Ahlat Ağacı: Kuyunun ağzından dibine kadar kat edilen yol

Babadan oğla yalnızca ev, tarla, bunların içinde yaşayan anne ve kız kardeş sorumluluğu miras kalmaz; rüyaları, daha doğrusu kâbuslarının sorumluluğu da— çünkü ufuk kapalı— geçiş gösterir kuşaklar arasında. Babanın ahlat ağacının dibindeki intihar imgesini izler oğlun kendini kuyu ipine çekme imgesi. Varoluşun imkânlarından biridir bu, yolun sonuna kadar gelen, gidilmeyen yol bırakmayan baba oğul için...

Google Haberlere Abone ol

Hamid Farazande

DUVAR - Her yazar, sahici yazar, kendi topraklarında bir Truva atı içinde saklanır, doğru zamanda saldırıya geçmeyi bekler. Bir suç işlemiştir o, töreye karşı gelmiştir, bu yüzden korkar, yakalanmak onun en büyük kâbusudur. Suçu dışarıda kalmaktır. Sadece gündelik hayatın dışarısında kalıp ailesinin de yabancısı olmak ya da genel geçer yazarlık dünyasının dışarısında kalmak değil suçu, aşk’ın da dışarısında kalmayı tercih etme suçu vardır onun. Kurtarıcı değil yazar, dudağındaki ısırık yarası ondan.

Doğayla bir kavgası vardır yazarın, doğanın dinginliği, sabrı, karmaşık hali içindeki düzeni, ama her şeyden önce doğanın sessizliği onu çileden çıkarır zaman zaman. Annenin vurdum duymazlığı gibidir doğa, hep

dönülmeyi bekler. Yazar doğa kadar bilge olamayacağını bilir.

Doğu-Batı, kasaba-şehir ikilemi, yüzyıllardır Avrupa kıyısında can çekişen toprakların kaderi olmaya devam ediyor. Etmemeli, izlenimi var, gene de koşullar ağır. Bir kanatta, her yerde insanların boğazından midesine doğru akan ve yoksulluk alegorisine dönüşen milli içeceğimiz olan çay, en belirgin biçimiyle Çanakkale Boğaz’ı kıyısındaki çayhanede zenginlik heveslilerine milli piyango bileti satan ihtiyar adamın yüzünde ve monologunda belirir, filmin diğer bütün sahneleriyle teker teker organik bağ kurar. Başka kanatta, birbirini dengeleyerek bütün yol boyunca seni kuşatarak eşlik eden dinin sert ve yumuşak yüzleri, ki sonunda bir masanın çevresinde kaynaklandıkları kökte birleşip dururlar. Başka kanatta piyasanın kurallarına göre oynayan edebiyat dünyasına mensup yazar, köy yazarları. İçinde yüzdükleri bir bardak suyunu derya deniz zanneden, daha doğrusu okurlarına zannettiren, pusuda ise sağanak yağmurdan kaçarak bir kasaba kitapçısına sığınmak zorunda kalan güzel, Batılı görünüşlü bir kız hayali gibi Nobel Ödülü hayali ile gün aşıran kalemşorlar. Devlet kanadından söz etmeye gerek yok, her yerde hazır ve nazır, gecemizi gündüze, gündüzümüzü geceye bağlayan esas sorun...

KİMİN KÂBUSU BU?

Babadan oğla yalnızca ev, tarla, bunların içinde yaşayan anne ve kız kardeş sorumluluğu miras kalmaz; rüyaları, daha doğrusu kâbuslarının sorumluluğu da— çünkü ufuk kapalı— geçiş gösterir kuşaklar arasında.

Babanın ahlat ağacının dibindeki intihar imgesini izler oğlun kendini kuyu ipine çekme imgesi. Varoluşun imkânlarından biridir bu, yolun sonuna kadar gelen, gidilmeyen yol bırakmayan baba oğul için. Zaman

durmuştur bu topraklarda çünkü kâbuslar aynı kalır kuşaktan kuşağa. Onu karıncalar gibi saran kâbuslardan uyanır baba son yolculukta, kasvetli kış soğuğunda ilk kez kendi eliyle savurur karıncaları, korku

içinde kuyuya yaklaşır. Kimin kâbusu bu? Oğlun mu, babanın mı, artık bilemeyiz. İpten sallanan bir oğul değildir babayı bekleyen orada; kuyunun karşıt kutbunda bir Janus’un öbür yüzüdür belki.

Seferis şöyle yazmıştı bir şiirinde: Bulmak istiyorsan, durmakta olduğun yeri kaz. Eldeki koşullar başka imkân sunmadıkça tek çıkar yolu budur belki. Kuyunun dibini kazarak hem babasına sadakatini, yargılı, yargısız infazlarından duyduğu pişmanlığı imâ etmek, hem de her şeye rağmen babanın durduğu hizayı aşmak, köy halkını haksız çıkartmak. Kuyuyu kazmak, Seferis’in şiirinin ışığında da bakarsak, sonunda, bireysel bir eylemin hizmetinde olan bir metaforun sınırlarını epey aşar.

'BABA'YA SAYGI DURUŞU 

Mayıs Sıkıntısı’nda Çanakkale yolunda herkes arabada yorgun yorgun beklerken kıvrak bir genç kadar enerji dolu baba arabadan atlar, Şehitler Anıtı'na kadar koşar, saygı duruşunda bulunur, hızlıca geri döner, arabaya biner, kimseye ama kızmadan, homurdanmadan. Burada oysa Sinan, Muzaffer’in tersine, öyle umursamazdan yerinde duramaz, Sinan’ın kara kışın ortasında kuyuya inmesi öyle güçlü bir metafor oluşturur ki ancak Kuvâ-yi Milliye imgesini zihinde canlandırır. Mayıs Sıkıntısı yapımı sırasında Ceylan belki de bir gün böyle bir köklü dönüş yapacağını öngöremiyordu, Avrupa kapılarının hafifçe aralanmaya başladığı bir dönemdi o günler, ulus kavramının tartışılmaya başladığı günlerdi. Bu aslında konuştuğumuz dilin evrilmesinin yeni bir hareket noktası olabilirdi. Ne ki, olaylar öyle gelişmedi, gelişemeyecekti de. Hal böyle olunca sanatçı da mecburen bireysellik sınırlarını aşan kuvvetli metaforlara ihtiyaç duymaya başladı tekrar. (Yönetmenin kendi babasına geri dönerek tekrar bir saygı duruşu.) Karşısında, Seferis’in İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra viran olmuş Yunan toprakları ile karşı karşıya kaldığı günlerden pek farkı olmayan bir durum vardı çünkü.