Ahlat Ağacı: Nuri Bilge Ceylan’ın nefis tablosu
Yirmili yaşlarımızın başlarında hayat üzerine oynamak zorunda olduğumuz kumar, Ahlat Ağacı'nın bir alt akıntısı olarak akıyor. Nuri Bilge Ceylan’dan derin bir tatmin yaratan, zekâ dolu bir film daha…
Dikkat: Bu yazı spoiler içerir!
Peter Bradshaw
DUVAR - Ahlat Ağacı, Altın Palmiye ödüllü Türk yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın zarif, insancıl, iyi yapılmış ve oyunculukları muhteşem filmi. Tam da Ceylan’ın üslubuna uygun olarak insanın merakını diri tutan bir konuşkanlık, nüktedanlık ve kasvet. Çocukluk ve insanın doğup büyüdüğü yer fikrine –ve bunların her ikisine de dönüşün hem acılığına hem tatlılığına– yöneltilmiş acelesiz, biraz melankolik bir söz. Bir önceki filmi Kış Uykusu’nda olduğu gibi bu filmde de Çehov’un ruhundan besleniyor. Ama onun üslubu tamamen kendisine özgü; Çehovcu bir üslup değil bu, Ceylancı bir üslup. İnsanların uysallıkla televizyon seyrettikleri sahneler var: Çoğunlukla aşırı duygusal melodramların filmin kendisiyle oluşturduğu karşıtlık, yönetmenin şakacı bir şekilde fark etmemize izin verdiği bir tür komedi oluşturuyor. Gerçekte, Ahlat Ağacı, oldukça yavaş bir tempoyla ve büyük bir alicenaplıkla çekilmiş bir melodrama benzemiyor da değil.
Yazar özentisi, hırslı, tatminsiz, genç bir üniversite mezunu bir diplomayla fakat işsiz olarak taşradaki köyüne geri döner. Şimdi babası gibi bir öğretmen olmak üzere sınavlara girip girmeyeceğine karar vermek zorundadır. Ayrıca aradan çıkarması gereken bir de askerlik sorunu vardır. Geride bırakmış olduğu arkadaşlarında ve ailesinde bir tür yenilgi ve hayal kırıklığı olduğunu hisseder – yoksa kendisinin de karşılaşacak olduğu bir başarısızlığın korkusunu onlara mı yansıtmaktadır? Onların alçak gönüllülüğünü ve kendisini kabul edişlerini yanlış mı okumuş; onlardan farklı olmaya ve büyük şehrin çekici başarısına duyduğu özlem karşılığında ödemek zorunda kalacağı bedeli yanlış mı hesaplamıştır?
Bu genç mezun, Sinan, doğduğu yere yönelik müphem duygular içerisinde çıkagelmiştir. Pek çok yazarın durumunda olduğu gibi, memleketi, memleketinden uzak olduğu sürece, onu kendi imgelemi içinde işleyip dönüştürdüğü sürece ona da muhteşem görünmektedir. Ama gerçekten orada olmak memleketinin bütün iticiliklerini ve saçmalıklarını hatırlatmaktadır ona. Sinan Çanakkale limanının yakınlarındaki bir köydendir. Birinci Dünya Savaşı'ndaki Gelibolu çarpışmalarının gerçekleştiği yere ve antik Troya şehrine yakınlığı nedeniyle turistlerin de güzergâhı içerisinde olan bir köy… Bir sahnede Sinan’ı devasa bir Troya Atı heykelinin, Brad Pitt’in Troya filmi için yapılmış, şimdi de oldukça saygılı bir biçimde kentin içinde muhafaza edilmekte olan heykelin yanından ağır adamlarla yürürken görürüz.
Sinan taşralıları küçümsemeye gücünün yetmeyeceğinin farkındadır; çünkü edebi başlangıcını tam da memleketi ile ilgili bir çalışmayla yapacaktır. Yerel manzarayla ilgili otobiyografik bir deneme/anı olacaktır bu. Başlığı Ahlat Ağacı olan bu metin ahlat ağaçlarının yetiştiği bu sarp ve güzel araziyle ilgili olacaktır. Sonra Sinan’ın hayırsız babası, bütün bu civardaki insanların ahlat ağaçları gibi olduklarını söyleyecektir: “Uyumsuz, kasvetli, çirkin.” Ceylan bu çizgiyi neredeyse filmin sonuna kadar muhafaza ediyor; belki de filmin adının metaforik işlevini iyice açık kılmak isteğiyle.
Sinan’ın babası İdris –Murat Cemcir olağanüstü oynamış–yaşı ilerledikçe gençliğinin büyüsünün ve romantizminin yerini ihtiyati bir böbürlenme ve kandırıkçılığın almış olduğu bir adamdır. Neredeyse kasabadaki herkese borçlanmış bir kumar bağımlısıdır; kumar tutkusu ailesinin yoksullaşmasına neden olmuştur. Karısı onun banka kartına el koyarak ve maaş zarfını da gelir gelmez eline geçirerek evi çekip çevirmeyi başarmaktadır. Ama İdris’in evin hemen yanında küçük bir parça toprağı vardır ve orada su bulunduğu düşüncesini de kafasına iyice yerleştirmiş durumdadır; bu yüzden her hafta sonunu, suyu bulmak umuduyla bir kuyuyu kazmakla geçirmektedir. Sinan bu zorlu görevin bir yazarın hayatına benzemediğini hissetmektedir. İdris’i, Sinan’ı ve İdris’in usanmış babasını bu derin çukurdan büyük bir taşı çıkarmaya çalışırken seyrettiğimiz oldukça eğlenceli bir sahne de var.
Sinan, dikkatli bir şekilde, köydeki herkesle iletişim kurar. Kitabını kendisi bastırabilmek için, başka her şeyden çok borç paraya ya da bağışa ihtiyacı vardır. Annesinin yaşlı babası, kendini beğenmiş genç din adamı tarafından kullanılan ya da daha doğrusu sömürülen bir emekli imamdır. Çeşitli görevlere ücret almadan onun yerine bakmaktadır. Sinan bazı eski arkadaşlarını görür. En önemlisi, bir vakitler âşık olduğu ve muhtemelen hala sevdiği Hatice’yi (Hazar Ergüçlü) görür.
Filmde bazı sersemletici imgeler de var: Özellikle de karıncalarla kaplanmış bir bebeğin görüntüsü. Bu görüntü karıncalarla kaplanmış bir yetişkin görüntüsüne doğru gelişecektir. Muhteşem sahneler var; film bir bakıma bu türlü sahnelerin bir kısa tarih antolojisi gibi. Hatice’yle karşılaşması sahnesi nefes kesici güzellikte; ruh halindeki kaymalar ve tonlamalar çok iyi düzenlenmiş. Hatice onun aksiliğine sataşarak takılıyor ona; o da yakında gerçekleşecek bir evliliği ima ederek Hatice’yi kışkırtıyor. Kendisinin bir rakibiyle hala birlikte olduğunu düşünmüştür Hatice’nin, ama yanılmıştır. Bir mırıltı halindeki yoğun konuşmaları büyüleyici bir erotik sonuca bağlanıyor. Bu ilginç ilişkinin filmden kaybolması nedeniyle biraz üzüldüm; yalnızca daha sonra, Hatice’nin eski erkek arkadaşı Rıza (Ahmet Rıfat Sungar) ile Sinan arasında Hatice’nin neden olduğu bir kavganın yaşanmış olduğunu öğrendiğimiz bir sahne var; bu sahnede Sinan daha önce gerçekleşmiş bu karşılaşma nedeniyle böbürlenmekten kendisini alamazken beliriyor.
Oldukça ihtişamlı bir sahne daha var; kendini beğenmiş Sinan’ın ünlü bir yazar olan Süleyman’ı (Serkan Keskin) Çanakkale’deki bir kitapçıda gördüğünde yanına gidip tavsiye istemeye niyetlendiği sahne. Süleyman ihtiyatlı bir biçimde kabul eder, fakat söylediklerini kabul ediyormuş ya da dinliyormuş gibi görünmeyen Sinan’ın iyilik bilmez tavrı nedeniyle yılgınlığa düşer ve istediği tek şeyin yazın dünyasının aşağılık gösterişine ve ikiyüzlülüğüne dair Süleyman’ı iğnelemek olduğunu açığa çıkarır. Tahammül sınırının üstünde öfkelenen Süleyman nihayet bağırarak defolup gitmesini söyler – ve seyirci de onun ne hissettiğini tam olarak görebiliyor bu sahnede.
Ama aldatıcı bir şekilde gülünç bir sahnede Sinan’a yakınlık duymamız da gerekiyor gibi. Bu sahnede, kitabının yayınlanma masraflarını karşılamak üzere belediye başkanından kamusal destek parası almayı başaramayan Sinan yerel bir inşaatçıya gider, çünkü adamın müthiş bir okur olduğu ve bunun gibi projelere yardım ettiği işitilmiştir. Sinan oraya gittiğinde berbat gerçeği fark eder. Bu inşaatçı edebiyat metinlerine sponsor olmakla ilgilenmemektedir – basitçe birkaç yerel tarih kitabı satın almıştır, çünkü bütün istediği belediye başkanından kâr oranı yüksek devlet ihaleleri koparabilmektir. Bu acı verici hayal kırıklığı ve bu sahnedeki yapmacık nezaket oldukça eğlenceli.
Ve daima hayatın sorusu olan şey; yirmili yaşlarımızın başlarında hayat üzerine oynamak zorunda olduğumuz kumar, filmin bir alt akıntısı olarak akıyor orada. Ceylan’dan derin bir tatmin yaratan, zekâ dolu bir film daha… Müsamahalı İdris oğluna, kahvaltı için sıklıkla ahlat yediğini ve tadının nefis olduğunu söylüyor. Film de öyle.
(Kaynak, Çeviren: Abdurrahman Aydın)