Oğlu ve kızı, neredeyse torunu yaşında –dolayısıyla torunu da, torununun çocuğu yaşında. Son tahlilde bunlar aşırı mühim mi? Hikâye esaslı ve muhkem olsa, gene de göze aşırı batmayacak şeyler olabilirlerdi. Ama Turgul sinemasının son birkaç filminde gözlediğimiz üzere, hikâye de epey aksıyor.
Filmi izlemek zorunda kaldığımız zincir sinemaya epey zamandır gitmemiştim –gitmek zorunda kalmamıştım. Film başlamadan reklam kuşağına alıştık artık da, bunca göze sokulanı, bunca seyirciyi yok sayıp sakız gibi uzatanını unutmuşum. Önce inşaat reklamı bolca, sonra başka filmler, sonra gene biraz inşaat, arada birkaç fmcg ürünü, sonra tuhaf biçimde başka bir AVM’nin reklamı, gene başka filmler (Van Gogh-Theo filmi geliyormuş, onu not ettik), nihayet bizim film. Bir tuhaflık daha var; yıl olmuş 2017, halen reklamlar arasındaki ses dengesi nasıl sağlanmaz koskoca sinemalarda? Evimizdeki ufarak bilgisayarlarımızda YouTube’un bize yaptığı reklam-ses mezalimini perdenin karşısında yaşamak gerçekten garip bir deneyim. Pek büyük bir salon değildi bahsi geçen salon, pazar akşamı için kalabalık da sayılmazdı. Unutmayayım dönüşte Box Office’e bakayım demiştim, bakıyorum; bu yazı yazılırken 497.829 toplam seyirciye ve 6.453.710 toplam hasılata ulaşmış film.
Jenerik çizgi esprisiyle açılıyor; yol var, ikiye ayrılıyor. Adından ima edilen şeyin jenerikte devam etmesi, insana doğrudan bir “ikiye ayrılma” hikâyesi izleyeceğini düşündürüyor. Turgul’un yedi yıl önceki Av Mevsimi’nde Şener Şen, çırağı Cem Yılmaz’a ve onun çömezi Okan Yalabık’a “Bakış açını değiştir” derken, eliyle “iki yol” işaret ediyordu. Film, Turgul filmografisinde Gönül Yarası’na yakın ama, bu meyanda Av Mevsimi’nin temel esprisini taşıyor. Daha havalı olsun diye kullanılan “yeniden üretiyor”u yeniden üretmek zorundayım; aradan geçen yedi yılda bir önceki filmin karnındaki cümle, esas buluş, metnin üzerine bina edildiği hipotez burada yeniden üretiliyor. Bakış açını değiştir, çünkü iki yol vardır.
Film, bir aks üzerinden ilerliyor. Sadece Şener Şen’in, yani Mazhar Kozanlı’nın gözünden gördüğümüz bir hikâye aksı. Sözgelimi, Av Mevsimi’nde bile, Şener Şen’in canlandırdığı Ferman karakterinin yanında, başka hayatları görebiliyorduk. Ama burada ne eşinin, ne annesinin, ne çocuklarının ve hatta ne de kan kardeşinin hayatlarına dair bir şey görebiliyoruz. Filmdeki yol ayrımının müsebbibi olan işçi Nihal Yalçın’ın da hayatını “şöyle bir” görüyoruz. Biraz propaganda yapıyor eski patronuna (Mazhar Bey, aile şirketi olan büyük bir holdingin patronudur), biraz eşinden bahsediyor, birkaç cümleyle de kendinden yaşça büyük birine duyduğu eski aşktan. O kadar.
Filmle alakalı esastan bir rahatsızlık dile getirmek için bunca gevezelik ettim. Filme göre, filmdeki metne göre, Rutkay Aziz hayatını serkeşlikle harcamış, hercai bir kimsedir. Lakabı “Kavanoz”dur. Şener Şen’le “Mekteb-i Sultani”den, Galatasaray Lisesi’nden “leyli meccani” arkadaştırlar. Şener Şen, ileri kapitalizmin vahşi yüzünü temsil ederken (yol ayrılmadan önce), o serkeşliğin, zevkin, estetiğin, incelmişliğin, paradan uzaklığın güzelliğini temsil eder. Birinin gündelik yemek masası upuzundur, kulağı ağır işiten birinin karşısında oturanı zor duyacağı mesafededir. Ötekinin yemek masası bile yoktur, kitaplığında kimi şairlerin, yazarların fotoğrafları vardır.
Biri evlenmiş, barklanmış, şirketler yönetmiş, torun sahibi olmuştur. Öteki evlenmemiş, dünyalık biriktirmemiş, mümkünse kafasının estiğini yapmıştır. İkisi de yalnızdır ve işte aynı hizadadırlar filme göre. Biri yolunu çoktan seçmiştir, öteki de kaza yapıp yol ayrımına varmış ve ona sığınmıştır. Sığınmak tahfif etmek için değil; salonda, kanepede yatmaktadır koca “patron”. Hadi buraya kadar her şeye tamam diyoruz. Ama lise arkadaşı Altan, yani Kavanoz, şiir diye bildiği şeyi o kadar aşırı romantize etmiş, aslında modern şiiri o kadar anlamamıştır ki, holding patronu Mazhar’ın modern şiire teması çok daha yakın görünmektedir ne yazık ki.
Hemen elimin altındaki iki şiir kitabından emsal vereceğim. İlki çeviri, ikincisi telif şiir kitapları. İlki Thomas Bernhard’ın In Hora Mortis başlıklı kitabı, Efe Murad çevirişi (Edebi Şeyler, Kasım 2017). Rastgele bir sayfayı açıyorum: “gece ve zahmet/ taşlık ve donmuş/ saf rüzgârın çiçeklerine/ şarkılarımın hastalığında/ yeşil tepelerdeki/ çiy damlalarına/ ya Rab/ ne zaman ölümüm/ serbest kalacak/ beni acıtan/ Ruhunun kurbunda?” Bernhard’ın bu şiirini Altan’dan çok, Mazhar anlamaya çalışırdı gibi geliyor bana. Osman Erkan’ın Heterotopya’dan çıkan Eğri Oturan kitabından gene rastgele alıntılıyorum: “değini koşum şahlanıp devşirme köküne/ kavuş kırılgan kırıl kıvrılma sözcüsü/ pir husus kıdemlisi bir sınırda kurusoğan/ nöbeti tutmaz mim zenginin nazlı has şeyi.” (“koyuncaklar”, s. 45). Şiirin buradaki muradını, sesle kurduğu alakayı, gerekirse anlamsızlığı göze almayı da sanki Altan değil Mazhar daha iyi anlardı.
Şiirin, bir nesne olarak şiirin algılanmasına dair, bence büyük bir kusur taşıyor Yol Ayrımı. Tıpkı Cem Yılmaz’ın tek kişilik gösterilerinde “yüksek şiir” algısının nihayetinde gidip Yahya Kemal’e dayanması gibi. Bize her konuda “etraflı düşünmeyi” ve hatta adlı adınca “bakış açımızı değiştirmeyi” öğütleyen bu isimlerin, gün geldiğinde yıkıcı olmayı göze almış bu isimlerin konu şiir olduğunda sergiledikleri tembellik göz kamaştırıyor gerçekten.
Leyla ile Mecnun’daki Mecnun (Ali Atay) gibi söylersem, en azından şiirin algılanmasında yok mu bir yol ayrımı?