'Transit'in yönetmeni Christian Petzold: Amacım zamanı işaretlemek değil
'Transit' kitabını sinemaya uyarlayan yönetmen Petzold: Oğlum 'akıllı telefon gösterme' dedi!
DUVAR - Aralarında ‘Barbara’ ve ‘Phoenix’in olduğu filmlerle günümüz Alman sinemasının önemli yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen Christian Petzold’un yeni filmi ‘Transit’, Türkiye’de 7 Eylül’de gösterime girdi. Bu yıl Berlin Film Festivali’nde yarışan film, Nazilerden kaçan ve ölmüş bir yazarın kimliğini çalan bir adama odaklanıyor. Anna Seghers’in aynı adlı romanından uyarlanan filmde Petzold, zaman eksenini yerle bir eden ve mülteci olmakla ilgili genel bir hissi yakalayan çalışmasıyla büyük takdir topladı. Yönetmenin Milliyet gazetesinden Nil Kural'ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
Film, geçmiş, şimdi ve geleceği bir araya getiriyor. Zamanı belli etmek için akıllı telefon kullanmayı düşündünüz mü?
İki çocuğum var. İkisi de akıllı telefonlarla büyüdü. Benim için bunlar sadece telefon ama onların dünyasının merkezi. Oğlum dedi ki, “Filmde akıllı telefon gösterme çünkü bu, filmi kısa sürede eskitir”. Bunlar sonuçta tüketim ürünleri ve zamanı işaretliyorlar. Ama benim bu filmdeki amacım zamanı işaretlemek değil, bir geçit olarak kullanmaktı.
Kimlik konusu sizin için ne kadar önemli? ‘Transit’te olduğu gibi ‘Phoenix’de de birinin kimliğini, yerini almak konusu ön plandaydı.
Kimliğin öne çıkmasının nedeni sinemaya dair merakım. İnsanların başkasının kimliğine büründüğü hikayeleri çok seviyorum. Mesela Michelangelo Antonioni’nin yönettiği Jack Nicholson’ın karakterinin gazeteci olup başkasının kimliğini aldığı ‘The Passanger’ gibi... Bazen bu hikayelerde insanlar hayatlarının boş olduğunu düşünür ve yeni kimliğin yeni imkanlar, taze heyecanlar sunacağına inanır. Ama yeni kimlikte de insan hep kendisini yanında taşır. Mültecilerde de durum böyle. Zamanında geniş kitleler halinde ABD’ye göç eden İrlandalı ekonomik mültecilere veya ABD’ye giden ‘Sopranos’daki gibi İtalyanlara bakarsanız görürsünüz ki hep kimliklerinden bir şeyleri yanlarında taşırlar. Bir sırt çantası gibi. ‘Transit’te de hikayenin merkezinde de bu var: Kimliğinizi ne kadar değiştirirseniz değiştirin kendinizden çıkamazsınız, kim olduğunuzdan uzaklaşamazsınız.
Filmin uyarlandığı Anna Seghers imzalı kitapla özel bir bağınız var mı?
‘Transit’, Harun Farocki’yle referans kitabımızdı. Çünkü mülteci olarak yaşamakla ilgili. Harun’un ailesi de mülteciydi. Benim ailem de 1960’larda mülteciydi. Mülteci olma, geçiş halinde bulunma durumu Harun ve benim hayat hikayemizin ortak yönü. Belki de bu yüzden sinemada geçiş halindeki insanları konu alan filmlere hep ilgi duyduk. Mesela ‘The Asphalt Jungle’. Belki bu yüzden kitabı uyarlamak benim için önemliydi.
Filmde 1940’ların kara film geleneğinden izler var mı?
1940-1944 arası Hollywood kara film dönemi, o görüntü ve doku, Alman yönetmenler, Alman ışıkçılar ve Alman görüntü yönetmenleri tarafından yaratıldı. Bu insanlar da Nazilerden kaçan mültecilerdi; Billy Wilder, Robert Siodmak ve binlercesi gibi. Bu insanlar yaşadıkları dehşeti ve geçiş hissini Hollywood’a taşıdılar. Bunları ekibime anlattım ve bu dönemdekiler gibi bir kara film çekmeyeceğimizi söyledim. Benim ‘Transit’te istediğim çok hava, çok ışık, çok güneşle hafifliği de olan bir kara film hissiydi.
Neden kitaptaki gibi 2. Dünya Savaşı’nda değil de, şimdiki zamanı da içine alan bir film çekmek istediniz?
Sinemanın tarih ve edebiyatı ele alışını bazen korkunç buluyorum. Tarih, bir müzedeki gibi yeniden canlandırmaya çalışılıyor filmlerde. İnsanlar da pazar günü bir müze ziyaretine gibi sinemaya gidip Marie Antoinette veya Napolyon o dönemde nasıl yaşamış türünde bir film izleyip evlerine dönüyorlar. Bu tür bir tarih anlayışı, ölü bir tarih anlayışı. Oysa bence tarih William Faulkner’ın dediği gibi ele alınmalı: “Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir.” Etkilerinin hâlâ sürdüğü hesaba katılmalı.
Bu dediğinizden yola çıkarsanız, mesela 2. Dünya Savaşı sizi bir Alman olarak nasıl etkiliyor?
Berlin’de Potsdamer Platz’ta oturduğumuzu düşünün. Etrafta 2. Dünya Savaşı’ndan önceye ait sadece iki bina var. Tam oturduğumuz yerde eskiden bir yetimhane vardı. Werner Herzog’un 1974 yapımı filmi ‘The Enigma of Kaspar Hauser’ın başrol oyuncusu Bruno Schleinstein burada büyümüştü. O yetimhane bombalandı ve Bruno bunun travmalarını taşıdı. Berlin’in geneli için bu örnek düşünülebilir. Tarih tarafından işaretlenmiş ama modern bir şehir. Ben de bu şehir gibiyim. Benim hayatım da geçmiş tarafından işaretlenmiş ama aynı zamanda da hatırlayıp tarihi anlamlandırmaya çalışıyorum.