Eşitlik Savaşçısı: Anayasayı sorgulatacak dava!
‘Eşitlik Savaşçısı’ önemli bir dönemi ve davayı anlatan ancak bunların ağırlığını seyirciye tam nakledemeyen bir yapım… Filmin özellikle bir kadın yönetmenin elinden çıktığını göz önüne alırsak, açıkçası çok daha fazla şey bekliyorduk!
Yönetmen Mimi Leder’ın son filmi, özellikle 1950’li yıllardan başlayarak günümüze kadar uzanan, üniversite eğitimi, iş dünyası gibi birçok alanda hissedilen, cinsiyet ayrımcılığı gibi çok önemli bir sorunun altını çiziyor. Gerçek bir hikayeden esinlenen ‘Eşitlik Savaşçısı’, çok ciddi bir emek sonrasında avukat olan bir kadının, birçok başka kadın gibi, önüne erkek iktidarı tarafından konulan engellerle mücadele etmesini ve neredeyse Anayasanın bile, bazı maddelerinin cinsiyetçi bir tutumda olduğunu kanıtlamaya çalışmasını beyaz perdeye taşıyor… Leder’ın konu olarak ele aldığı hikaye ne kadar önemli olsa da, yönetmenin bunu ele alış biçimi düz, mesafeli ve fazla akademik duruyor… Filmi izlerken bazen (ilginç) bir hukuk makalesi okuyor, bazen ise klasik bir belgesel izliyor gibi kapılıyoruz.
Ruth Bader Ginsburg (Felicity Jones), 1956 yılında, erkek öğrencilerin çok büyük çoğunlukta olduğu Harvard Üniversitesi'nde, hukuk eğitimi gören, idealist bir genç kadındır. Kendisi gibi avukat olan kocası ve bebeğiyle mutlu bir aile yaşantısı süren Ruth, kocasının ani baş gösteren kanser hastalığıyla, ciddi anlamda sarsılır. Kocası bir süre sonra iyileşir ancak Ruth’un sonrasında başvurduğu bütün hukuk firmaları, aslında kadın olmasından dolayı, ona iş vermeyi reddederler. Gerçekten bir şeyleri değiştirecek bir avukat olmayı hedefleyen Ruth, bu amacından vazgeçmek zorunda kalır ve hukuk öğrencilerine hocalık yapmaya başlar. Aradan epey bir süre geçer ve 1980 yılında, Ruth’un gözüne bir erkek (!) için yapılan bir hukuki eşitsizlik vakası çarpar. İşin peşini bırakmayan Ruth, neredeyse Anayasanın bile cinsiyetçi bir tarafı olduğunu kanıtlamak için dava açar…
RUTH, HER ŞEYDEN ÖNCE BİR AVUKAT…
Amerika tarihinde önemli izler bırakan bir hukuki veya ekonomik krizi işleyen filmler, her ne kadar içerik açısından önem taşısa da işleyiş ve biçim açısından, bizce, seyirciler için biraz yabancılaştırıcı, kavraması kolay olmayan bir hava taşıyabiliyor. Eğer ele alınan konu ırkçılıksa, filmin önü daha çok açılıyor çünkü bu konu çok daha evrensel ve güncel bir eksende duruyor.
Bu filmde yaşadığımız sorun, göreceli olarak yakın zamanda gördüğümüz Amerika’nın yaşadığı 2008 ekonomik krizini işleyen ‘The Big short’ (2015) filmindeki sorunla benzerlikler taşıyor. ‘The Big Short’ filminde de, birçok açıdan başarılı bir yapım olsa da ve işlediği konu önemli olsa da, karakterlerin yaşadığı şoklar, şaşırmalar ve ağızlarını açık bırakacak kadar etkili olan sürprizler, finans dünyası hakkında çok önemli bilgisi olmayan seyircileri etkilemiyordu. Amerika’nın ekonomisini bir dönem yerle bir eden bu kriz, kuşkusuz neredeyse bütün dünyayı, her alanda etkilemişti, ancak bunun nedenleri, çıkış noktası, değişik süreçleri ve yan etkileri biraz karışık, toparlaması zor, izlenmesi yorucu bir şekilde beyaz perdeye yansıtılmıştı…
‘Eşitsizlik Savaşçısı’ ise belki hukuksal olarak bu kadar ‘alengirli’ alanlara girmiyor ancak filmdeki hukuksal süreç, dava için araştırma ve hazırlık, diğer avukatlarla fikir alışverişi sekansları biraz seyir keyfi düşük, önemli dalgalanmalar yaratmayan, düz bir şekilde akan bir hikaye izliyormuşuz hissiyatı veriyor. Bir ‘Dava’ filminden çok ‘Hukuk’ filmi izliyoruz!
KÜÇÜK BİR DAVADAN ANAYASA’YA…
Aslında filmin çıkış noktasını ve Ruth’un hukuksak mücadelesini başlatan göreceli olarak küçük bir eşitsizlik. Üstelik bu sefer mağdur bir kadın değil de bir erkek olsa da… ( Hasta ve yaşlı annesine bakmak için bakıcı tutan bekar bir erkek, vergi indirimi yaşamıyor!). Ancak bu ufak eşitsizlikçi ve cinsiyetçi tutum Ruth’u o kadar etkiliyor ki, her zaman düşlediği, neredeyse devrim yaratacak ve Anayasa’nın bile hakkaniyetini sorgulatacak bir davayı açmayı tasarlıyor. Bu esnada çok sevdiği avukat kocasının, artık belli bir yaşa gelmiş ve 1980 dalgasıyla apolitik tutumunu tamamen aşmış kızının ve bazı avukat arkadaşlarının desteğini alıyor. Ancak bu tabii ki zahmetsiz olmuyor çünkü bu desteğin etrafında ciddi bir endişe ve çevre baskısı var. Avukat kocasının çalıştığı hukuk şirketi bu durumdan rahatsız, bazı avukatlar davayı ‘ölü bir dava’ gibi görüyor ve kızı ise annesinin 1980 olaylarında aktif bir şekilde yer almamasından dolayı ona biraz kızgın…
Film, büyük ölçüde Yüksek mahkemeye intikal edecek davaya kitlenmişken, yönetmen, Ruth’un hayatında yaşanmış bazı önemli olayları da filmine katıyor. Örneğin Ruth’un kocası Martin çok erken kanser olup sonra zorlu bir iyileşme süreci geçiriyor. Yine Ruth bu cinsiyetçi davaların miladı olan bir olayın başkarakteri Dorothy ile tanışıyor. Ergen yaşlardaki kızı, politik açıdan annesiyle sık sık takışıyor.
Bizce karakterin hayatında önemli yerler tutsa da filmin merkez hikayesini pek beslemeyen bu olaylardan bir tanesi gerçekten kayda değer ve Ruth’u gerçek anlamda tetikler nitelikte… Normalde basit ve önemsiz bir sekans gibi duran bu sahne bizce filmin dava dışında yer alan can damarlarından birisini oluşturuyor: Avukatlardan biriyle bir toplantıdan dönen Ruth ve kızı, araba beklerken, birkaç sokak işçisi onlara laf atıyor. Ruth rahatsız olmuş ama duymazlıktan gelirken, kızı Jane aynı sertlikte onlara cevap verip, susturuyor. Kızının bu tepkisi karşısında önce şaşıran sonrasında ise onun bu başkaldırışına hayran kalan Ruth, duygularını ‘Artık başka bir çağda yaşıyoruz! Bu çağda kadınlar tepki veriyor!’ sözleriyle dile getiriyor. Bu olay hem kendisinin gençliği zamanındaki kadınların ezilmesinin artık kısmi olarak azaldığının veya olsa bile genç kadınların buna tepkisiz kalmayacağının sinyalini veriyor. Bu ise, ona, bir anlamda inandığı davayı sürdürmesi güç ve motivasyon veriyor.
AĞIR ABİLERİN MAHKEMESİ…
Tamamen kişisel olarak, genelde mahkeme sekansları barındıran, genel bir tabirle ‘mahkeme filmlerini’ beğeniriz. Önemli davalar sırasında avukatların kullandığı sebepler, etkileyici konuşmaları, birbirlerine kurdukları delil tuzakları ve (ne yazık ki bizde olamayan!) jüriyi farlı yollara iten tutumları bize her zaman ilginç gelmiştir. Bu tür filmlerin başarılı örnekleri tek tek sayamayacak kadar fazladır.
Bu filmde ise final sekansını beklerken, yani Ruth’un Yüksek mahkemeyi karşısına aldığı sekansın filmi iyice ayağa kaldıracağını ve çok etkileyici sahneler sunacağını beklerken, beklentilerimiz pek karşılık bulmuyor. Ruth genelde uslu bir şekilde ve mesafeli bir tavırla dava nedenlerini açıklıyor, karşısında onu tamamen sindirmeye hazır Yüksek yargıçlar (tabii ki hepsi erkek!) karşısında açıklamalarını yapıyor. Sanki Anayasa’yı sorgular değil de basit bir kamu davası izliyor hissiyatına kapılıyoruz.
Film, belki Ruth’un avukat arkadaşları, kendisinin bir kadın olarak, erkekler karşısında saldırgan değil de güler yüzlü ve rahat davranmasını yani yargıçlar üzerinde duygusal olarak pozitif bir etki yaratması gerektiğini açıkladığında, hoş açılımlar yakalıyor ama bu sahneler nadir ve pek göze çarpmayan şekilde akıyor.
Filmin oyuncuları genel olarak başarılı ancak başrolü üstlenen Felicity Jones bütün çabalarına rağmen, karakterine çok ciddi bir derinlik katamıyor. Belki de minimalist oyunu, karakterinin duygularını çok dışa vurmayan biri olması bu durumu ortaya çıkarıyor ancak seyirci olarak hukuk terimleri ve davaları arasında boğulan bu kadını kendimize yakın bulmakta biraz zorlanıyoruz…
Sonuçta ‘Eşitlik Savaşçısı’ önemli bir dönemi ve davayı anlatan ancak bunların ağırlığını seyirciye tam nakledemeyen bir yapım… Filmin özellikle bir kadın yönetmenin elinden çıktığını göz önüne alırsak, açıkçası çok daha fazla şey bekliyorduk!
Yönetmen: Mimi Leder
Oyuncular: Felicity Jones, Armie Hammer, Justin Theroux, Kathy Bates, Sam Waterston, Stephen Root, Jack Reynor, Cailee Spaeny…
Ülke: ABD