Filme bakışımızı değiştiren sonlar
Bir filmin finalinin çarpıcı, vurucu olması filme birçok şey katar. Bazen filmin finali beklentilerimizin üstüne çıkar ve başta önem vermediğimiz sekanslar finalde yerlerini bulur ve filmin başarı çıtası daha da yükselir. Bu yazıda bu filmlerden birkaç örnek vereceğiz.
DUVAR - Dünya sinemasında kuşkusuz bir yapımın başarılı veya en azından ortalamanın üzerinde olması için, bizce vazgeçilmez şartlardan biri filmin hikayesinin daha doğrusu senaryosunun sağlam bir omurgaya sahip olmasıdır. Her film senaryosunda (en azından başarılı olanlarda!) var olması gereken değişik ‘Akt’lar (Acte), başkarakter karşısına çıkan engeller veya ‘Climax’da olduğu gibi bir filmin kilit noktasını oluşturan sekansların bulunması, hikayenin özellikle biçimsel açıdan sağlam bir yapıya ulaşmasını sağlar.
Bir filmin finalinin çarpıcı ve etkileyici olması ise bizce filme çok şey katar. Bu finalin yoğunluğu filmin türüne göre değişkenlik gösterebilir ancak bu sekanslardaki bazı parametreler bütün filmler için geçerlidir: Filmin senaryosunun bütünüyle bağlantılı olan, hikayenin içinde havada kalmış sorulara verilen cevaplar içeren ve hikayeyi güzel bir şekilde toparlayan final sahneleri… Eğer yaratılmış film bir gerilim veya polisiye türüne giriyorsa, bu finalin durumu çok daha hassas ve kritik olabilir çünkü filmin sonu her zaman seyirciyi ‘ters köşeye’ yatıracak ve o zamana kadar hissettiğimiz gerilimi güzelce taçlandıracak yani kısaca beklediğimize değecek nitelikte olmalıdır.
Bazı durumlarda filmin finali beklentimizin de üstüne çıkar. Başka bir deyişle filmin sonucu vurucudur ve ciddi bir sürpriz barındırmaktadır, üstelik bu sadece anlık bir şaşkınlık yaratmaz. Filmin final sekansı o kadar güzel şekilde kurulmuştur ki, hikaye içinde ufak ufak fark ettiğimiz ipuçları ve başta önem vermediğimiz sekanslar finalde çok başarılı bir şekilde yerlerini bulur ve filmin bir anlamda başarı çıtası daha da yükselir. Seyirci olarak elde ettiğimiz sonuç sadece bir ‘beklenmedik katil’ veya ‘sürpriz olay’ın açığa çıkması değil çok daha derin ve filmin sonrasında da bizi düşünmeye itecek bir final dokunuşudur.
Vereceğimiz film örneklerinin bazıları birçok kişi tarafından şimdiden başyapıt olarak sayılıyorlar, bazıları ise en azından türünün en başarılı filmleri arasında yerlerini alıyorlar. François Truffaut’nun başyapıtı ‘400 darbe’ gibi veya David Lynch’in, bizce en başarılı filmlerinden olan ‘Mulholland Drive gibi yapımları liste dışında bırakmamızın nedeni final sekansının başarı derecesinden değil sadece bu, ‘açıklayıcı’ olmama niteliğinden kaynaklanıyor. Hitchcock’un filmlerinde ise final sürprizini bazen seyirci olarak ‘başkarakterden’ önce öğrenmemiz veya ‘ne olacağını’ değil daha çok ‘ne zaman olacağını merak etmemiz’ , gerilim ustasının filmlerini liste dışı bırakmamızı gerektiriyor. Tabii ki bu durum bu başyapıtların sinema tarihindeki yerlerini ve önemlerini tartışmaya açmaz!
CITIZEN KANE (YURTTAŞ KANE)/1941
Yönetmen Orson Welles’in bu ilk uzun metrajı, bilindiği gibi herkes tarafından bir başyapıt ve sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olarak görülür. Yönetmen bu filmiyle sinemada adeta yeni bir dönem başlatmıştır ancak bizce filmin en önemli özelliklerinden biri de ilk defa filmin bütününü etkileyen bir sözcüğün filmin finalinde açığa çıkması ve halen belleklerimizde yerini korumasıdır. Film kadar ‘Rosebud’ sözcüğü de herhalde sinemaseverlerin aklından asla çıkmayacak!
PLANET OF APES (MAYMUNLAR CEHENNEMİ) /1968
Sonrasında birçok devamı ve ‘remake’i çekilmesine rağmen ilk ‘Maymunlar Gezegeni’ halen bilimkurgu türünün en önemli filmleri arasında sayılmaktadır. Fransız yazar Pierre Boulle’un romanından uyarlanan bu filmde dört tane astronot uzun bir uzay yolcuğu sonucunda kendilerini Maymunların hüküm sürdüğü bir gezegende bulurlar. Günümüzde ‘distopik’ dünya temasının sıkça tercih edildiğini göz önüne alırsak, bu filmin muhtemelen bu ortamı en güzel ve en beklenmedik şekilde kullanan öncülerinden biri olduğunu söyleyebiliriz Filmin finalinde Charlton Heston’nun canlandırdığı George Taylor karakterinin aslında vardıkları gezegenin geçmişte ‘Üçüncü Dünya Savaşı geçirmiş’ kendi dünyaları olduğunu anladığında yaşadığı şoku ve travmayı seyirci olarak biz de iliklerimize kadar hissetmişizdir.
BLADE RUNNER (BIÇAK SIRTI) /1982
Usta yönetmen Ridley Scott’un yönetmenliği üstlendiği bu bilimkurgu filmi geleceğimize eşsiz bir bakış atmış ve türünde bir başyapıt mertebesine ulaşmıştır. Gelecekte ‘Ruh’ dışında her yönden insana benzeyen, isyan etmiş bir grup ‘Anrdroid’in peşine düşen bir ‘Avcı’nın hikayesini anlatan bu film senaryosunda büyük bir derinlik ve çok etkileyici bir görsel dünya sunuyordu. Filmin en dikkat çekici noktalarından biri ise, filmin ‘Yönetmen versiyonunda’ (Director’s Cut) yönetmenin, başkarakter olan Rick Deckard’ın (Harrison Ford) da bir Android olabileceğine dair yarattığı şüphe duygusudur. Yapımcıların kendi versiyonlarında adeta süpürdükleri bu ‘kuşku’, bizce filmin en can alıcı ve onu başka bir gözle izlememizi sağlayacak kilit noktasıydı.
FULL METAL JACKET (1987)
Neredeyse her filmiyle sinemaya damga vurmuş yönetmen Stanley Kubrick bu filmiyle Vietnam savaşına (ve öncesine) en özgün bakışlardan birini atmıştır. Filmin ilk bölümünde Amerikan askerlerinin savaşa hazırlanmaları için girdikleri fiziksel ve psikolojik açıdan inanılmaz zorlu ve acılı süreç yönetmen tarafından çok çarpıcı bir şekilde aksettirilmişti. Ancak asıl kıyametin koptuğu Vietnam savaşı ortamı ve bu ortamda ortaya çıkan beklenmedik ‘Düşman’ filmin ‘unutulmaz yapımlar’ arasındaki yerini daha da sağlamlaştırdı.
JACOB’S LADDER (DEHŞETİN NEFESİ)/1990
Bizce Adrian Lyne’nin bu en başarılı filmi belki unutulmaz bir film veya bir başyapıt gibi sayılmayacak da olsa, psikolojik gerilim türünün en başarılı örneklerinden biridir. Yaşamış olduğu kabus gibi Vietnam savaşı sürecini tamamen hafızasından silmek isteyen Jacob karakteri, yeni hayatını belli bir şekilde düzene sokmuş, sevgilisiyle, kendi halinde bir yaşam sürmektedir. Ancak geçmiş hayatının travmaları tekrar bir şekilde su yüzeyine çıkar ve Jacob neyin gerçek olup olmayacağını anlayamayacağı bir psikolojik girdabın içine düşer. Yönetmen filmde başkarakterin yaşadığı klostrofobik ortamı müthiş bir başarıyla kurar ve filmin finali en beklenmedik ve kendimize sorduğumuz bütün soruların cevaplandığı türde bir bölümdür.
BARTON FINK (1991)
Barton Fink katıldığı Cannes Film Festivali'nde bütün büyük ödülleri almış ve birçok eleştirmene göre Coen Kardeşler'in en başarılı filmlerinden biridir. New York’lu başarılı bir oyun yazarının, Los Angeles’ta bir film için senaryo yazma sürecini anlatan film, hem ‘yaratma’ süreci gibi çok derin bir konuyu incelemiş, hem de bunun yanında çok güçlü bir olay örgüsü ve karakterler sunarak seyirciyi tamamen içine çeken bir dünya yaratmıştır. Filmdeki üst düzey senaryo, hiçbir boşluğa düşmez, çok ilginç bir olay örgüsünden sonra, başkarakteri seyirciyle, geleceği tam belli olmayan bir şekilde baş başa bırakır. Biz de başkarakter Barton Fink gibi ara sıra düşlediği ve sonunda kavuştuğu, inanılmaz güzellikteki kadraja bakarak kalakalırız!
SEVEN / 1995
Yedi ölümcül günah’tan ilham alarak cinayetler işleyen bir seri katilin peşine düşen iki detektifin hikayesini anlatan ‘Seven’ biraz klasik şablonlarla başlayıp (birbirine tamamen zıt iki detektif…) sonrasında bu tür filmlerin nadiren izlediği yollara sapıyordu. Yönetmen aksiyonu ön plana koymak yerine daha çok bir yap-boz gibi şekillenen bir olay örgüsüne, karakterlerinin insani boyutuna ve filmin katilinin ‘ilahi’ amacına eğiliyordu. Asla ismi açıklanmayan bir ‘Büyük Şehir’de geçen bu polisiye dram, filmin ağırlığını ve karamsarlığını inanılmaz bir boyuta taşıyan, allak bullak edici, trajik bir finalle noktalanıyordu.
THE USUAL SUSPECTS (OLAĞAN ŞÜPHELİLER)/1995
Sinema piyasasına biraz sessiz sedasız bir giriş yapan ancak hızlı bir şekilde çok beğenilen ve büyük bir başarı kazanan Bryan Singer’ın bu zeki polisiye gerilimi ait olduğu türden tamamen kopmuyordu. Çözmeye çalıştıkça daha da derinleşen entrikalarıyla, göründüğü gibi olmayan karakteriyle ve çok zarif bir tempoyla akan bu gerilim, izledikten sonra bile çözmeye ve katmanlarını yavaş yavaş sindirmeye çalıştığımız çok çarpıcı bir sürpriz final barındırıyordu. Film o sene (bizce hak edilmiş!) En İyi Senaryo Oscar’ını aldı ve sonrasında çekilen bir çok polisiye film asla aynı havayı yaratamadı!
THE SIXTH SENSE (ALTINCI HİS)/1999
O dönem ilk uzun metrajını çeken Night Shyamalan bu psikolojik gerilim filmi ile sinema dünyasına çok güçlü bir giriş yaptı. Ölmüş insanlarla iletişime geçebilen, etrafı tarafından dışlanmış bir çocukla ona yardım etmeye çalışan bir psikiyatrın hikayesini anlatan bu film, etkileyici kadrajlar ve başarılı oyunculuklar barındırıyordu ancak finaline gelene kadar çok değişik bir hava ve tarz taşımıyordu. Shayamalan bu filmini öyle bir finalle noktaladı ki hem ‘Altıncı His’ senaryosu neredeyse referans alınan bir yapım oldu, hem de göründüğünden çok daha değişik olan aykırı ve çok güçlü bir film seviyesine yükseldi.
EXISTENZ (VAROLUŞ)/1999
David Cronenberg 1999 yılında sanal ve gerçek dünya ayrımına çok değişik bir bakış getiren bir fantastik gerilim olan EXistenZ filmini çekti. Film o zaman benzer temayı işleyen ama çok daha büyük bütçeye sahip bazı filmlerin ‘tanınırlık’ açısından gerisinde kaldı ama bizce yönetmen herkesten önce sanal gerçeklik ve onun gerçek yaşamımızdaki uzantılarına dair benzerlerinden özgün bir bakış ve filmin boyutunu daha da zenginleştiren bir finalle ayrılıyordu. Film bittikten sonra bile, son cümlesi aklımızda yer ediyordu : ‘Söyleyin bana! Hala oyunda mıyız?’