Aşk tesadüfleri sever
Linklater'ın üçlemesinde sinema tarihinin en özel çiftinin farklı zaman dilimlerine tanık olmak, muhabbetlerini dinlemek serinin hayranları için müthiş bir şey ve elbette ki, bu büyü, sinemaya özgü bir durum. Linklater’in ezber bozacak bir şekilde sinematografiyi bir kenara bırakarak, Jesse ve Celine’i her şey hakkında konuşturması ve seyirciyi de, 'keşke bu muhabbetin içerisinde ben de olsaydım' dedirtmesi belki de. Ya da Jesse ve Celine’in bir tren yolculuğunda, Murathan Mungan’ın o nefis dizesini hatırlatırcasına gerçek kılmaları olabilir: "Aşk tesadüfleri sever…" Böyle durumlar hayatta kaç defa karşısına çıkar ki insanın zaten?
Can Öktemer
Aşk mevzusu sinemanın da sıklıkla ilgilendiği konuların başında gelmektedir. Epik, romantik aşk konulu filmler tarih boyu seyircilerin unutulmazları arasına girmeyi başarmıştır. Sinema tarihinin en unutulmaz aşk filmlerinden biri de hiç kuşkusuz Richard Linklater'ın Before Sunrise (Gün Doğmadan), Before Sunset (Gün Batmadan) ve Before Midnight (Geceyarısından Önce) üçlemesidir. 1995 yılında hayatımıza giren bir aşk hikâyesi onlarınki. Klasik Hollywood anlatılarında karşılaştığımız türden epik, bol ağlamalı bir romantik komedi değil üç film de. Sıradan gözüken öyküsü, iddialı olmayan bir sinematografi ama son derece samimi, içten diyaloglara sahip, bu haliyle de seyirciyi tam kalbinden yakalayan bir seri.
CELİNE'NİN FEMİNİST TAVRI, JESSE'İN HAYALPEREST TAVRI
Üçlemenin ilk filminde, kitap yazma hayalleri olan Amerikalı Jesse ve hayatta ne olmak istediğine tam olarak karar verememiş Fransız Celine'le tanışıyorduk. Çiftimiz tesadüf eserini trende tanışıyorlar sonra da geceyi birlikte geçirmeye karar veriyorlardı. Gençlik yalpalanmaları, aşka olan sahici inanç ve kadın-erkek zıtlıkları ağırlıktaydı. Celine'in feminist tavrı, Jesse'in hayalperest tavrı öne çıkıyordu. Linklater, filmini bütün romantik komedi klişelerine sırtını dönerek, tamamen diyaloglar ve Jesse-Celin'in flörtleşmeleri üzerine kurmuştu. Kamerayı sırtına alarak, Jesse ve Celine'i Viyana sokaklarında özgürce, kayıtsızlıkla dolaştırmıştı. Jesse ve Celin çifti tipik bir 90 kuşağı çiftiydi. İlk gençlikleri bu döneme denk gelmiş, bireysellikleri öne çıkan, değişen yeni dünya düzenine ayak uydurmaya çalışan ve pusulaları ellerinde olmadan hayattaki yönlerini arayan karakterlerdi. Bununla beraber, aşka bakış açıları oldukça farklıydı. Aidiyet duyguları yoktu, zamanlarının kısıtlı, ilişkilerinin bir geleceğinin olmadığının farkındaydılar. Bu yüzden şimdiyi değil anı yaşamaya çalışıyorlardır. Dolayısıyla hem dönemin ruhuna uygun bir atmosfer vardı hem de geleneksel ilişki kalıplarının bir hayli uzağındaydılar. Bauman, Akışkan Aşk kitabında günümüzde ilişkilerin ve aşkın gerçekliğinin sorgulanarak eski tip romantik aşk tarifinin bittiğini söylüyordu:
"Israrla sorulduğunda, çoğumuz defalarca âşık olduğumuzu hissettiğimizi belirtiriz. Şu varsayılabilir ki (ama olguların bilinmesine dayalı bir varsayımdır bu), çağımızda yaşamlarındaki birçok deneyime aşk diyen, yaşamakta oldukları aşkın sonuncu olduğuna güvence veremeyen ve gelecekte de aşk yaşayacağım düşünen insan kesimi hızla artmaktadır. Eğer varsayımımız doğrulanırsa, bunda şaşılacak bir şey olmayacaktır. Sonuçta, “ölüm bizi ayırana kadar” şeklindeki romantik aşk tanımının kesinlikle modası geçmiştir; vaktiyle hizmet ettiği ve kuvvetini ve kibrini borçlu olduğu akrabalık yapıları radikal biçimde altüst olurken “son kullanma tarihi”ni çoktan aşmıştır."
Dolayısıyla her ne kadar Jesse ve Celine arasında bir kimya söz konusu olsa da birbirleriyle güçlü bağ kurmaktan kaçınıyorlar gibiydi. Bu da Bauman'ın yukarıda yapmış olduğu tarife uyan bir durumdu. Linklater, filmi, bütün romantik komedi klişelerine sırtını dönerek, tamamen diyaloglar üzerine kurmuştu. Kamerayı sırtına alarak, Jesse ve Celine’i Viyana sokaklarında özgürce dolaştırmıştı. Jesse ve Celine’in film boyunca ettikleri içtenlikli sohbete tav olmamak ise imkânsızdı. Bu durumun en büyük nedenlerinden birisi de, hiç kuşkusuz rolleri canlandıran Ethan Hawke ve Julie Delpy’in kusursuza yakın performanslarıydı. İlk filmin içine sinen ise, tesadüfi bir şekilde trende tanışan bu genç çiftin hayata dair hakiki sıkıntıları ve gelecek kaygıları üzerine yaptıkları hoş sohbetti. Film vizyona girdikten kısa bir süre sonra kült hale gelmesinin en büyük sebeplerinden biriydi Jesse ve Celine’in aralarındaki uyum ve sıcaklık. Linklater’in uçu açık ve seyirciyi merak içerisinde bırakan finali de akıllarda kalmıştı. Filmi izleyenlerin birçoğunun kafasından Jesse ve Celine’in birbirlerine verdikleri sözü tutup bir sene sonra aynı yerde buluşup buluşmadıkları uzun bir süre çıkmamıştı.
Özellikle bugünden bakınca, pre-internet döneminde ilişki biçimlerine dair ilginç bir veri de sunduğu söylenebilir. Bugün hayatların tüm şeffaflığıyla yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz, dolayısıyla nerede ve nasıl olduğumuz an be an ortada. Jesse ve Celine bir sonraki buluşma ihtimali için, cep telefonu vs. olmadığı için ihtimallere kalıyordu. Bugün ilişkilerin sosyal ağlar vasıtasıyla başlayıp derinleştiği herkesin malumu. Özellikle eş bulma siteleriyle kendi özelliklerimize, beğenilerimize uygun eş tipoloji ortaya çıkartılıp; hayatımızın "aşkını" bile bulabiliyoruz. Alain Badiou, Aşka Övgü kitabında, bugün aşkın büyük bir tehdit altında olduğunu, özellikle arkadaş bulma sitelerinin aşkın doğasını ciddi anlamdan bozduğu düşüncesinde.
"Aşkın yeniden icat edilmesi, ama aynı zamanda savunulması da gerekiyor, çünkü dört bir yandan tehdit edilmekte. Bu reklam propagandasının "aşk" konusunda bir güvenlik anlayışından ileri geldiğini düşünüyorum. Bütün riskleri kapsayan bir aşk sigortası: Aşık olacaksınız, ama internette gezinip işinizi öyle iyi hesaplayacaksınız, eşinizi önceden öyle doğru seçeceksiniz ki- kesinkes fotoğrafını görecek, ayrıntılarıyla beğenilerini, doğum tarihini, burcunu vb. bileceksiniz-, bu sayısız öğeyi bir araya getirdiğinizde 'Hah işte, onunla bu iş risksizce yürür' diyebileceksiniz. Hem de bu bir propaganda, reklamın bu şekilde yapılması ilginç. Oysa ben aşkın ortaklaşa bir zevk olduğuna, neredeyse herkes için yaşama yoğunluk ve anlam kazandıran bir şey olduğuna inanıyorum, bence aşk bütünüyle risksiz bir düzende yaşamın zenginliği olmaktan çıkar."
Celine ve Jesse'nin böyle bir güvenlikçi ilişki biçimine ihtiyaçları yok. Yukarıda bahsedilmeye çalışıldığı gibi onların ilk filmde birbirlerine karşı bir sorumlulukları yok, mutlak güven duygusuna ihtiyaç duymuyorlar. Hayatı ve zamanı akışına bırakmış durumdalar. Hayat onları bir kez daha karşı karşıya getirebilir ya da getirmeyebilir. Bu çok da önemli değil, hayatı fragmanlardan ibaret görüyorlar ve yaşanan her değerli an çok kıymetli bu yüzden. Tabii onların bu tavrının altında 20'li yaşların vermiş olduğu güvence de söz konusu. Hataların telafi edilebildiği ve hata yapma lüksünün olduğu tek yaş dönemi bu olsa gerek. Burada şunu da belirtmek gerek Celine ve Jesse'nin tanışma ilişkileri günümüze denk gelseydi, Alain Badio'nun tarif ettiği güvenlikçi politikalar devreye girecekti belki de... Birbirlerini çabucak Instagram vs. sosyal medya platformlarından takip edeceklerdi. Paylaşımlardan, fotoğraflardan karakter analizi yapacaklardı ve bir daha da buluşmayacaklardı belki de... İnternet, cep telefonu vs. olmayan bir dönemde Celine ve Jesse bir sonraki buluşma için ancak sözleşebiliyorlardı. Hayatın onları bir araya getirip getirmeyeceği tamamen tesadüflere kalıyordu böylelikle. Filmi romantik ve özel kılan anlardan birisi de bu muamması ve açık uçlu finaliydi.
SORU İŞARETLERİ YANIT BULUYOR
Serinin ikinci filmi Gün Batmadan'da kafalarda soru işareti bırakan tüm muamma yanıt buluyordu. Seyircinin beklentisi olan Jesse ve Celine'in buluşması gerçekleşmemişti. Jesse ve Celine bir sene sonra aynı yerde buluşamamışlardı.
Jesse evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Celine ise bir savaş muhabiri ile beraberdir. Jesse ilk filmde yazmaya çalıştığı kitabı bitirmiş ve şöhretli bir yazar olmuştur. Kitabını tanıtmak için geldiği Paris’te, Celine ile karşılaşır, fakat bu sefer de aynı gün içerisinde ABD’ye dönmesi gerekir Jesse’in. Linklater, filmde Jesse ve Celine’i yıllar sonra karşılaştırır, bir gün boyunca bu sefer Paris’te dolaştırır. Jesse ve Celine aradan geçen uzun zamana rağmen nefis sohbetlerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdir. İlk filme nazaran, karakterlerin sorunları biraz değişmiştir artık. Gençlik yerine olgunluğa ve başka sorunlara bırakmıştır. Evlilik, bağlılık ve hayata dair sorumluluklar hakkında sohbetler ağırlık kazanmıştır bu sefer. Hayatta tüketilen zaman sonrası edinilen birçok kötü tecrübe, sohbetlerine yansımıştır. Birbirine âşık bu iki insanın hayatlarının en güzel yıllarını birbirlerini özleyerek ve ayrı geçirmiş olmalarının vermiş olduğu derin pişmanlık... Daha da önemlisi birbirlerine aşık oldukları andır; çünkü bir insana aşık olmazsınız aşık olduğunuzu anlarsınız ve iş işten çoktan geçmiştir.
Jesse: Tanrım, neden o gün telefonlarımız almadık ya da adreslerimizi? Neden bunu yapmadık?Celine: Çünkü biz genç ve aptaldık.
Jesse: Sence hâlâ öyle miyiz?
Celine: Sanırım gençken karşılaşabileceğin birçok güzel insan olduğunu düşünüyorsun. Hayatının geri kalanında ise bunun sadece birkaç defa olabileceğini anlıyorsun.
Jesse: Ve işin içine edebiliyorsun.
NOSTALJİK HİSSİYAT
Celine ve Jesse, aradan geçen sürede sadece birbirlerini özlememişlerdir aynı zamanda kayıp zamanın izine düşmüşlerdir. Bir daha asla geri gelmeyecek o güzel anlara... Dolayısıyla ikisi arasındaki ilişki nostaljik hissiyata dönüşmüştür. İkisi de aradıklarını bulamamışlardır; ilk tanıştıkları zamanki sohbetlerini, paylaştıkları anın güzelliğini bir daha asla tekrar edememişlerdir. Melankoli ve pişmanlıklar hayatlarının merkezine oturmuştur artık. Linklater, bu filmi de, tıpkı ilk filmde olduğu gibi seyircinin tırnaklarını yemesine ve meraktan ölmesine sebep olacak bir finalle, Jesse’in uçağa binip ABD’ye dönüp dönmediğini öğrenemeden bitirir.
Filmin gerçekçi hissi, Jesse ve Celine'in hayata daha olgun bir yerden bakmaları da filmin ilginç kılıyordu.
Serinin son filmi Geceyarısından Önce’de ise Jesse ve Celine’in artık beraber yaşadıklarını, ikiz kız çocukları olduğunu görürüz. Çiftin sohbet mekânı ise bu sefer Yunanistan’dır. Linklater, Yunanistan’ın harika deniz manzarasını ve yeşilliğini filmin tamamına fon yapar, tıpkı Paris ve Viyana’da yaptığı gibi. Fakat Linklater, şehirlere kartpostal muamelesi yapmaz, üç filmde de şehirlerin az bilinen yerlerinde geçer öyküler. Bu filmde Jesse ve Celine, artık orta yaş krizine girmişlerdir. Zaman karşısında çaresizliklerini, kırışmaya başlayan suratları, aidiyet, çocukların sorumlulukları, yaşlılık gibi sorunlar ana meseleleridir hayatlarının. 1995 yılındaki hayat enerjileri yoktur, ölüm düşüncesi giderek daha çok zihinlerde yer bulunmaya başlamış, din ve inanç meselesi bununla beraber karakterlerin ana sorunlarından birisi olmuştur. Geçmişleri ve ilişkileri üzerine ciddi kavgalara tutuşurlar. Geçmişin hataları, pişmanlıkları ortaya serilir bu sefer. Alain Badiou, aşkın her zaman barışçı olmadığını şiddetli kavgaların, ayrılıkların, acıların da olabileceğini belirtir ve şunu söyler: "Birçok gerçekliği bulma yöntemi gibi, aşk yönteminin de her zaman barışçı olmadığını anımsamak gerekir. Aşk şiddetli kavgalar, gerçek acılar, aşılabilen ya da aşılamayan ayrılıklar içerir. Doğrusunu isterseniz, aşk kendi ölçeğinde devrimci siyasetten çok da barışçı değildir. Bir gerçeklik güllük gülistanlık ortamda oluşmaz. Asla! Aşkın ayrıca kendisine özgü bir uyuşmazlık ve şiddet düzeni vardır. Ama fark şunda yatar: Siyasette düşman sorunuyla karşı karşıyayızdır, aşktaysa dram sorunuyla. Bu dramlar içkindir, içeride yaşanır, gerçek anlamda birilerini düşman belletmezler, ama kimi zaman özdeşlik dürtüsünü farkla çatışma haline sokarlar. Aşktaki dram özdeşlikle fark arasındaki çatışmanın en açık deneyimidir."
İlk iki filmin aksine, daha çok yan karakter ile karşılaşırız bu filmde. Değişmeyen tek şeyse, aradan geçen yıllarda çiftin şahane muhabbetidir, ilk iki filmde gördüğümüz hoş sohbet son filmde de devam etmektedir. Peki hayatlarının ve ilişkilerinin seyri bundan sonra nasıl olacaktır? Çocuklarıyla ilişkileri, iyi bir anne baba olma zorunluluğu, çocuklarına sunacakları gelecek nasıl olacak? İşte hikayenin kalan kısmının muamması da bu oluyor; bu hayatı en az bir kez yaşayan herkesin sorduğu gibi yarın ne olacak, bizi ne bekliyor? Yaşayıp görmekten başka bir çaremiz yok tıpkı Jesse ve Celine gibi.
Linklater'ın üçlemesinde sinema tarihinin en özel çiftinin farklı zaman dilimlerine tanık olmak, muhabbetlerini dinlemek serinin hayranları için müthiş bir şey ve elbette ki, bu büyü, sinemaya özgü bir durum. Linklater’in ezber bozacak bir şekilde sinematografiyi bir kenara bırakarak, Jesse ve Celine’i her şey hakkında konuşturması ve seyirciyi de, 'keşke bu muhabbetin içerisinde ben de olsaydım' dedirtmesi belki de. Ya da Jesse ve Celine’in bir tren yolculuğunda, Murathan Mungan’ın o nefis dizesini hatırlatırcasına gerçek kılmaları olabilir: "Aşk tesadüfleri sever…" Böyle durumlar hayatta kaç defa karşısına çıkar ki insanın zaten?
BUGÜNÜN AŞK KAVRAMI
Yolda, otobüste, trende görüp de beğendiğimiz kişilerle karşılaşma olasılığımız çok kadar düşüktür zaten. Hayatımızın büyük bir kısmı, en güzel aşkları teğet geçerek geçmiyor mu?
Bugün aşk kavramı ya da romantizm demode bir hal almış durumda. Gerçekliğini ve hakikiliğini yitirmiş gibidir. Arkadaşlık siteleri vs. gibi araçlar sayesinde aşkı güvenlik meselesi haline getirip en az kayıpla atlatmaya çalışıyoruz ya da aşırı rasyonalize ediyoruz; birbirimize güven duymuyoruz. Sosyal medyada benlik sunumlarımızın sürekli onay görmesini bekliyoruz; tatminsizliğimizi partner değişikliğiyle kapatmaya çalışıyoruz. Günlük ve kısa ömürlü ilişkiler içerisinde debelenip duruyoruz. Sözcüklere, tavırlara hatta bakışlara bile şüpheyle yaklaşıyoruz. Kayıtsızlık çağında, aşkı da edilgen bir nihilizm içerisine soktuk sanki; hayal kırıklığına uğramak, üzülmek istemiyoruz. Tesadüflere, mutlak güven duygusuna, anlamlı sessizliklere inanmıyoruz. Kalıcı değil geçici bir dünyanın içinde savrulup duruyoruz. Halbuki kalıcı olmayan hiç bir şeyin ömrü de olamaz. Zizek, böylesine karışık bir ortamda insan ilişkilerinin daha da zarar görmemesi için eski romantik aşk anlayışa geri dönülmesini öneriyor ve aşkın devrimci ruhundan bahsediyor: “Aşk bir insanın kendi içinde yaşadığı devrimdir. Aşkın ortaklaşa bir zevk olduğuna, neredeyse herkes için yaşama yoğunluk ve anlam kazandıran bir şey olduğuna inanıyorum."
Jesse ve Celine'i özel kılan da tüm bu rasyonalize edilmiş hayatlardan uzak olmalarıdır. Onlar tesadüflere inanıyorlar, sadece ikisinin yer aldığı güzel bir zaman diliminde yer almaktan hoşlanıyorlar, her şeyden önce birbirlerini iyi bir şekilde dinliyorlar, anlamaya, tanımaya çalışıyorlar. Birbirlerinin sohbetlerinden sıkılmıyorlar tam aksine hayat hakkında her şey hakkında konuşuyorlar, kelimelerin yetmediği anlarda ise anlamlı sessizliklere sığınıyorlar, bu sessizlik onları hiç rahatsız etmiyor. Yine bu hayatı en az bir kez yaşamış olanlar bilirler ki, ancak gerçekten sevdiğiniz kişinin yanında kelimelere ihtiyaç duymazsınız, çünkü onun bir bakışından neler hissettiğini anlarsınız. En nihayetinde bir aşkı, ilişkiyi anlamlı kılan da sevdiğinizle aynı dünyayı görebilmek, hissedebilmek değil midir zaten. Yine Alain Badiou'yla bitirelim öyleyse:
"Aşk beni 'göklere çıkarmaz', 'aşağı' da çekmez. Varoluşsal bir öneridir o: Salt sağ kalma itkimden ya da iyice anlaşılmış çıkarımdan farklı bir yöne kayan bir bakış açısıyla, bir dünya kurmanın önerisidir. Burada “kurma” sözcüğünü “deneyim”in karşıtı olarak kullanıyorum. Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sanlı yeşilli çayırı, ağaçların gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan duran kara somaklı koyunlan ve kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gördüğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu biliyorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir."