‘Küçük filmler Cannes’a gidebilir mi?
‘Neden film yapmamalıyız?’ sorusunu son zamanlarda çok sık gündeme getiriyorum. Eğer Cannes, Berlin ve Oscar için film yapacaksanız, hiç başlamayın daha iyi. Dünya son on yılda çok değişti, hem yapılan filmlerin sayısında büyük artış oldu, hem de film yapım süreci artık farklı işliyor. Yukarıda da belirttiğim gibi daha proje aşamasından başlayarak birçok kuruluşun desteklediği filmler var ve bunların sayısı inanılmayacak kadar fazla.
Ahmet Boyacıoğlu
CANNES - Birkaç yıl önce önemli bir festivalin seçicisine bir filminizi neden ana yarışmaya değil de yan bölüme aldıklarını sordum. İşaret parmağıyla başparmağını paralel tutup bana göstererek ‘küçük film’ dedi. O ‘küçük film’ katıldığı bölümün en iyi filmi seçildi, daha sonra da 60 kadar uluslararası ödül kazandı, ancak hiçbir ülkeye satılmadı. ‘Küçük film’den kasıt, annesi, babası, dayısı olmayan film. Ülkemizde çekilen filmler genellikle küçük bütçeli, ortak yapımcısı olmayan yapımlar. Bazen büyük bütçeli bir filmi izlerken görkemli bir sahneden sonra ‘herhalde bu sahneye harcanan para ile bizde bir film çekilir’ diye düşünüyorum.
Cannes Film Festivali’ni analiz ederken festivale seçilen filmlerin ortak noktalarından başlamak en doğrusu. Bir filmde en dikkatli izlediğim ve not almaya çalıştığım bölümler filmin başındaki ve sonundaki jenerikler. Çoğu zaman filmlerin jeneriklerinde bir sürü kuruluşun adı geçiyor. Bu kuruluşlar aslında filmin anne ve babaları. Sayıları ne kadar çok ise o kadar iyi. İşte bizim filmlerimiz ne yazık ki bu konuda biraz ‘öksüz – yetim’ durumundalar. Cannes Film Festivali de artık çok büyük bir pazar ve ‘görünürlük’ sanatsal kaygılardan çok daha önde. Eğer filminiz Cannes’da gösterilirse görünürlüğünüz artar, filminiz başka ülkelere satılabilir, yeni projeniz için kapılar açılabilir. ‘Küçük filmler’ ile bunu becerebilmek ve Cannes’a seçilebilmek ise çok zor, neredeyse imkansız.
‘Neden film yapmamalıyız?’ sorusunu son zamanlarda çok sık gündeme getiriyorum. Eğer Cannes, Berlin ve Oscar için film yapacaksanız, hiç başlamayın daha iyi. Dünya son on yılda çok değişti, hem yapılan filmlerin sayısında büyük artış oldu, hem de film yapım süreci artık farklı işliyor. Yukarıda da belirttiğim gibi daha proje aşamasından başlayarak birçok kuruluşun desteklediği filmler var ve bunların sayısı inanılmayacak kadar fazla.
Sinema artık bir sanat değil bir endüstri, hem de başarılı olmanın birçok faktöre bağlı olduğu zor bir endüstri. Avrupa Birliği ülkeleri yıllardır ulusal sinemalarına büyük maddi destek sağlıyorlar, buna karşın Avrupa’da Avrupa yapımlarının izlenme oranı 2017 yılında yüzde 27,5’de kalmış. Oysa ABD yapımı filmlerin izlenme oranı yüzde 66,2. Avrupa’nın en sinefil ülkesi olan Fransa’da bile Fransız filmlerinin izlenme oranı yüzde 37.4’e gerilemiş.
Bazen ilk filmini yapan, tanınmamış bir yönetmenin filmi de yarışmaya seçilebiliyor ve bu Cannes’da ‘önemli bir değişim’ olarak yorumlanıyor. Bu yıl da festivalin başında herkes 33 yaşındaki Mısırlı yönetmen A. B. Shawky’nin ‘Yomeddine’ adlı ilk filminin yarışmada olmasını konuştu. Ancak biraz eşeleyince filmin arkasında büyük bir Fransız şirketinin olduğunu öğreniyorsunuz.
Bugüne kadar üzerine yazdığım filmlerin dışında başka filmler de izledim ancak onları sizinle paylaşmak istemedim. Bazıları o kadar sıradandı ki festivale neden seçildiklerini anlamak mümkün değildi. Filmlerin adlarından çok salonlarda başıma gelenleri anlatsam daha iyi: saat 22.00, zaten ağır geçmiş bir günün sonu. Film başladı, yanımda oturan genç adam hemen mışıl mışıl uyumaya başladı. Biz eziyet çekerken o huzur içindeydi. Filmin bitimine birkaç dakika kala uyandı. Bazı izleyiciler diğerlerinden daha şanslı oluyor.
Film başladı, daha ilk sahnede iki izleyici salonu terk etti. Ben sekiz dakika dayanabildim. Yanımda oturanlardan özür dileyerek salondan çıktım. Kalanlara ne oldu bilmiyorum.
Jean – Luc Godard’ın filmini hiç merak etmedim ve gitmedim. Bazen filmin tanıtım yazısını okuyup salona girmemek hayat kurtarıcı olabiliyor. Gidenlerden duyduğuma göre film değil ‘video art’ olarak nitelendirilecek bir yapıtmış. Screen Dergisi’nde yıldız veren sinema yazarları, herhalde gözleri yemedi ki, bol keseden dağıttıkları yıldızlar ile filmi 3.0 ortalamaya yükseltmişler. Umarım jüri onları takip etmez.
Zamansızlıktan sizinle paylaşamadığım, Kirill Serebrennikov’un yönettiği, Rusya yapımı ‘Yaz’ (Leto) adlı filmden de, bana yollanan bir e-posta nedeniyle biraz söz edeceğim. Cannes’daki gösterimden önce, filmden çok yönetmenin Rusya’da ev hapsinde olması konuşuldu. Avrupalılar böyle konuları çok seviyor. ‘Yaz’ 1980’lerde, Brejnev döneminde Leningrad’ta rock müzik yapan bir grup genci anlatan, siyah beyaz çekilmiş, yer yer canlandırmaya da yer veren, uçuk kaçık bir müzikal. Rock konserleri düzenleniyor ama her şey İkinci Dünya Savaşında ülkelerini savunmuş ve bundan gurur duyan yaşlı neslin kontrolü altında: Şarkı sözleri önceden sansürden geçiyor, taşkınlık yapmak yasak. Özellikle seksenleri yaşamış ve o dönemin müziğine aşina izleyiciler için ilginç olabilecek, yer yer akılda kalan diyaloglar içeren, içinde toplumsal eleştiri de barındıran, ancak 126 dakikalık süresiyle gerektiğinden uzun bir film ‘Yaz’. Rus sinemasının tanıtımından sorumlu ‘Roskino’, dün bir e-posta yollamış, Rus sinema yazarlarından oluşan bir jüri (!), üyelerinin verdiği yıldızlar ile ‘Yaz’ı yarışmada bir numaraya oturtmuş. Ne diyeyim: güler misin, ağlar mısın? Böyle kurnazlıklar aslında faydadan çok zarar getiriyor.
Cannes Film Festivali’nin Yarışma ve Belirli Bir Bakış Bölümlerinde 55, Yönetmenlerin On Beş Günü Bölümünde 20, Eleştirmenlerin Haftası’nda da 7 uzun metrajlı film gösterildi. Bu filmlerin tamamını izlemek doğal olarak mümkün değil. Benim izleyebildiğim filmler arasından Pawel Pawlikowski’nin yönettiği ‘Soğuk Savaş’, Jafar Panahi’nin yönettiği ‘3 Yüz’ ve Belirli bir Bakış Bölümünde yer alan Ali Abbasi’nin yönettiği ‘Sınır’ Cannes’dan ödülsüz dönerlerse yazık olur.