Oscar'ın gözdesi mi?

‘The Favourite’ yönetmenin büyük seyirci kitlesine teslim oluşuna değil, onlara yeni bir sunumuna işaret eden bir yapım… Yönetmenin daha önceki filmlerini tercih eden ve bu filmin biraz daha ortada görünmesini eleştirenler tabii ki olabilir ancak Woody Allen bile kendini yenilemeye gidiyorsa niye Lanthimos da gitmesin?... Üstelik ortaya böyle başarılı bir film çıkıyorsa…

Google Haberlere Abone ol

Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un son filmini izlemeden önce, yönetmenin önceki yapımlarını göz önüne aldığımızda sahip olduğumuz beklentiler ‘Sarayın Gözdesi’nde boşa çıkmıyor… Ancak yönetmenin bu filminde, biraz değişik bir ton, değişik bir biçim ve değişik bir oyuncu kullanımı tercih ettiği de tartışılmaz bir gerçek…

Yönetmen bu yolu, filmini daha geniş kitlelerle (ve dolayısıyla Oscar’larla) buluşturmak için mi, yoksa oturmuş sinema dilini biraz yenilemek için mi seçmiş bilemeyiz ancak karşımızda yine de değişik, sinemasal düzeyi yüksek ve ilgisiz kalınamayacak bir film var…

18. yüzyılın başında Büyük Britanya Fransa ile savaştadır ve bunun etkileri halk üzerinde uygulanan baskıcı vergiler ve yaptırımlarda görülmektedir. Kraliyet kabinesindeki bazı asiller buna karşı olsa da Kraliçe Anne, bütün bu olaylara biraz kayıtsız kalmaktadır… Ciddi sağlık ve psikolojik sorunlarla boğuşan Kraliçe, ülke yönetimini ve ciddi politik kararları, çocukluk arkadaşı, Düşes Sarah Jennings Churchill’e bırakmıştır… Ülke bu şekilde yönetilirken birden ortaya çıkan Sarah’ın kuzeni, ‘düşmüş’ aristokrat Abigail Masham bu hassas düzeni bozacaktır. Önce basit bir hizmetçi kız gibi çalışmaya başlayan Abigail yavaş yavaş saray içindeki konumunda yükselmeye başlar ve bir süre sonra Kraliçenin yeni gözdesi olur. Bu hızlı yükseliş, hem ülkenin geleceğini etkiler, hem de Sarah’ın saraydaki etkisini ciddi anlamda azaltmaya başlar…

YÖNETMENİN DEĞİŞİK DÜNYASI…

Bilindiği üzere Lanthimos’un filmleri değişik olmasına rağmen tabiri caizse biraz hazmetmesi zor yapımlardır… Yönetmenin filmlerinde kurduğu donuk hatta ütopik ortam, günümüz dünyasından ciddi izler taşısa da, seyircilere mesafeli, fazla soğuk hatta biraz itici gelebilir… Üstelik filmlerindeki bu donuk hava, mekanla kısıtlı kalmaz ve hikayedeki oyuncular da filmle bir bütünlük içerisinde biraz düz ve ruhsuz görünen nerdeyse mekanik sayılabilecek performanslar sergilerler… Diğer birçok film, kadrosunda barındırdığı önemli oyunculara ( Lanthimos’un filmlerinde Colin Farrell’dan Nicole Kidman’a kadar birçok yıldız var!) yeteneklerini gösterebilecek olanaklar sunan hatta zaman zaman onların oyunculuk performanslarına göre tasarlanmış sekanslar taşırken, Lanthimos’un filmleri bunlara hiçbir boş alan bırakmaz… Çoğu zaman oyuncular yapacaklarını önce söze sonra eyleme dökerler ve sanki karakterler arasında hiçbir arkasından konuşma, dile dökülmeyen çekişme veya beklenmeyen eylem bulunmaz… Başka bir deyişle yönetmen seyircilere klasik bir sinemasal kalıbın oldukça dışına taşan bir ortam ve karakterler sunar ve seyircilerinden bunu kabul etmesini bekler… Bu sunum veya teklif bir dayatma içermediği için seyirci ya bunu kabul eder ve yönetmenin çizdiği ortamdaki hikayeyi izlemeye başlar ya da bu düz ve direkt anlatımı zayıf bulup reddederek filmin içine hiçbir zaman giremez, hikayeye ve dolayısıyla filme yabancı kalır…

BEKLENMEYEN BİR ORTAM VE KARAKTER…

Yönetmenin bütün bu tutumu göz önüne alındığında, son filminin hem bir dönem filmi olması hem de karakterlerinin çok daha katmanlı olması, ilk etapta bizi oldukça şaşırtıyor… Çünkü yönetmen bu sefer sadece karakterlerine, bütün insanların yapabileceği dedikodu, birbirinin kuyusunu kazma, içten pazarlıklı olma gibi doğal tepkiler verme olanağını sağlamakla kalmıyor, üstelik bu karakterleri, bunları yapmaya çok elverişli bir ortama ve zamana koyuyor…

18. yüzyılın başında bir Kraliyet sarayı gibi her an bütün dengelerin değişebileceği, çıkar ilişkilerinin ön planda olduğu ve insanların arasında çekişmenin eksik olmadığı bir ortamda hikaye anlatmak, ilk bakışta yönetmenin yaklaşımına tamamen ters gibi duruyor…

Ancak Lanthimos bu (kendisi için bile!) farklı olan yaklaşımı, biçim olarak kendi sinemasal dilinden feragat etme pahasına, karakterlerine bir derinlik ve gerçeklik katmak içi kullanıyor. Hikayenin bütün ana karakterlerinin göründükleri gibi olmadıklarını dikkate alırsak bu son derece anlaşabilir bir durum… Örneğin Kraliçe Anne, ülke üzerinde son söz hakkı sahibi biri gibi sunulabilecekken, sürekli hastalanan, bitkin, pasif hatta çocuksu ve depresif halini sürekli sağlıksız şeyler yemekle ve gizli bir eşcinsel ilişkiyle kapatmaya çalışan bir kişi… Aynı şekilde Düşes Sarah, Kraliçe’den ona kalan büyük yetkiyi, ülkeyi rahat ettirmek için değil, ( bir uzlaşma yolu bulunulabilecekken!) sonu belli olmayan ve çok ciddi bedeller ödenecek bir savaşı körüklemek için kullanıyor…

İKTİDARIN DAYANILMAZ ETKİLERİ…

Bu ana karakterler arasında, en azından başında, en samimi ve göründüğü gibi olan karakter, belki de saraya sonradan katılan, Sarah’ın saklı kalmış kuzeni Abigail… İlk geldiği günden itibaren Saraydakiler tarafından dışlanan Abigail, kendisine başta verilen bütün aşağı işleri yapmaktan hiç şikayet etmiyor, saraydaki sisteme ciddi bir isyan bayrağı açmıyor ama cezalandırılmak pahasına da olsa doğru bulduğu şeyi söylemekten ve yapmaktan da geri durmuyor… Belki sadece kendisine talip olan saray erkeklerini biraz parmağında oynattığını, kendi çıkarları için kullandığını söyleyebiliriz…

Üstelik Abigail Saray içinde yavaş yavaş yükselmeye başladığında hemen rakiplerinin kuyusunu kazmaya çalışmıyor. Oysa Sarah kendisine kalan büyük yetkiyi Kraliçe’yi tamamen pasifize etmek için kullanıyor, hatta zaman zaman Kraliçe’nin diplomatik müzakerelere gitmesini engellemek için, onun görünüşüyle bile alay ediyor, onur kırıcı sözler söylüyor.

Abigail en baştan beri samimi haliyle Kraliçe’nin dikkatini çekiyor ve Anna’ı adeta büyük bir çocuk gibi görerek ona gereken ilgiyi, arkadaşlığı ve değeri veriyor… Hatta bu yakınlık onunla yatağa girmesine kadar gidiyor… Ancak bu eylem aynı şeyi yapan Sarah’ınki gibi onu tamamen bu ortamdan koparmak için bir görev biçiminde değil, Anne’nın sevgisini karşılıksız bırakmamak için yapılmış bir hareket gibi duruyor…

Ancak sonuç olarak Saraydaki iktidar hırsı ve çıkar çatışması onu da ele geçiriyor ve baştaki saf Abigail giderek saldırganlaşmaya başlıyor. En başta basit hizmetçi olan Abigail önce Sarah’ın baş hizmetçisi ardından Kraliçe’nin adeta sağ kolu haline geliyor ve yetkisi arttıkça adım adım rakiplerinin ayağını kaydırmaya ve hedefsiz gibi görünen konuşmalarla Kraliçe’yi daha radikal kararlar almaya itiyor… Bu yükselişle beraber Sarah ise doğal olarak düşüşe geçiyor... Zamanla yönetimindeki söz hakkını, yüksek mevkisini hatta avucunda tuttuğu Kraliçesini bile kaybetmenin eşiğine geliyor…

Bu üçlü ilişkide Anne iktidarın tragedya ve patolojisini, Sarah ve Abigail ise iktidarın karşı konulmaz ‘dönüştürücü’ etkisini yaşar gibi duruyor….

İRONİK BAKIŞ VE MİZAH HALA MEVCUT…

Şunu da belirtmemizde yarar var: Evet, belki Lanthimos mekan ve karakterler açısından değişik ve kendisinden beklenmeyen bir yol izliyor ama özünü kaybetmiyor. Başka bir deyişle filminin biçimindeki radikal değişim, içeriğindeki ironik bakışa, sarkastik (ama ucuz değil!) havaya ve kara mizaha zarar vermiyor. Gerek saraydaki çürümüş durumlara, gerek ana karakterler arasındaki çarpık ilişkilere gerekse de asiller arasında geçen şık ama boş konuşmalara çok hoş alaycı, ironik bir bakış açısı filmin bütününde mevcut… Aklımıza gelen ilk örnekler arasında, asiller arasında yapılan garip ördek yarışı ve yine içlerinden birinin tamamen çıplak durup diğerlerinin ona çürük domates atıp eğlenmeleri sekansları geliyor…

Bu tür bir filmde oyuncuların performanslarının ne kadar değerli olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Gerek hasta Kraliçe rolünde Olivia Colman, gerek hırslı ve sinsi Sarah rolünde Rachel Weisz ve gerekse de saflığını giderek kaybeden Abigail rolünde Emma Stone tabiri caizse dört dörtlük performanslar sergiliyor. Zaten her bir oyuncunun (bizce sonuna kadar hak edilmiş!) Oscar adaylıkları bunu kanıtlar nitelikte… Hatta bizce Rachel Weisz kendi dalında favori niteliğinde…

Sonuç olarak ‘The Favourite’ yönetmenin büyük seyirci kitlesine teslim oluşuna değil, onlara yeni bir sunumuna işaret eden bir yapım… Yönetmenin daha önceki filmlerini tercih eden ve bu filmin biraz daha ortada görünmesini eleştirenler tabii ki olabilir ancak Woody Allen bile kendini yenilemeye gidiyorsa niye Lanthimos da gitmesin?... Üstelik ortaya böyle başarılı bir film çıkıyorsa…