Jafar Panahi'nin Cannes Film Festivali'ndeki boş koltuğu!
Panahi '3 Yüz' filminde neredeyse hiçbir şey söylemeksizin ülkesinin ilginç bir tablosunu çiziyor. Filmde sadece adları geçen iki kişinin öyküleri bile birkaç cümle ile çok şey anlatıyor. Söz konusu kişilerden biri yurt dışında, ülkesine geri dönemiyor, diğerinin yurt dışına çıkma hakkı elinden alınmış, gidemiyor. Film, bir anlamda köyün (belki de ülkenin) kaderini çok iyi betimleyen dar yolu gösteren uzun bir plan ile hüzünlü bir duygu bırakıyor.
Ahmet Boyacıoğlu
DUVAR - Jafar Panahi'nin Cannes ve Berlin gibi festivallerde özel bir yeri var. Yirmi yıl yurtdışına çıkmama cezası alan, ayrıca film çekmesi de engellenen, buna karşın sekiz yıl içinde dört film yapan ve bu filmlerle Berlin ve Cannes’da boy gösteren, ayrıca jürilere çağrılan ve gelemediğinden ona ayrılan koltuk boş kaldığı için yokluğunda da sürekli varlığı hissedilen bir yönetmen Panahi. Bazı sinema yazarları bu bitmeyen oyundan rahatsız olsa da yaptığı her film önemli festivallerden davet almayı sürdürüyor.
Cannes Film Festivali Yarışma bölümünde gösterilen ‘3 Yüz’, filmde oynayan üç kadının yüzlerini bize göstermek amacını taşıyor. Ünlü oyuncu Behnaz Jafari (kendini oynuyor), filmin başında, oyuncu olmak isteyen ancak Tahran’da konservatuara gitmesine ailesinin karşı çıkması nedeniyle umutsuzluğa düşen ve intihar edeceğini söyleyen genç bir kızdan bir video mesajı alıyor. Kız mesajında Jafari’ye ulaşmaya çalıştığını ama onun hiç cevap vermediğini söylüyor ve bir şekilde olası intiharından onu sorumlu tutuyor. Jafari panik içinde (filmde o da kendini oynayan) Panahi’den yardım istiyor. Hala hayatta olduğunu umdukları kızı bulmak için İran’ın kuzey batısına, Türkçe konuşulan Azeri bölgesine doğru yola çıkıyorlar.
Panahi’yi de sayarsak dört oyuncu, Panahi’nin arabası ve bir kameradan oluşan çok küçük bütçeli bir filmle karşı karşıyayız aslında. Panahi bizi ailesinin yıllardır yaşadığı köye götürüyor ve oradaki eğitimsiz, geri kalmış ve tutucu insanlarla tanışmamızı sağlıyor. Köylüler ünlü bir oyuncuyla karşılaşınca hem seviniyor, hem de heyecanlanıyorlar. Ancak bir süre sonra onu değil, oynadığı karakteri algıladıkları ortaya çıkıyor. (Tuncel Kurtiz’e de sokakta ya ‘Hacı’ ya da ‘Ramiz Dayı’ diye hitap ederlerdi). Dedikoduyu da çok sevdiklerini belirtmek gerek.
Köyün yolu çok dar, iki arabanın geçmesi mümkün değil, ancak köylüler yolu genişletmeyi hiç düşünmüyorlar. Yolun daraldığı yere gelince korna çalarak haberleşmek onlara daha kolay geliyor. Bir kez korna çalmak, iki kez korna çalmak, ‘benim acelem var, bekle geliyorum’ anlamında uzun bir korna çalmak gibi kendilerine özgü bir yöntem bulmuşlar. Eline bir kürek alıp yolu genişletmeye niyetlenen kıza da ‘bu senin işin değil’ diyerek engel oluyorlar. O daracık yola yuvarlanan ve kimsenin kaldırmaya cesaret edemediği damızlık boğa (köylülerin söylediğine göre bir günde on ineği dölleyebilirmiş) neyi simgeliyor, bilemedim.
Bizde ‘Bebeğin göbeğini hastane bahçesine at, büyüyünce doktor olsun’ inancı vardır ya, bu köyde de ‘sünnet derisini atmak’ adeti var. Sonuçta tuza batırılmış ve pamuğa sarılmış bir sünnet derisini Panahi’nin eline tutuşturuyorlar.
Ailesinin sürekli baskısı altındaki oyuncu adayının yanı sıra, resim yaptığı için dışlanan ikinci bir kızla da karşılaşıyoruz. Panahi filminde neredeyse hiçbir şey söylemeksizin ülkesinin ilginç bir tablosunu çiziyor. Filmde sadece adları geçen iki kişinin öyküleri bile birkaç cümle ile çok şey anlatıyor. Söz konusu kişilerden biri yurt dışında, ülkesine geri dönemiyor, diğerinin yurt dışına çıkma hakkı elinden alınmış, gidemiyor. Film, bir anlamda köyün (belki de ülkenin) kaderini çok iyi betimleyen dar yolu gösteren uzun bir plan ile sona eriyor. Güzel ve hüzünlü.