Özgürlüğün Eli Tonu: Sıkıntının elli tonu!

Gösterişli yanı giderek itici hale gelen, hikayesinin basitliği ile bizi sıkan ve her tarafından göze çarpan zayıflıklarını güzel görüntülerle kapatmaya çalışan bu film bizce çok sıradan ve vasat bir romantik dram. Kitap ve film hayranlarının sinema salonuna akın etmesine tabii ki bir şey diyemeyiz ancak bizce bu kartpostal tadında film esaslı bir hayal kırıklığı…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Özgürlüğün Elli Tonu, Grinin Elli Tonu ile başlayan ve Karanlığın Elli Tonu ile devam eden bir üçlemenin son ayağını oluşturuyor. Bilindiği üzere hem kitaplar hem de kitaplardan uyarlanan bu filmler gişede başarıyı yakalamış olsalar da sinemasal açıdan tartışmaya açık bir iz bırakmışlardı. Bizce gürültüsü boyunu aşan bu filmler oyalayıcı ve göz boyayıcı olsa da hiçbir sinemaseverin aklında derin izler bırakmıyordu. Üçlemenin bu son perdesinde de durum farklı değil hatta bazı açılardan Özgürlüğün Elli Tonu önceki iki filmin de arkasında kalıyor.

Anastasia ( kocasının deyişiyle Ann) ve Christian sonunda evlenmişlerdir ve rüya gibi bir balayına çıkarlar. Birbirlerine aşık ve mutlu olsalar da Christian’nın (Jamie Dornan) Ann’a karşı hala kontrolcü ve sınırlayıcı bir tutumu vardır. Ann (Dakota Johnson) bir yandan bu tutuma ayak uydurmaya çalışırken bir yandan da yeni evlilik hayatında kendine bir yer bulmaya çalışır. Bu hassas denge Ann’nın eski patronu Jack’ın ortaya çıkması ve ikiliyi tehdit etmesiyle tamamen bozulur.

TATİL TURLARI TADINDA GÖRÜNTÜLER... 

E. L. James’in çok satan romanından uyarlanan bu filmler zamanında çok ses getirmiş, başkarakterlerin çok konuşulan sevişme sahneleri merakla beklenmişti. Önümüze gelen bu son yapım da aralarında olmak üzere bu filmlerin, erotik soslu, şık ama sığ, ambalajı güzel ama içi boş ve teknik olarak temiz ama derinlik açısından yetersiz romantik dramlar olduğunu söyleyebiliriz.

Özgürlüğün Eli Tonu, daha ilk sahnelerinden itibaren bu şık ancak suni hissiyatı vermeye başlıyor. Gerçekten de Ann ve Christian’nın lüks özel jetleriyle başlayan rüya gibi balayı, yine Paris’teki lüks otellerde, lüks tatil beldelerinde ve lüks arabalarla akıp gidiyor. Bu sekanslardaki güzel görüntüler bir anlatımdan ziyade bizce bir ‘imrendirme’ çabası barındırıyor. Yani ekonomik olarak çok az bir kesimin elde edebileceği bu balayı daha en baştan seyirciye üstten bir bakış atıyor. ‘Böyle mükemmel bir çifte böyle mükemmel balayı yakışır!’ anlatımı bizce baştan yanlış ve itici bir yaklaşım… Üstelik lüks tatil turları reklamı izlenimi veren bu görüntüler o kadar yapmacık ve o kadar fazla kusursuz duruyor ki daha bu ilk sekanstan hikayeye ve karakterlere inanmakta zorlanıyoruz.

Çiftin balayından sonraki hayatında ise durum biraz düzeliyor çünkü hem hikaye yavaş yavaş oluşmaya başlıyor, hem de bu zengin çiftin havalı evlerinin görüntüleri seyircinin gözüne sokulmadan, belli aralıklarla veriliyor. Bu arada Ann’nın güvenliğinden sorumlu erkek korumasının bile yakışıklı olması bize biraz abartılı duruyor.

CHRİSTİAN ARTIK DURULMUŞ, SAKİNLEŞMİŞ...

Hatırlanacağı üzere ilk filmde yani Grinin Elli Tonu’nda hikayenin kilit noktalarından biri Christian’nın sado-mazo fantazilerine ev sahipliği yapan odasıydı. Onun sevgilisi Ann, hiç girmemiş olduğu bu dünya karşısında hem kendini biraz kaybediyor, hem de fedakarlıklar yaparak Christian’nın kendisini kullanmasına izin veriyordu. Bu filmde ise bu durum büyük ölçüde rafa kalkmış gibi duruyor çünkü dediğimiz gibi çift artık evlenmiş, iki taraf da gerekli fedakarlıkları yapmış bulunuyorlar ve yerleşik bir düzene geçmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla Christian da biraz sakinleşmiş ve durulmuş gibi duruyor. Bu durum hikayenin gidişatı açısından mantıklı gibi dursa da, ilk filmin en önemli gerilim unsurunu kaybeden film, yeni bir kilit nokta bulmak için adeta debeleniyor. Yer yer artık misafir sanatçı kıvamına gelmiş fantezi odasında geziniyor, Ann’nın eski patronun tehditlerine tutunmaya çalışıyor, Christian’nın yine biraz dengesizleşen psikolojisinden beslenmeye uğraşıyor ancak olmuyor! Ciddi anlamda kan kaybetmiş olan film, belki de tek ilgi çekici unsurunu elinde tutamamanın acısını çekiyor ve giderek sıradanlaşıyor. Başkarakterlerin konuşmaları yeterli gerilimi taşımıyor, filmin temposu düşüyor ve karakterler giderek bizden daha da uzaklaşmaya başlıyor.

Bu durumun muhtemelen farkına varan yönetmen can havliyle, hikayeye heyecan katmak için filmin kötüsünü ortaya çıkarıyor ancak bu düşman da o kadar özelliksiz ve yapacakları önceden tahmin edilen bir kişi ki, onun hikayeye katılması da gerekli gerilim unsurunu yaratmaya yetmiyor. Normalde Ann’nın hayatını kabusa çevirmesi düşünülen bu düşman, ara sıra kendini göstermekle, çabuk bastırılan bir tehditle ve çok sıradan bir rehin almayla yetiniyor. Kötü karakter Jack beceriksiz olduğu kadar karton, kalıptan çıkmış bir kişi gibi duruyor.

KARPOSTAL TADINDA ESASLI BİR HAYAL KIRIKLIĞI...  

Oyunculuk açısından ortada bir başarısızlık olmasa da şaşırtıcı bir durum da söz konusu değil. Ne Ann’ı oynayan Dakota Johnson ne de Christian’ı oynayan Jamie Dornan özel bir performans sergilemeden artık kendilerine yapışmış bu karakterleri tekrar canlandırıyorlar.

Gösterişli yanı giderek itici hale gelen, hikayesinin basitliği ile bizi sıkan ve her tarafından göze çarpan zayıflıklarını güzel görüntülerle kapatmaya çalışan bu film bizce çok sıradan ve vasat bir romantik dram. Kitap ve film hayranlarının sinema salonuna akın etmesine tabii ki bir şey diyemeyiz ancak bizce bu kartpostal tadında film esaslı bir hayal kırıklığı…

Yönetmen: James Foley

Oyuncular: Jamie Dornan, Dakota Johnson, Eric Johnson, Kim Basinger, Arielle Kebbell…

Ülke: ABD