Luc Besson'un yeni 'Nikita'sı

Göründüğünden çok daha karmaşık (karışık değil!), çok daha katmanlı ve çok daha şaşırtıcı politik gerilim bizce Luc Besson’nun en iyi filmlerinden biri kesinlikle değil! Ancak yine de Fransız yönetmenin gösterişçi bilimkurgu filmleri yaratmaya ara vererek biraz ‘özüne’ döndüğünü görmek, bizce sevindirici bir durum. Ne diyelim? ‘Bazen geçmişe dönmek iyi sonuçlar verebilir!’

Google Haberlere Abone ol

Ünlü Fransız yönetmen Luc Besson, Fransa sinemasındaki önemli yerini sağlamlaştırdıktan sonra bilindiği üzere ‘Beşinci Element’(1997) filmiyle tam anlamıyla, uluslararası düzeyde sinema serüvenine devam etmişti. Her ne kadar bir önceki, bizce kariyerinin zirvelerinden biri olan ‘Leon’ (1994) filmi ismini çokça duyurmuş ve böylece dünya sinemasına açılımının ilk sinyallerini vermiş olsa da…

Ancak Besson 1999 yılında ‘Jeanne D’Arc’ı çektikten sonra bir durulma dönemine girdi ve hatta neredeyse yönetmenliği bırakabileceği üzerine açıklamalarda bulunmaya başladı. Tam altı sene sonra çektiği ‘Angel-A’ bizce beklentileri karşılamaktan uzak olsa da onun ardından çektiği veya yapımcılığını üstlendiği yapımlar, yönetmenin sinemadan kopamadığını net bir şekilde kanıtlıyordu. Besson’nun son olarak bize sunduğu filmlerden biri olan ‘Valerian’ ise gösterişçi, yönetmenin bilimkurgu türüne tutkusunu bir kere daha sergileyen ancak bizce kendi ‘özünü’ ve yönetmenlik ‘dokunuşunu’ kaybettiğine dair ciddi kuşkular barındıran bir yapımdı.

Besson bizce ‘Anna’ ile en iyi yaptığı film türlerinden biri olan ‘politik gerilim’e geri dönüyor ve teknik çekirdek kadrosunu (görüntü yönetmeni Arbogast, müzisyen Eric Serra..) koruyarak adeta bir modern ‘Nikita’ (1990) versiyonu sunuyor. Ancak özellikle kurguda farklı bir yol izleyerek…

Anna Poliatova, Rusya’da sefil ve sorunlu bir hayat sürerken, bazı sıra dışı yetenekleriyle hükümet yetkililerinin dikkatini çeker ve onu hükümet adına çalışan Gizli Serviste bir suikastçı olarak çalıştırmaya başlar. Anna’nın genç ve güzel görünümü, farklı bir cazibeye sahip olması, ona, suikast kurbanlarının da bulaşmış olduğu moda dünyası gibi birçok yerin kapısını açar. Ancak Anna’nın işindeki ‘başarısı’(!) diğer Gizli Servis’lerin dikkatini çekecek ve genç kadın kendini giderek daha karışıklaşan bir tehlike yumağının ortasında bulacaktır.

FARKLI YERLER, AYNI YOL

‘Anna’ filmini artık epey geride kalan ‘Nikita’ filmiyle karşılaştırmamızın sebebi sadece aynı yönetmenin elinden çıkması ve senaryodaki olayların genel gidişatı değil. Bu iki filmin ana karakterleri, tıpatıp aynı olmasa da ciddi paralellikler barındırıyor: iki genç kadın da hayatında hiçbir yere varamamış, tabiri caizse çok ‘zavallı’ bir durumdalar (gerçi Nikita nerdeyse bir ‘cehennem çukuru’ndaydı!), ikisine de yeni ama tehlikeli bir hayatın fırsatı veriliyor ve ikisi de tamamen iç huzuru bulamasa da bu yeni ‘suikast’ işinde (!) çok başarılı oluyor. Üstelik iki filmde de başkarakteri bu işe başlatan ve bu fırsatı onlara sunan, kol kanat geren bir ‘Mentor’u var. ‘Nikita’ filmindeki ‘Bob’ karakteri hassas bir yönü olan ama çok sert, ciddi ve disiplinli, daha çok bir ‘ağır abi’ gibiyken bu filmdeki Alex daha genç, daha rahat ve ‘sevgili’ olmaya açık bir karakter gibi gözüküyor.

Ana karakterler arasındaki bu benzerlik, bir ‘tekrarlama’dan ziyade bir ‘yeniden bakış’ havası estiriyor çünkü karakterlerde küçük de olsa farklılıklar da mevcut. Bahsettiğimiz Bob ile Alex arasındaki fark dışında, iki ana karakterin de özel hayatında birlikte huzur bulmaya çalıştığı kişiler arasında da bir değişiklik var. Nikita, Marco adında genç bir adamla beraberken, Anna ise Maude isimli bir genç kadınla yaşıyor. Yönetmen başkarakterinin bu cinsel yönelimini çok ön plana çıkarmıyor, onu daha çok ‘biseksüel’ bir birey olarak gösteriyor ancak şunu da belirtmekte fayda var: Anna’nın filmde beraber olduğu adamlarla genelde bir ‘çıkar’ ilişkisi var. Bir de son olarak Anna’nın sürekli başında duran çok soğuk ve sert bir kadın Patron karakteri var ki ‘Nikita’da bu Patron karakterini çok az görüyorduk!

DEĞİŞİK BİR BAKIŞ AÇISI

‘Anna’ filmini bir ‘remake’ görüntüsünden uzaklaştıran en büyük etken ise yönetmenin bu sefer izlediği olayları nakletme yolu ve başkarakterine getirdiği ‘taze’ bakış oluyor. ‘Nikita’da sokak serserisi, esrarkeş olan genç bir kadının sırasıyla hayata tutunmasını, yeni yaşamını belli bir düzene sokmasını ve sonunda huzurlu bir hayat ile çok tehlikeli ve acımasız görevler arasında kalmasını izliyorduk. Daha doğrusu bu iki yaşamı aynı anda yönetmeye çalışmasını izliyorduk. Oysa bu filmde seyircinin kahramanla kolayca kurduğu ‘empati’ duygusu, Anna filminde aynı yoğunluk ve hızda gerçekleşmiyor. Ancak bu, bizce bir zayıflık veya becermemeden değil yönetmenin bilinçli tercihinden kaynaklanıyor. Çünkü bu sefer ana karakter, hayatını belli bir süre sonra iyi kötü bir dengeye sokmuş biri gibi değil, hayatındaki dengelerin sürekli değiştiği, olaylar ilerledikçe gizli kalmış katmanlarını, gizli kapaklı işlerini su yüzüne çıkartan, adeta bir yap-boz gibi duran bir kişi gibi görünüyor.

Filmde yönetmenin sık sık başvurduğu zaman atlamaları (3 yıl önce, 6 ay sonra, iki ay önce…) doğal olarak başkarakterin çizdiği portreyi şekillendiriyor, sanki yönetmen bu sefer daha gizemli, daha ‘enigmatik’ hatta belki daha da ‘profesyonel’ bir karakter sunmak istiyor. Anna karakterinin insani yönü silinmiyor, sanki filmin yapısından dolayı sürekli ‘bastırılıyor’.

İLERİ VE GERİ SARALIM!

Filmde değindiğimiz bu zaman atlamaları devrimci olmasa da ilginç bir olay örgüsü oluşturuyor. Daha önce biraz boşlukta gibi duran süreçler, hızla geçiştirilmiş olaylar, fazla kolay bir şekilde gerçekleşen eylemler, film ilerledikçe senaryoda yerlerini buluyorlar, genelde sağlam temellere bağlanıyor ve hikayeyi inandırıcılık açısından güçlendiriyor. Besson sanki seyirciyi sadece şaşırtmak değil, şaşırtmak ve inandırmak istiyor. Filmin görünen yüzünün altında adeta ‘başka’ bir film akıyor…

Bu ilginç film akışında canımızı sıkan tek nokta belki de yönetmenin bu zaman atlaması dozunu finale doğru biraz ‘otomatiğe’ ayarlaması ve biraz basit bir sürpriz sekansla bağlaması oluyor.

Anna’yı canlandıran Sasha Luss gereken esrarlı havasını, baştan çıkarıcı tehlikeli yönünü ama aynı zamanda da karakterinin insani çırpınışını güzel bir şekilde sergiliyor. Yönetmenin ‘Valerian’ filminde üstlendiği yardımcı rolünden sonra, bu ilk başrol sorumluğunun altından ‘alının akıyla’ çıkıyor diyebiliriz. Bizim dikkatimizi çeken bir diğer nokta ise bu oyuncunun, bizim oyuncumuz Saadet Işıl Aksoy’a fiziki açıdan çok benzemesi oldu. Hatta film izlerken bazen sanki Aksoy’u izliyormuş hissiyatına kapıldık dersek abartmış olmayız! Sert ve acımasız Patron’da usta oyuncu Helen Mirren ve CIA gizli servisinin başını oynayan Cillian Murphy de rollerinin hakkını veriyorlar.

Bu, göründüğünden çok daha karmaşık (karışık değil!), çok daha katmanlı ve çok daha şaşırtıcı politik gerilim bizce Luc Besson’nun en iyi filmlerinden biri kesinlikle değil! Ancak yine de Fransız yönetmenin gösterişçi bilimkurgu filmleri yaratmaya ara vererek biraz ‘özüne’ döndüğünü görmek, bizce sevindirici bir durum. Ne diyelim? ‘Bazen geçmişe dönmek iyi sonuçlar verebilir!’

Yönetmen: Luc Besson

Oyuncular: Sasha Luss, Helen Mirren, Luke Evans, Cillian Murphy, Lera Abova, Alexander Petrov, Nikita Pavlenko, Anna Krippa…

Ülke: Fransa