İngilizlerin soğuk asaleti bizi de soğutuyor…

Sally Potter, The Party ile, burjuva eleştirisi alt metinli bir sosyal dram filmi çekmek istemiş. Sonuçta ortada eleştiri var, dram var ancak ne yazık ki başarılı bir film yok…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yönetmen Sally Potter’ın The Party filmi, içlerinden birinin politikadaki başarılı yükselişini kutlamak için buluşan bir gurup arkadaşın hikayesini filmin merkezine oturturken, arka planında ciddi bir bir toplum eleştirisi taşıyor. Orta ve orta üstü sosyal sınıfa ait insanların birbirlerine olan eleştirel bakışlarını, ilişkilerini yürütme çabalarını, zayıflıklarını ve hatta birbirlerine karşı olan ikiyüzlülüklerini gözler önüne seriyor. Filmdeki asıl sorun ise bu derinlikli sosyal mesajın yanı sıra Party’deki duygusal yönün başka bir deyişle karakterlerin iç dünyalarındaki duyguların dışavurumlarının seyircileri tam olarak etkileyememesi oluyor.

Bir süredir politika hayatının içinde olan Janet (Kristin Scott Thomas), Sağlık Bakanlığına seçilmiştir. Bunu kutlamak için evine bir grup yakın arkadaşını davet eder. Kocası Bill (Timothy Spall) ise nedeni tam belli olmayan bir depresyon geçirmekte ve sanki bu iyi haber onu hiç etkilememektedir. Arkadaşlar eve geldikçe ve aralarındaki konuşmalar uzadıkça, eski dosyalar açılır, saklı kalan olaylar ortaya çıkar ve kişisel hesaplaşmalar ve sorgulamalar patlak verir…

PARTY'DE CİDDİ MİKE LEİGH ESİNTİLERİ 

The Party filmini izlerken aklımıza ilk olarak Mike Leigh ( Secret and Lies, Another year…) sineması geliyor. Onun sinemasındaki toplumsal alegori, siyasal hiciv ve İngiltere temelli sosyal ilişkilerin donukluğu gibi noktalar bu filmde de yerlerini bulmuş gibi duruyor. Sınırlı bir iç mekanda buluşan birbirinden farklı ancak arkadaş olan birkaç kişinin başta her şey güzel ve sakin gözükürken giderek zayıflıklarının ortaya çıkması ve ardından önce birbirlerini sonra da kendilerini sorgulamaları Leigh filmlerinin ana eksenini oluşturur. Yalnız bu tür filmlerin özelliği sadece konuşmalarla seyirciyi sarsmak gibi zor bir görevin altından kalkmayı başarmakta yatmaktadır.

Filmdeki sürprizler bazen seyirciyi tam bir şoka sokmaz veya konuşmalardaki sertlik izleyeni afallatmaz çünkü filmin asıl gücü sansasyonel bir etki yaratıp seyirciyi şaşırtmakta değil, gerçekçi olayların yani hepimizin hayatlarında olabilecek ufak dalgalanmaların ne kadar büyük travmalara dönüşebileceğini kanıtlamakta yatar. Bu nedenle filmde seyirciyi ters köşeye yatırmak gibi adlandırabileceğimiz sahneler ya bilinçli bir şekilde filmin kilit noktası değildir ya da bu sürpriz daha baştan seyirciye sunulur veya hissettirilir.

İnsanların sırları açıklanmasa da olur!

The Party filmi ise sırtını daha çok bu açıklanmamış sırlara dayamış ve bahsettiğimiz gerçekçiliği ikinci plana atmış gibi duruyor. Oysa ki yönetmenin bize filmde tanıttığı karakterler ve olayların gidişatı merak uyandıran ve skandal yaratabilecek sırlara ihtiyaç duymayan kişiler ve durumlar. Bunlar, her biri değişik maskeler (tabii ki metaforik anlamda) taşıyan ve kişisel zaaflarını bastırmaya çalışan karakterler. Bu kişi ister muhalif kişiliğiyle April olsun, ister ilişkilerini durmadan sorgulayan eşcinsel çift Martha ve genç sevgilisi Jenny olsun, ister buhranlı özel hayatını gizlice çektiği kokainle ve içkiyle maskelemeye çalışan borsacı Tom olsun, isterse de hikayenin başkahramanı, politik hayatını kocasıyla birlikte geçirdiği özel yaşamının önüne almış Janet olsun, hepsi iç dünyalarında ufak çatışmalar yaşayan, görüntülerini ve uygar duruşlarını bozmamaya çalışan derinlikli karakterler.

Ne yazık ki filmde bu karakterler ve diyalogları minimum düzeyde kullanılmış gibi duruyor. Film boyunca hikayenin gerçek anlamda yükseleceği ve filmin vaat ettiği çıplak gerçekliği yüzümüze vuracağı sekansları bekliyoruz ancak bu sekanslar asla gelmiyor. Bunun yerine karakterlerin zaafları tekrarlanıyor, konuşarak çözülmeye çalışan problemler çok özel bir yere bağlanmıyor, filmde açığa çıkan sır ise ufak bir itiraf boyutunda kalıyor.

The Party’nin biçimindeki (ki bunda filmin siyah beyaz olarak çekilmiş olmasının da payı var) ve içeriğindeki soğukluk seyirciyle film arasına mesafe koymuyor, seyirciyi filmden uzaklaştırıyor. Sergilenen burjuva ve entelektüel küçük topluluk giderek sıradanlaşıyor, karakterlerin maskeleri düştükçe, arkasından gelen dışa vurumlar her zaman ufak boyutta sonuçlar veriyor. Ufak fikir ayrılıkları, aldatma itirafları ve küçük sorumluluktan kaçma durumları sanki filmin boyutuna yakışmıyor. Yönetmen Potter bir yandan bu gerilimi ayarlamaya çalışırken, bir yandan da filme biraz mizah katmaya çalışıyor. Ancak bu mizahi sahneler başarısız olmasa da bütün bunlar filmin sonu gelmeyen ve beklenen patlamayı bir türlü yapamayan diyalogları arasında eriyip gidiyor.

Beklenen boyuta ulaşamayan konuşmalar sorunun sadece bir boyutu. Sorunun bir diğer tarafı ise bizce bir mizahi öğe, kendini asıl, entelektüel ve medeni konuşmalar arasından sıyrılan basit ve çocukça tepkilerle gösterir. Burada da filmin en başında şöyle bir gösterilen ve sebebi sonunda açıklanan, mizahi bir hava taşıyan, Janet’in bir cinnet sahnesi mevcut fakat dediğimiz gibi bu cinnetin nedeni çok basit ve çok tahmin edilebilir gibi duruyor.

Oyuncuların başarılı performansları ise gerçekten şaşırtıyor. Zaten nerdeyse hepsi yeteneklerini defalarca göstermiş oyuncular ve tam bir uyum içerisindeler. Biz şahsen en çok fazla konuşmadan çok şey anlatan Timothy Spall’ın oyunculuğunu beğendik.

Sally Potter, The Party ile, burjuva eleştirisi alt metinli bir sosyal dram filmi çekmek istemiş. Sonuçta ortada eleştiri var, dram var ancak ne yazık ki başarılı bir film yok…

Yönetmen: Sally Potter

Oyuncular: Kristin Scott Thomas, Timothy Spall, Patricia Clarkson, Bruno Ganz, Emily Mortimer, Cherry Jones, Cillian Murphy…

Ülke: İngiltere