Kuyusunu kazan ağaç!

Üç Maymun’da mavi yakalı hatta prekaryen proletaryanın; Bir Zamanlar Anadolu’da farklı katmanlar olmakla birlikte küçük burjuvazinin, Kış Uykusu’nda burjuvazinin; Ahlat Ağacı’nda ise taşralı ve ya da taşra ruhundan muzdarip aydın –entelektüel küçük burjuva dünyanın kuyusuna düşülür. Filmdeki kuyuyu düşünün. Hani su çıkmadığı halde inatla kazılan ve görünüşte tam da bu nedenle –su çıkmadığı için- daha derine inilmek istenen kuyu. Ne hikmetse ne kazıya devam edilen ne de kazmaktan vazgeçilen kuyu.

Google Haberlere Abone ol

Dikkat spoiler içerir!

Murat Utkucu [email protected]

DUVAR - Yüzleşme nedir? Aynadaki zahirîde değil de bir başkasının simetrisinde kendini görebilmektedir. Ama her yüzleşme çabası, yüzleşmesi gerekenin can acıtan inadı olarak ortaya çıkmaz. Mesela tarihin arka planını öğrenmek, mesela Ermeni Soykırımı’na bunca zaman sonra dokunabilmek isteyenlerin neredeyse hepsi, o suça ruhen hiç temas etmemiş ve dökülen kandan haysiyet devşirmemiş olanlar değil midir zaten? O yüzden bu gerçekte bir yüzleşme değil, yüzleşemeyen ötekine çağrıdan ibarettir sadece.

Her Nuri Bilge Ceylan filmi, yüzleşmedir. Sinema salonuna iradesiyle gelip koltuğa oturan 'sanık' perdenin kendisine dair 'karar'ını baştan kabul etmiş olur. Perdede akan hayatta hangi rolü oynuyorsa, rolünün hakikati ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. Hakikat neyse izleyenin yüzüne çırılçıplak deklare edilir. Yüzleşme boğulmadır. Nuri Bilge Ceylan, her sınıf ve katmandan insanı, süse edebiyata, abartıya gerek duymadan olduğu gibi anlatır. Bu 'olduğu gibi'lik, sanatın hayatı daha bir katlanılabilir kılan tatlandırıcı etkisini nötralize eder. Yönetmenin seyirciye acıması yoktur. Filmdeki toplumsalı, sokağı, köyü, şehri, statü ve meslekleri, kültürleri ve bunların kendi içinde ve birbirleriyle olan fark ve ilişkilerini, darlık ve imkânlarını izlerken, seyirci, rahat bir nefes alamaz bir başka âleme dalamaz. 'Kritik' ettiği hikayenin şiddetinden kaçamaz. Arınmak, incelmek, yükselmek değer bulmak için girdiği salondan mide kasılmasıyla çıkar. Dövülerek aşağılanarak değerler sistemi yıkılarak çıkar. Perdenin şiddeti böyle zuhur eder.

Filmdeki karakter, her zaman izleyici ile örtüşmeyebilir. Bir başka sınıf ya da sosyal katmana ait bireyin, bazen sınıf dışı görünen herhangi bir insanın hayatına tanıklık etmemiz istenebilir. Bu insanların; varlığıyla oluşu arasındaki sıkıntıyı, yani olduramadığı varlığını, müdahil olamadığı mahalleyi, gideremediği sosyal eksikliğini, eksik kalan eylemini, ve bunların hepsi dahil donmuş ve bir köşeye itilmiş hayatını izlerken de boğulma duygusu hissedersiniz.

İZLEYİCİ ZAVALLIDIR

“Üç Maymun”da, yoksul hayatına çeki düzen vermek için para karşılığı bir başkasının suçunu üstlenerek hapse girmiş ve aldatılmış koca, aldatan kadın, kardeşini boğulmaktan kurtaramamış ve annesinin ihanetine tanıklık etmiş ağabey ve tüm bu intihar bunaltısıyla yüklü ortamda bir cinayet ve kirli suç ortaklığı üzerinden devam eden bir hayat. Bir başkasının cinayet gibi kazasını üstlendiği için karısının sadakatini ve çekirdek aile düzeninde otoritesiyle birlikte varoluşunu kaybeden bir adam; bir başka cinayetle, o küçük hayatına dair yaptığı ne kadar kendince rasyonel plan varsa hepsinin heba olduğunu görür. Daha da kötüsü, bu rezil, düz ve sıkıcı hayattan kurtulmak için yaptığı tüm manevralar beyhudedir. Ailenin tüm fertleri hayat tarafından köşeye kıstırılmıştır. Çabalamak dibe çekilmekten başka bir sonuç vermez. Boşunadır. Dipteki emekçi açmazı! O insanlar zavallıdır. Bunu izleyici anlar. İzleyici zavallıdır.

ÖLÜMÜ ÖLDÜREMEZSİNİZ

“Bir Zamanlar Anadolu’da” ise yine ihanet ve bir cinayet üzerine kurgulanır hikâye. Cinayet, bir çilingir sofrasındaki talihsiz bir ifşaat ile gerçekleşir. Maktul ve katil esnaftır. Arkadaştırlar. Cinayet ve ihanetle kaderleri sonsuza kadar bağlanır. Gerçek bir kaybedene dönüşürler. Hikayenin ruhunu ise komiser, savcı ve doktor verir. Yani, bir kasabada sürgün hayatı yaşayan üç küçük burjuva. Kendinle barışık, umursamaz neredeyse tek bir karakter yoktur filmde. Muhatap olduklarımız için hayat, denize sonsuz uzaklıktaki bir tali yol üstü kasabasında donmuş kalmıştır. Ama yürekler sıfır derecede bile hararettedir. Bu hararet; yarım kalmış, tamamlanmamış, tamamlanamayacak eski hikâyelerin acısıyla gelir. Ve ölüm duygusu, balyoz gibi kafalara iner. Yaşayamadığınız hayatta ölümü yaşarsanız. Ölümü öldüremezseniz ölüm sizi yaşarken öldürecektir.

“Kış Uykusu”, merkezden uzağa savrulmuş, çok daha başka bir 'yer'de olması gerekirken Anadolu’nun pek de ücra olmayan ama yine de 'medeniyet'in dışına savrulmuş kasabasına kapılanmak zorunda kalmış burjuva ve entelektüellerin çevresinde ve kesinlikle ücra bir mevsimde, yani kışın geçer. Zaten filmin adı zaman ve mekânla uyumludur. Yani uyku hali… Ölüm de olabilirdi. Kış Ölümü. Ama ölüm, iç sıkıntısını veremez. Uyku, insanın iradesiyle ilişkilidir; silkinmek mümkünken kahredici bir tercih olarak yaşanır: Varoluşunun değeri bilinmediği için şikayet edenler, uyumak için kuytuya çekilmişlerdir. Sanki kendileriyle birlikte kendilerinden mahrum bıraktıkları toplumu cezalandırmaktadırlar. Merkezden kaçmışlar, kaderlerine, topluma, sisteme ve efendilere boyun eğmişlerdir. Ama filmde, kadir kıymet bilmeyen efendilerle bozuşmak ne kelime, parya sıfatıyla yer alanlar da vardır.

Çoğu, mevcuda tevekkül edip kabullenmenin huzurunu yaşarken bir kaçındaki kronik ve saklı öfkenin sonuçsuz bitimsiz ve hatta anlamsız yani sizi bir yere götürmeyecek kasılmasını görür ve sancıyı karnınızda hissedersiniz. Merkez kaçkını yarı efendinin parasını sobada yakarak kendince Shakespearevari onur dersi veren o işsiz adamı hatırlayın. Sahne ne kadar da teatraldir! Tiyatro eleştirmeni ile kızkardeşinin konuşmalarını hatırlayın: Akıl verenin o zarif ve ince medeniyet mümessili kimliğinden nasıl kaba ve gerçekten hiçbir özelliği olmayan taşralı burjuva ideolojisinin ucuz kalemşörlüğüne düşüverdiği o enfes münazarayı!.

O bujuva rantiye sınıfına cemiyetin gösterdiği değerin hakikat perdesini tek bir sözle yırtıp atan öğretmenin anlık çıkışını, sonra insanın içini acıtan ricatını ve nihayetinde İktidarın ve kötülüğün –bu ikisi birbirinin mütemmim cüzü değil midir?- timsali III.Richard’ın sözünü yumruk olup masaya bırakmasını inceleyin. Taraflı bir hakemin yer aldığı o “düello” sahnesi! Ama burada Jack London’un Demir Ökçe'sindeki gibi okuru bir meselede ikna etmek üzere kurgulanmış sonucu baştan belli polemikler yoktur. Mesele başkadır. Hayat senaryosunda herkesin bir rolü vardır. Lakin kimse rolünden memnun değildir. Statü memnuniyetsizliğinin ötesine geçer sıkıntı. Varlığından haz almamak peşisıra gelir. Çünkü eksik varoluş derdindedir o herkes. Yine de verili pozisyonları neyse onu yaşar sonuna kadar pozisyonlarını pespayece savunurlar. Mutsuzdurlar ve kaderleri sülük gibi yapışır ruhlarına. Belki kaderlerine sülük gibi yapışan da kendileridir.

Ahlat Ağacı, bu filmler içinde şu satırların yazarının, sınıf, katman, varoluş artık ne derseniz işte tam da o sıfatla karakterlere kendini en yakın hissettiği Nuri Bilge Ceylan filmi. Üç Maymun’da mavi yakalı hatta prekaryen proletaryanın; Bir Zamanlar Anadolu’da farklı katmanlar olmakla birlikte küçük burjuvazinin, Kış Uykusu’nda burjuvazinin; Ahlat Ağacı’nda ise taşralı ve ya da taşra ruhundan muzdarip aydın –entelektüel küçük burjuva dünyanın kuyusuna düşülür. Filmdeki kuyuyu düşünün. Hani su çıkmadığı halde inatla kazılan ve görünüşte tam da bu nedenle –su çıkmadığı için- daha derine inilmek istenen kuyu. Ne hikmetse ne kazıya devam edilen ne de kazmaktan vazgeçilen kuyu.

Film sonunda, entelektüel olduğunu kendine ve kimseye kanıtlayamayan ama sancılarıyla acılarıyla toplumdan kopukluğuyla yamru yumruluğuyla, yalnızlığıyla, kendine gölgesi dolayısıyla faydası olmayan gerçek bir Ahlat Ağacı olduğunun bilinciyle ana karakter yani Genç Sinan, o kuyuda kendini asar… gibi yapar ve sonra iner kazmaya kuyusunu… Yani kuyu onun ölümü ama aynı zamanda inadıdır. Köyün darlığına mahkum taşra kafalı, fakir “zavallı”, lakin acınası dahi olsa; duruşu, küstahlığı ve kafasındaki soru işaretleriyle, yine de yaratıcılığı ve yaratma çabası ile o kuyu Sinan’ın değeridir. Sinan’ı değerli kılar. Ayrıştırır. Varlığının topluma ne kattığının ne aldığının önemi yoktur. Varoluşunu bu şekilde gerçekler. O başka bir yerde durmaktadır. Ormanın içinde değil. Gölgesi bile yoktur. Ama bazen meyvesi nasıl da mükemmel bir kahvaltı için işe yarar. Kumar bağımlısı olup saygınlığını yitiren baba öyle söyler. Yönetmen öyle söyletir babaya.

TAŞRALI ENTELEKTÜELİ

Taşralı entelektüelidir. Bu küfür gibi etiketin üzerine nasıl yapıştığını görür. Kasabanın darlığı içinde boğulur. Ama darlığını, sınırlarını bilir. Bildiği için öfkelidir. İnsanlardan nefret ettiğini söyler. Dürüsttür yani. Hayatla teması nefret üzerine şekillenir. Varlığı eksik kalmıştır. Kitabını bile basamaz. Kitabını anlatamaz. Taşrayı, taşralı insan inceliklerini yani memleketini anlattığı kitabını bastırmak için kasabalı eşrafın ayağına gider. Cesametini göstermek eserini yükseltmek ister, ama kendi de kitabı da düşer. İki bin lira, evet “sadece iki bin lira için”, yarattığı eseri bir müsamere ucuzluğuna indirmek zorunda kalır. Eşraf, derinlik istemez: Turistik broşür ister; milliyetçi destan ister. Ticaret ve ideolojik propaganda ister. Ama hepsi eserin kalitesinde hem fikirdir. Öyle derler. Ne hikmetse eser biraz yersizdir. Bunu da eklerler. Tıpkı yazarı gibi… İşte bunu söylemezler. Ama biz duyarız.

Kasabanın sahipleri, kitap için gereken parayı az hem de çok az bulur lakin vermezler. Yetmez, bir de Sinan’ın kitabı üzerinden kendilerini yüceltirler. Belediye başkanı para değil de bir başkasının şiir kitabını vermeye kalkar. Sahne manidardır. İhtiyacı olanın kıvranışını yani acıyı ve bunaltıyı seyretmek, seyreden için nasıl da keyif vericidir. Bir başkasının açlığını gidermek yerine tokluğun erdeminden söz etmek mesela. Müteahhit tam da bunu yapar. Üniversite mezunu arkadaşlarının başarısızlığından kendine başarı devşirir. Varoluşun anlamını müteşebbis ruhunda ve şirket kasasında bulup kendini yüceltirken yardım isteyen entelektüeli aşağılar. Yazılanı küçümser yazılması gerekeni öğütler. Sadaka niyetine aklını verir parası cebini ısıtır. Sinan’ın payına aşağılanmak düşer.

Ama aynı Sinan, kum ocağından çıkışta kasaba yolunda karşılaştığı Hatice’yi ve onun mahkumu olduğu hayatı pervasızca aşağılamaktan çekinmez. İç sıkıntısı gibi küstahlığı da içseldir. Boğulduğunu ve buralardan kaçıp gideceğini söyler. Hatice’ye boğulma hakkı yani varoluş sancısı çekebilme ayrıcalığı tanımaz. Genç kızın alaycı uyarısıyla bir nebze kendini toparlar. Tuhaf olan, tıpkı Hatice gibi o da hapishaneden kaçamayacaktır. Ve genç kız en az Sinan kadar belki de daha fazla bilincindedir mahpusluğunun!

DERİN, İNCE VE KLİŞE ELEŞTİRİLER 

Sinan nefret eder. Babasından, kasabadan, arkadaşlarından herkesten nefret eder. Nefreti bunaltıyla bunaltısı küstahlıkla beslenir. Eleştireldir. Derin ve ince eleştiriler. Ama eleştirileri de klişedir. Sevgilisi başkasıyla evlendirilen genç adama yaptığı Othello tadındaki ayrılık felsefesi böyledir mesela. Kitapçıda taşranın tanınmış yazarını klişe kullanmakla iğneler. Ama anlatımı küstah klişelerle bezelidir. Tüm bu ince ve derin lafazanlıkların merkezinde nefret, nefretinin merkezinde ise kendine duyduğu öfke vardır. Genç yaşında üzerine kilitlenmiş bir hayatı yaşamaktadır. Bu hayatı ölene dek yaşamak zorundadır sanki. Başarısızlığı hisseder.

Kendi hakikatini bilmeyenlere öfkelidir. Kendi hakikatini bildiğin için de kendine… O sevgilisini başkasına kaptıran genç, büyük aşkını herkesin kıskandığını söyler. Oysa büyük aşkın kadını daha dün Sinan’ın dudağını ısırmıştır. Herkes kendine yalancıdır. Herkes kendini abartmaktadır.

ZAHİRİ BİR KABUL!

Çok gençtir Sinan, henüz yeni okulu bitirmiştir ama biz sanki ununu elemiş eleğini asmış bir yorgun ruh görürüz. Zaman dışıdır sanki. Genç yaşta umutsuzluğuyla yenik düşmüştür hayata. Bu nedenle Ahlat Ağacı gibi, Ahlat ağacı kadar yalnızdır. Başarısız bir entelektüeldir. Bu aslında aynada gördüğüdür biraz. Yani zahiri bir kabul! “Entelektüel olduğunu kanıtlayamayan bir entelektüel”! Bu gerçektir ama! Yazdığı kitap ki adı Ahlat Ağacı’dır, halka, insanı anlatmak üzere kaleme alınmıştır. Ama olmamış birikimini bilgisini içgörüsünü paylaşamamış, o ince işçiliğini dışarıya aktaramamıştır. Kitabının hiç satmadığını görecektir. Okuyan sadece babasıdır. Ve şaşırarak şu yenilgiyi kabullenmiş cümleyi kurar:“Kitabımı okuyan biriyle karşılaşacağımı ummuyordum.” Hâlbuki kitabı annesi için imzalamıştır. Ama annesi kitaba sadece şöyle bir bakmıştır. Öyle der bir sahnede.

Babasına hiç acımaz Sinan. Çünkü babası gibi olmaktan korkar. Kumara düşkünlüğünü şu hayata katlanmak için bulduğu zavallı bir yol olarak görüp belki de tuhaf bir sahiplenme duygusu geliştirse de İdris Bey’e, biricik rol modeli olarak babasını küçümser onu aşağılar. İkiyüzlü gördüğü tavırlarını yüzüne vurur. Çünkü baba, oğlun zorunlu tanrısıdır. Tanrının zavallılığı, yarattığına acıdan başka ne verebilir ki. Babada oğul, geleceğini görür. Babası da öğretmendir. O da bir zamanlar kitaplara düşkündür. Saygındır. Örnektir. Oysa şimdi hiçten bile düşüktür.

ENTELEKTÜEL YALNIZDIR

Entelektüel nedir? Hayata, başka bir yerden bakan akıldır. Çoğunluğun bakmadığı standart dışı bir yerden. İnsanî detayları bir fotoğrafçı dikkati ile yakalayan kaşif! Peki keşfetmek küstahlaştırır mı? Evet. Ama aynı keşif süreci küstahlığı da kendine ifşa eder. Etmezse ahlaksız ve bir taklittir sadece. Taklit çoğunluğun parçasıdır. Entelektüel yalnızdır. İnsani detayları topluma iletmeye kalktığında ahlat ağacına dönüşür.

Varlığının eksikliğiyle yaşamak zorunda olmak! Varoluşumuz nedir? Levh-i Mahfuz kaydı mı? Metafizik bir kehanet, bilimsel bir dayatma mı? Yoksa bizim kurmacamız mı? Dışsal nesnel deterministik mi? İçsel öznel volantiristik mi?

Sinan bu haliyle değerli mi? Değeri dışsal mı? Film buna vurgu yapmıyor. Zaten saçmalık olurdu bu. Sahne bu haliyle verilir. Bir fotoğraf çeker film. Ama fotoğrafta karakterlerin kaosunu da karanlık renkler olarak izleriz. Görürüz yaşarız. O kadar gerçeğin kopyasıdır ki kopya değildir aslında, izlerken Sinan’ın tüm çelişkileri küstahlıkları acıları o bitimsiz amaçsız kuyuyu kazma inadı bütünleşir ve Ahlat Ağacının ta kendisi olduğumuzu hissederiz.

Film bir sanat olmaktan çıkar. Filmin içine girer ve seyircileri izlemeye başlarız. Kendimiz, canımızı acıtan yüreğimizi yırtan ve nihayetinde sinema salonunda boynumuza dolanan ip olup kendimizi boğar. Ahlat Ağacı'nın dalına kendimiz asar ve salondan çıkıp gideriz.

Hepsi bu kadar mı? Ya umut? Hiç mi yok! Filmin sonuna Nuri Bilge Ceylan, umuda benzer bir sahne koyar. Sinan askerden döner. Babasını köy evinde bulur. Otururlar evin önüne. İdris Bey kuyuyu gösterir. “ Bir kez de haklı çıktılar” der acıyla gülerek. Ve ekler. “Bari bunda haksız çıkaydılar. Baba ile oğlun kaderi, suya bir türlü ulaşılamamış o natamam kuyuda kesişir. Özdeşleşir. En son sahnede Sinan’ı kuyuda asılmış görürüz bir an. İçimiz acır. Ve bir an sonra çıkrıktaki lanetli ip boşalır ve derinde Sinan’ın, elde kazma, kuyu ile girdiği savaşına tanık oluruz. Kazma, inattır. Tutunmadır. Sinan kendine tutunur. Kazmak, evet, direnmektir. Suya ulaşmak? Önemli olan haklı çıkanların şerrini boşa çıkarmaktır. Sinan umudu kazmaktadır.