Tolga Karaçelik’in 'Kelebekler' filmi ve çağrıştırdıkları: Minik kelebek uç özgürce durmak ne demek!*
Tolga Karaçelik’in 'Kelebekler' filmi, çoğu filmlerde alışık olunan kabulleri ters yüz etmesi ve bunu didaktik bir dilden öte absürd bir dille estetize etmesi bakımından yenilikçidir, sarsıcıdır ve mutlaka izlenmelidir...
Emine Uçar İlbuğa**
Tolga Karaçelik Gişe Memuru (2010) ve Sarmaşık (2015) filmleri ile ulusal ve uluslararası bir çok festivalde aldığı ödüllerle ve kendine has sinema diliyle gelecek vaat eden bir yönetmen olarak ismini duyurdu. Ardından üçüncü uzun metrajlı filmi Kelebekler'i (2018) çekti ve film Sundance Film Festivali’nde en iyi ödülü aldıktan sonra Türkiye’de sinemalarda gösterime girdi. Özellikle sinema dağıtım şirketlerinin tekeli karşısında Türkiye’nin geneli olmasa da belli başlı büyük kentlerinde gösterim olanağı bulan Kelebekler filmine izleyicinin ilgisi de büyük.
Film kelebekler üzerine anlatılan bir hikâye ile başlıyor. Kamera yavaşça bir köyün merasında ilerlerken görüntü silikleşiyor ve Anadolu taşrasından Almanya’da işsiz astronotların eylemlerine geçiş yapılıyor. Almanya’da alanında uzman astronotların gerekli ödeneğin ayrılmaması nedeniyle uzaya gönderilmemelerine yönelik yaptıkları protestonun öncülerinden biri de Türk astronot Cemal. Cemal uzun yıllardır görüşmediği babasından gelen telefonla Türkiye’ye bir yolculuğa çıkar. Küçük kardeşi Kenan, daha çok seslendirme yaparak hayatını kazanan ve birkaç dizide aldığı rollerin dışında istediği kariyeri elde edememiş bir oyuncudur. İki erkek kardeşin en küçüğü Suzan ise okul öncesi bir kurumda çalışmaktadır ve evliliği uzun zamandır istediği gibi gitmemektedir. Almanya’dan gelen Cemal’in kiraladığı araba ile üç kardeş yıllar sonra bir araya gelir ve 30 yıl önce terk ettikleri köylerine bir yolculuğa çıkarlar. Bu yolculuk onlar için belleklerinin izinden geçmişle bir yüzleşmeye dönüşür. Her birinin çocukken ailede yaşadıkları kırılmaya ilişkin deneyimleri farklıdır. Kardeşlerin hem birbirlerine karşı kırgınlıkları hem babalarına karşı olan kızgınlıkları bu yolculukta gün yüzüne çıkar.
Üç kardeşin yolculuklarında hem araba içinde hem kaldıkları otelde, meyhanede hem de Hasanlar köyünde yaşadıkları olaylar, karşılaştıkları insanlar ve kendi aralarındaki diyaloglar yaşanılan hayatın absürdlüğünü ortaya koyar. Biz insanlar gündelik yaşamda özelden genele, popüler kültür, tüketim kültürü, teknolojiyle sarmalanmış ve çoğu zaman medyanın belirlediği ilişkilerimiz içinde zamanla yarışırken, çoğu zaman yaşıyormuş gibi yaparak kendimizi kandırdığımız bir hayatın içinde boğuluruz. Oysa görünenlerin yanında, bütün arayışlarımızın, davranışlarımızın, duygularımızın temelinde çoğu zaman fark edemediğimiz, yüzleşemediğimiz sorunların temeli buzdağının altında görünmeyen bir yerdedir. Kelebekler filminde az ya da çok hem bireysel hem toplumsal olarak yaşadığımız, karşılaştığımız olaylar, sorunlar üç kardeş örneği üzerinden mikro düzeyde izleyiciye aktarılıyor. Her gün yanı başımızdan gelip geçen insanların yaşamları, sosyal medyadan takip ettiğimiz hayatlar, haberler, aile içi ilişkiler bu filmde bir an için durağan bir fotoğrafa dönüştürülerek yüzeyin altını görünür kılıyor.
Yönetmen filmde gülmek/ağlamak, yaşam/ölüm gibi birbiri ile zıt kavramları ve duygulanımları film boyunca iç içe geçirmeyi başarıyor. Tıpkı kendi gerçekliğimizde bildiğimiz ama bir türlü kendimize konduramadığımız yaşamla ölümün iç içeliği gibi… Bildiğimiz, doğru olduğuna inandığımız birçok konu bu filmde ters yüz ediliyor. Babaları henüz gömülmemiş, annelerinin ölümü ile henüz yüzleşememiş kardeşlerin evlerinin bahçesinde kurdukları çilingir sofrasında Nazan Öncel’in “Gidelim Buralardan” şarkısı eşliğinde dansları ve kahkahaları arasına giren durağan görüntülerde yüreklerinde taşıdıkları hüzün ve o duygusal gelgitler görselleştiriliyor. Aslında gerçek hayatta da her şey iç içe. Örneğin bir arkadaşım evlerinde taziye ziyaretinde yaşanan bir olayı anlatmıştı: Yakalandığı kanser hastalığı sonrası yaşama veda eden babasının toprağa verildiğinin ertesi günü eve gelen misafirler salona sığmayınca kadın misafirlerin bir kısmı diğer odaya geçer. Salondaki misafirler üzgün ve ölen kişi hakkında konuşurlarken, içeride kadınların oturduğu odadan kahkaha sesleri yükselmeye başlar. Salondaki ziyaretçiler konuşmaya devam etseler de kahkahalar daha da yükselir. Ev sahibi gençlerden biri sessiz olmaları için odanın kapısını açar, içerdekilerin hepsinin gülmekten yüzleri kızarmış, biraz mahcup, biraz rahatlamış bir şekilde gençten özür dilerler. İlk bakışta bir cenaze evinde olmaz denilen bu olay gerçek yaşanmış bir olaydır. Bir acı, bir kayıp ve bu acıyı paylaşmak üzere gelen insanların kendilerinden geçercesine bir fıkraya taziye evinde attıkları kahkahalar “yok canım bu kadar da olmaz” dedirtebilir, çünkü gerçek hayatta her şey normlara, kurallara, yasalara göre kurgulanmış gibi yaşanır gerçeği öyle olmasa da genel kabuldür.
Filmde Cemal’in Almanya’da bir gazetede okuduğu intihar haberini kardeşlerine anlatırken kahkahalarla güldüğü sahnede olduğu gibi. Cemal haberde ölüm olayından ziyade ölen kişinin geride bıraktığı “bazen ben de mutlu oldum” notunu ilginç bulur. Kişinin ölümündeki trajedi aslında “bazen mutlu olmak” sözünde saklıdır. Ölümden geride kalan şey tam da Cemal’in kahkahalarla güldüğü bu gerçekliktir…
Deleuze’e göre “sanat, haz veren, hoşa giden bir etkinlik ve dolayısıyla insanın zihinsel yaratımıdır. Sinema düşünce üreten, düşünceyi yansıtan ve harekete geçiren bir sistemdir.” Dolayısıyla sinema günümüzde dünyayı yeniden anlamak ve yorumlamak hatta durup bir süre üzerinde düşünmek için önemli bir mecra olarak duruyor. Alain Badiou “sinema tanımlanamaz ancak deneyimlenir, dolayısıyla günümüz koşullarını en iyi temsil eden onun tanımlanamaz oluşudur” der. Deleuze’e göre “insan sinema aracılığı ile kendine bir yer yurt arama çabası içindedir. Sinema diğer sanatlar gibi, izleyene bakıldığında huzur vermez, onu duygusal olarak sarsar, hırpalar, ağlatır, üzer, kızdırır hatta taraf tutturur.” Badiou “imge kendi içinde gerçekliğin yeni bir düşünme biçimi olarak öne çıkar” der. Ona göre diğer sanatlardan farklı olarak aristokratik değil, milyonlarca insanın deneyimlediği, ulaşabildiği bir mecradır, dolayısıyla sinema diyalektiktir, demokratiktir ve tarihimizin en önemli göstergesidir. Sinema dünyanın tüm çelişkilerini yine bu dünya için en iyisini bulmak adına öne sürüldüğü yerdir. Yönetmen Karaçelik sinema bir sanat ise yarattığı Kelebekler filmi aracılığı ile sanatını ortaya koyan, bunu izleyici ile paylaşan bir yönetmen olarak günümüzün resmini kara komedi tarzında ortaya koyuyor. Travmatik bir geçmişle, gündelik hayatın içinde bir şekilde varolma savaşı veren, yalnızlık, yalanlar, gerçekler, söylenebilenler ve dile getirilemeyenler arasında seyirciyi duygusal olarak sarsıyor, güldürüp ağlatırken hem de düşündürüyor…
Sonuç olarak filmler içinde bulunduğu toplumun sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal koşullarında şekillenir. Dolayısıyla en masum bir film dahi ideolojik bir boyut taşır. Filmde Suzi karakteri erkeklerin yoğun olduğu bir gazino da erkek kardeşlerinin yanında kavgayı çıkarandır, daha çok erkeklerden duymaya alışık olduğumuz küfürleri savurandır. Köy kahvesinde “patlayan tavuklar” konusunu görüşmek üzere köy kahvesinde toplanan köylülerin kadın ve erkeklerden oluşması, muhtarın eşinin kocasına karşı köylülerle birlikte hesap sorması, Cenazeye kadın ve erkeklerin birlikte katılması, İmam’ın alışık olunan temsilini tamamen altüst etmesi, kafasının karışık olması, çevrenin ve doğanın sınırsız talanını “patlayan tavuk” meteforuyla filmin can alıcı konusu haline getirmesi önemlidir. Karaçelik’in filmi çoğu filmlerde alışık olunan kabulleri ters yüz etmesi ve bunu didaktik bir dilden öte absürd bir dille estetize etmesi bakımından yenilikçidir, sarsıcıdır ve mutlaka izlenmelidir.
* Zeki Alasya, Metin Akpınar ikilisinin Devekuşu Kabare sanatçıları ile sahneledikleri Yasaklar’da TRT’nin bir dönem yayın yasaklarının parodileştirildiği oyunda geçen "Kelebek" adlı çocuk şarkısı.
** Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü