Filmlerin politikayla imtihanı!

Politik filmlerin sinemamızdaki yerine bakacak olursak, ne yazık ki bu alanda büyük bir boşluk olduğunu söylememiz gerekir. Son dönemdeki filmlerde bazı konuların biraz eşelendiğini görsek de, yine sinemamızda politik konularda ciddi bir eksiklik, ciddi bir uzak durma mevcut. Sosyal konuları öyle veya böyle, ucundan, kıyısından işleyen filmler var ve bazı filmlerde ufak politik göndermeler gözümüze çarpıyor ancak filmin merkezine politik bir olayı koyup bunu inceleyen filmlerin sayısı ne yazık ki çok az...

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yabancı filmlerde, özellikle Hollywood sinemasında, politika her zaman sinemanın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu etki kuşkusuz epey bir zaman önce başladı ancak son 20-25 sene içerisinde kendini daha fazla gösterir oldu. Amerika’nın dahil olduğu siyasal krizler, müdahaleler ve politik tutum, bazen inceden, bazen de adeta bağıra bağıra, filmlerde seçilen düşmanlara, ortama ve karakterlere yön verdi. Örneğin bazı filmler savaşın gaddarlığını (Saving private Ryan(1998) ve benzerleri…) etkileyici bir şekilde sunup, bu görüntünün altında son tahlilde Amerika’yı yine yücelttiler, bazıları ise daha açık bir şekilde, daha en baştan taraf tutup ( The hurt locker (2008), Zero Dark Thirty (2012), American Sniper (2014)…) bu olayları sadece belli bir bakış açısından resmettiler. Bu sinemasal tutum kuşkusuz 11 Eylül olaylarından başlayarak, Müslüman karşıtlığı, Amerika’nın askeri müdahaleleri, son senelerde sırasıyla Bush, Obama ve Trump’ın başkan seçilmesi gibi olaylarla çok yakın bir bağlantı içerisindeydi.

Bizce işin asıl ilginç olan tarafı, değindiğimiz açık örnekler dışında, görünürde çok daha az politik olan ve çok değişik türden filmlerin de ister istemez böyle izler taşımasıydı. Aksiyon, felaket filmi, dram hatta komedi olarak bile sınıflandırabileceğimiz filmlerin pek çoğu asli görevlerini yerine getirmeye çalışırken aynı zamanda da bir şekilde politikaya bulaşıyorlardı. Bunu anlamak için sadece Rambo serisi gibi (özellikle Rambo 2 ve Rambo 3) veya İndependance day (1996) gibi neredeyse militan bir bakış açısı sunan macera-bilimkurgu filmlerine bakmamız gerekmez. Spielberg’in iyi kalpli uzaylıları (Üçüncü türden yakınlaşmalar/1977 ve E.T/1982) ve sunduktan sonra kötü kalpli uzaylılara dönmesi (The War of the Worlds /2005)), James Cameron’nun eğlenceli ve heyecanlı bir aksiyon filmi çekerken Müslümanlara inanılmaz bir şekilde yüklenmesi (True lies /1994) veya çok daha yakın bir tarihte izlediğimiz The Mummy (2017) filminde Amerikan askerlerinin dünyanın yok oluşunu son anda önlemesi bu yumuşak diyebileceğimiz taraf tutma olayında sayabileceğimiz, aklımıza gelen ilk örnekler olabilir…

ALTERNATİFLER VE GÜNAH ÇIKARMA…

Tabii bütün bu furyanın içinde Sean Penn, Tim Robbins ve George Clooney gibi isimlerden oluşan daha muhalif bir kanat var ki, bu oyuncu-yönetmenler genelde daha ortadan bakan, daha eleştirel, daha ‘ilerici’ filmler çıkarabiliyor. Filmleri sadece oyunculuk ve yönetmenlik açısından doyurucu sonuçlar vermekle kalmıyor aynı zamanda geçmiş ve şimdiki siyasal olaylara daha dengeli bakmamızı sağlıyor. Bu kanadın yarattığı filmler, Amerika’nın tutumuna dair bir özürden ziyade bir yeni yol açama hissiyatı gösteriyor.

Bu isimlerin dışında bazı filmler, bazen yönetmenlerinin değişik bakış açısı, bazen ise cesur bir tutum sayesinde Amerika’nın arka bahçesine bakmayı başarıyorlar. Aklımıza gelen ilk örnekler olarak Constant Gardener (2005), Syriana (2005), ( gerçi bu filmde de Clooney imzası var!), Blood Diamond (2006), Hotel Rwanda (2004) gibi filmleri sayabiliriz… Bu filmler kuşkusuz kıyıda köşede kalmış, hiçbir ünlü isim barındırmayan, bağımsız filmler değil fakat birçok filmin siyasal görüşünden farklı bir yaklaşım takındıkları da kesin…

SİYASAL LİDERLER ÖNEMLİDİR…

Bütün bu filmlerin yanı sıra bir de, özellikle son zamanlarda yine uyanış içerisinde olan, önemli izler bırakmış olan siyasal liderlerin hayatlarını, daha doğrusu hayatlarının bir kısmını anlatan filmler mevcut. Bu filmlerinin en önemlilerinden biri bizce Oliver Stone’nun cesur yaklaşımıyla çektiği Kennedy’nin suikastının arka perdesini anlatan JFK (1991) filmiydi. Amerika’nın büyük ayıbı olan bu siyasal suikast, bilindiği üzere halen aydınlatılmamıştır ve esrarını hala korumaktadır. Bu filmden sonra Nixon (1995), Churchill (‘Churchill’ (2017) ve ‘The darkest hour’ (2017), Thatcher (The İron Lady (2015) ve hatta Bush (2008) adında, diğer liderleri anlatan başka filmler çekildi. Bizce bu filmlerin hepsi başarılı oyunculuklara rağmen, bu liderlerin insancıl yönlerini gösteren ve verdikleri, sonucu ağır olan kararları affettirmeye çalışan filmlerdi. Tabii ki bu liderlerin değişik yönlerinin işlenmesi ilgi çekici olabilir ancak dünya siyasetinde yarattıkları dalgalanmaları da biraz taraflı izlediğimiz yadsınamaz bir gerçek.

AVRUPALI DURUŞ…

Avrupa sinemasının ve yönetmenlerinin politik duruşu başlı başına başka bir yazının konusu olabilir ve Costa Gavras, Bertolucci, Wajda gibi çok büyük isimler çok önemli politik filmlere imza attılar ama özellikle Ken Loach’a ayrı bir parantez açmamız bizce şarttır. Nerdeyse her filminde politik ve sosyal konuları büyük bir incelikle işleyen İngiliz yönetmenin kendi başına bu alanda bir ekol yarattığını söylesek herhalde abartmış olmayız. Başta kendi ülkesinin sosyal sorunlarını (özellikle Thatcher dönemindeki işçilerin sorunları) irdeleyen Loach, bunun yanında kendi ülkesine saplanıp kalmadı ve Nikaragua’dan İspanya iç savaşına kadar, birçok ülkenin tarihini derinden etkileyen hikayelerin filmlerini de çekti. Filmlerinde her zaman politik bir duruş ancak asla rahatsız edici bir dayatma yoktu. Ele aldığı konuları (genelde) o kadar iyi ele aldı ki, seyirci filmleri izlerken kendini bir taraftan ziyade o ortama atılmış bir tanık gibi hissetti. Tabii ki Loach’ın bazı filmleri diğerlerinden daha başarılı sayılabilir ama yönetmenin orta derecede başarılı filmlerinde bile asla şematik bir anlatım, basmakalıp mesajlar ve duygu sömürüsü çabasına tanık olmadık…

YERLİ SİNEMAMIZDAKİ EKSİKLİK…

Politik filmlerin sinemamızdaki yerine bakacak olursak, ne yazık ki bu alanda büyük bir boşluk olduğunu söylememiz gerekir. Son dönemdeki filmlerde bazı konuların biraz eşelendiğini görsek de, yine sinemamızda politik konularda ciddi bir eksiklik, ciddi bir uzak durma mevcut. Sosyal konuları öyle veya böyle, ucundan, kıyısından işleyen filmler var ve bazı filmlerde ufak politik göndermeler gözümüze çarpıyor ancak filmin merkezine politik bir olayı koyup bunu inceleyen filmlerin sayısı ne yazık ki çok az… Bizce sinemamızda bu tür filmlerin kısırlığı, üzerine düşünmemiz gereken çok önemli bir konu…

Sinemamızda bu açıdan bir ilerleme olacağını umarak, 68 kuşağının sözünü hatırlatarak bağlayalım: ‘ Politika her şey değildir!’ ancak unutmamız gerekir ki: ‘Her şey politiktir!’